1879’un Bitlis, Tatvan ve Ahlat’ını seyyah TOZER anlatıyor
- 20 Şubat 2022
- 1
İngiliz papaz Henry F. Tozer (1829 – 1916), İstanbul’dan başlayarak 1879 yılının yazında Muş – Bitlis – Tatvan – Ahlat üzeri Van’a geçmiş ve güzergahı boyunca gördüklerini, izlenim ve yaşadıklarını daha sonra kitaplaştırmıştır. ‘Turkish Armenia and Eastern Asia Minor’ adlı bu çalısmasını 1881 yılında Londra’da yayımlamıştır. İngiltere Oxford’daki Exeter Koleji mezunu olan Tozer, aynı üniversitede öğretim görevlisi olarak da bulunmuş ve tarih, edebiyat ve coğrafya üzerine birçok eser arkasında bırakmıştır. Özellikle Yunanistan ve Osmanlı coğrafyasına dair yaptığı gezileri derleyerek kaleme almıştır.
Tozer’in 27 Ağustos 1879 tarihinde Bitlis’e girişi olduğu gibi aslına sadık kalarak çevirilirken, Tatvan ve Ahlat’a dair anlatımları ise özetlenerek okuyucuların beğenisine sunulmuştur.
Derleyen ve Çeviren: Baran Zeydanlıoğlu
Taşlı ve çorak vadiyi at sırtında 3 saat katettikten sonra kendimizi şehrin girişinde bulduk. Bu istikametten gelindiğinde Bitlis sürpriz bir şehir olarak karşınıza çıkıyor. Zira yerleşim yerinin içine girmeyene kadar birkaç ağacın dışında, meskun bir yerin yakında bulunduğunu bilemezsiniz. Şehir, yukarı vadinin tam aşağısında yer alıyor ki bu vadinin bu noktada aniden alçalması sonucu, şu an göreceli olarak yükselmiş olan çayın coşmasına ve çağlayarak şehrin ortasından hızlıca akmasına neden oluyor. Bu su, kuzeybatı yönündeki dağlardan gelen bir başka su ile şehrin ortasında birleşmekte. Vadilerin tam kesiştiği yamaçlarda bulunan evler, birbirleri ardına yamaç boyunca sıralanmış şekilde yükselmeleri ile çok etkileyici bir görünüme sahipler.
Coşarak akan Bitlis Çayı ise derin vadileri aşarak, günlerce süren yolculuğu sonunda daha aşağıdaki bölgelere doğru son sürat yol alıyor. Şehre girer girmez karşımıza çıkan taştan yapılma evlerin devasallığı bizi afallattı ki sahip oldukları o sağlam bahçe duvarlarının üstleri üçgen şeklinde sivrileştirilmiş ve bu duvarlar geniş bahçeleri çevrelemekteler. Göze çarpan diğer bir şey de ağaçların bol miktarda oluşu idi. Bu durum tepemizde yükselen dağların çıplak yamaçları ile tezat oluşturuyor. İki derenin arasında kalan ve şehrin ortasında bulunan kale, üzerinde konumlandığı bir kaya kütlesi üzerinden yükselmekte ki bu kütlenin her tarafı buradaki diğer tüm uçurumlar gibi keskin ve dikey eğimlere sahip. Kapladığı alan geniş olmakla beraber, yerin kıvrımlarına bağlı olarak kare veya dairesel kuleleriyle göze çarpan bir form oluşturmakta. Manzarada olması gereken ve eksik olan tek şey ise renk. Zira dağların sahip olduğu renk ile örtüşen kahverengi kumtaşından inşa edilmiş olan bu yapılarda monotonluk mevcut. Şehir yön ve konum açısından Arap diyarlarına komşu olmasından ötürü, sahip olduğu iklim Ermenistan platosuna oranla daha yumuşak. Barometre daha kuzeyde sıfırın altına düşerken, burada nadiren sıfırın altına düşüyor. Rakım oldukça yüksek ve deniz seviyesinden 4700 feet yükseklikte.
Muş’tan getirdiğimiz selamı kendisine iletmemiz istenen Ermeni beyefendinin, şehre girdiğimiz noktadan uzak olmayan şehrin yüksek yakasında ikamet ettiğini öğrendik. O beyefendinin kaldığı yer, misyon binasından uzakta güneydoğu yönünde tepelerdeki uzak bir mahallede bulunduğundan ve biz de Amerikan misyonunun yakınınlarında kalmak istediğimizden, Ermeni beyde misafir kalmamaya karar verdik.
Dicle’yi (Bitlis Çayı) sol tarafımızda alarak, dik sokaklardan aşağı inerek kalenin altından geçtik. Şehrin serin çarşılarına uğrayarak bir başka dere üzerinden de geçerek yönümüzü misyon binasına çevirdik. Buradaki manzara, hemen hemen şehrin tamamını görmeye mümkün kıldığı için çok güzel ki üzerinde konumlandığı kaya kütlesi ile kaleyi merkeze alan bir manzaraya sahip. Misyon sorumlusu olan Bay Knapp’ı aniden ve habersizce ziyaret etmiş olmamak için, atlarımızı ve yükümüzü sokak köşesinde bırakıp yaya olarak onun evine ilerledik. Kendisinden konaklayabileceğimiz bir yer konusunda bilgi almak istiyorduk. Şansımıza o da tam o esnada, yaz ayları boyunca kamp kurmak üzere şehir dışına çıkıyormuş ve bizleri de günü onunla geçirmemiz için davette bulundu. Bizi görmekten memnun oldu. Çünkü buralara, ve bu uzak diyarın diğer yerlerine, gelen Avrupalı ziyaretçi sayısının iki yılda bir kişi olduğunu öğrendik. Ancak ziyaretimize hazırlıksız yakalanan Bay Knapp, kendi deyimiyle bizlerin bulutlardan düştüğümüzü söyledi. İdaresindeki yatılı misyon okulundaki kızların o anda burada olmadıklarından, konaklamamız için bize bir sınıf odasını teklif etti. Bu yapı eski bir Bey’in, bahçe içerisinde yer alan sarayının en geniş odası ve Bay Knapp’ın kendi evine de yakın. Teklifini memnuniyetle kabul ettik. Demir parmaklıklı pencereler, taş zemin, sağlam duvarlar ve haritalar dışında tamtakır bir hapishaneyi andırıyordu. Temiz, ferah ve serin olması ve gereksiz mobilyaların da olmaması açısından bizim için ideal bir meskendi.
Hizmetkarımızı, bizler için hazırlıklar yapması için arkamızda bırakıp, tekrardan atlarımıza binerek kır gezisinde kendisine eşlik etmek üzere Bay Knapp’la yola koyulduk. Yolumuz Dicle nehrine doğru çaprazlama akan bir ırmağın paralelinde, güneydoğuya doğru uzanan bir vadi boyunca devam ediyordu. Bu noktadaki ırmağı, dik yokuşları ve bir zikzaklı patikayı geçtik. 45 dakika sonra, içerisinde iki küçük kızı ile Bayan Knapp ve onların beraberinde 30 yatılı Ermeni kız öğrencinin ikamet ettiği, iki büyük çadırdan oluşan bir kampa ulaştık.
Kampın konumu mükemmeldi. Bir dağ kolunun 600 feet aşağımızda bulunan şehir ile kampın arasından geçiyor olmasından dolayı da burası harika bir sükunete sahipti. Çevremizde ise devasa Kürdistan dağların yükselmekteydi.
Bu civarda çokça bulunan ceviz ağaçlarından birinin altında yemek yiyerek, öğleden sonrasını burada geçirdik. Bu ağaçların gövdelerinde bulunan budaklar ve düğümler tüccarlar tarafından kaplamacılıkta kullanılmak üzere toplanmaktadır ki bundan ötürü ceviz ağacı yetiştiriciliği karlı bir iştir. Bu ürünler çoğunlukla Fransa’ya ihraç edilimekte ve orada bunlara loupes adı verilmektedir. Buradaki ağaçların yumruları daha önceden kesilip alınmış durumda. Bu ticaretin Amasya’da da yapıldığını duymuştuk. Aslında Küçük Asya ve Ermenistan gibi bu ağacın bulunduğu yerlerde bu iş yapılmaktadır.
Yakınlarda küçük bir köy vardı ki burası da Bitlis’e yakın hemen hemen diğer tüm köyler gibi, Türk – Rus savaşı sırasında Kürdler tarafından yağmalanmıştı. O dönem Hıristiyanların büyük eziyetler yaşadıkları zamanlardı. Zira Müslüman nüfusta cezalandırılma korkusu olmadığı için durum pervasız bir hal almıştı. Bay Knapp dahi o dönem Bitlis’te kalmak zorunda bırakılmıştı. Ancak şu an durum büyük ekseriyetle düzelmiş diyebiliriz. Pek çok açıdan misyonun buradaki mücadelesinin zorluklar ihtiva ettiği görülmektedir. Tek başına olan bir aile için buradaki yalnız hayatın zorluğu aşikardır.
Aşağıdaki dereye akan berrak bir su kaynağı çadırların yanıbaşında bulunuyordu. Bu bölgenin tamamı kaynaklarla doludur. Çoğu da mineral suyudur. Bunlardan biri demir içerirken, bir diğeri ise analiz için Amerika’ya gönderilmiş olup, Vichy suyu ile aynı bileşikleri ihtiva ettiği anlaşılan bir sudur. Bir şişeden içerek tadına baktıklarımın bazıları, hafif bir mürekkep tadına sahiplerdi.
Bay Knapp, kudret helvası (manna) ve onun nasıl toplandığı hakkında bize bilgi verdi. En kolay olarak meşe ağacından elde edildiği halde, sadece kaynağı bu ağaçtan olmamakla birlikte, pek çok çeşit ağaç türlerinin yapraklarından elde edilmektedir. Özellikle kurak yıllar iyi gelmekte bu mannaya ve bu sene iyi bir hasat elde edilmiş. İki farklı yöntemle elde edilir bu manna. Yapraklar ki bunlar üzerinde bulunurlar, bir araya getirilerek suya basılır. Sonrası süzülerek şekersi bir madde çıkarılır. Kırsalda gördüğümüz o yeşilimsi renkteki yığınlar da bu işlem sonucu ortaya çıkmış yığınlardı. Bazen diğer bir yöntem olarak, yaprakların kurutulmaya bırakılması ile beyaz bir katmanın pul pul dökülmesi sağlanır. Mannanın kökeni konusunda insanlar hemfikir değiller.
Genellikle mannanın yapraklardan sızdığı düşünülür ki zaten yaprakların yüzeyine baktığınızda siz de böyle düşünürsünüz. Ancak Bitlis halkı bunu bu şekilde kabul etmediği gibi; bitkinin türünün fark etmeksizin, tüm bitkiler hatta ,nsanın elbiselerinde bile bunun bulunabileceğini belirtirler. Bundan dolayı kaynağının hava olduğuna inanırlar ki bu görüşle Bay Knapp da aynı fikirdedir. Arap diyarlarından gelen rüzgarların taşıdığı aromatik içeriklerin buna neden olduğunu o da düşünüyor. Burada çokça toplanan bir diğer madde ise Tragacanth (kitre) sakızıdır ki Erciyes Dağı çevresinde bulunduğuna dair daha önceden ona değinmiştik.
Akşam yemeğinde bizlere, kendi bahçelerinde yetiştirilmiş patatesten yapılma bir yemeği ikram ettiler. Bu çok makbule geçen bir ikramdı. Çünkü yolculuğumuz boyunca sebzeden yapılma yemek en çok eksikliğini hissettiğimiz bir türdü. Sebze yetiştirmenin –özellikle de fazladan itina gerektiren sebzelerin yetiştirilmesinin- bir ülkedeki medeniyetin en iyi ölçüsü olduğunu genellikle gözlemişimdir. Ekildiği topraklarda bolca yetişmesine rağmen, misyonerler tarafından tanıtıldığı yerlerin dışında, buralarda patates pek bulunmamakta.
Gölgelerin Kürd dağları yamaçlarında yavaş yavaş uzamaya başlamasıyla, artık bizlerin de kibar ev sahiplerimize veda etme zamanı gelmişti. Atlarımızı zikzak patikalardan aşağı doğru vadiye sürdük. Dere kenarında atlarımıza binip, bir su yolunu kendimize kılavuz alarak şehre doğru ilerledik. Batı yönünde ve daha uzaklarda olan dağlar bu iklimin kısa alacakaranlığında hızlıca maviye bürün ve bizler Bitlis’e girmeden önce ay çoktan parlamaya başlamıştı bile.
Toros zincir dağlarının bitimini oluşturan bu bölgenin yüksek dorukları, eskiçağların Niphates’idir. Virgil ve Horace’a göre bu dağlar Roma’nın Asya’daki düşmanlarının şekil almış biçimleridir. Ayrıca bu doruklar, Milton’un Şeytan’ını indirdiği yerdir (1).
Ertesi gün Bitlis’te kaldık ki çok zahmetli geçirmiş olduğumuz bir önceki haftadan sonra, dinlenmek iyi gelmişti. Çok sayıda kişi ziyaretşmize geldi. Bu ziyaretçiler arasında Harput’taki kolejde yakında profesör olacak bir Ermeni de vardı. Bizim geldiğimiz güzergahı kullanarak, aynı yoldan seyahat etmek üzere bekliyormuş. Daha doğrusu güvenli bir geçiş için yeterli olacak büyük bir kervanın bir araya gelmesini bekliyormuş. Önce Harput’ta sonra da Basle’de okumuş olan bu şahıs, İngilizce ve Almancayı iyi konuşuyordu.
Öğleden sonra, bizlere eşlik etmesi amacıyla Paşa’dan rica ettiğimiz zaptiye ile birlikte kaleyi ziyaret ettik. Kalede herhangi bir kitabe veyahut ilgi çekici bir obje bulamadık. Ancak duvarların dış cephesinde Arapça harflerle yazılı bazı kitabeler bulunmakta. Her ne kadar burada oturanlar kalenin tarihini Büyük İskender’e dayandırsalar da kalenin tarihi bilinmiyor. Ancak bir ihtimal Bitlis Emirlerinin önemli şahsiyetler olduğu Sarazenler zamanına ait olabilir. Bu arada buranın eski bir Ermeni şehri olan Bageş (2) olmasından dolayı çok öncesinden de bu kalenin konumu itibariyle ta o zamanlardan güçlendirilerek yapılmış olma ihtimali gözardı edilemez. Seyyah Abulfida’dan öğrendiğimiz kadarıyla, Orta Çağ boyunca Bitlis şehrinin etrafı duvarlarla çevriliydi; onun ziyaret ettiği zaman diliminde bu duvarların yarısının harabe olduğunu da belirtir (3). Nispeten yakın zamanlara kadar da burası yarı bağımsız Kürd Beyleri tarafından yönetilmekte idi. Bu beylerin sonuncusu olan Şerif Bey, albay Shiel’in 1836’da Bitlis’i ziyaret ettiği sırada halen hükmediyormuş.
Albay Shiel, anılarında şöyle anlatır: ‘Bizi valinin (Bey’in) evine yerleştirdiler. Şehrin bir kısmını gören bir tepenin üstünde, büyük avlulu, taştan yapılmış ve dikdörtgen şeklinde kocaman bir binaydı bu ev (4)’
Mr Knapp’ın bize söylediğine göre bu ev bizim yaşadığımız yerin biraz yukarısında bulunuyormuş. Ancak şu an tamamen yıkılmış durumda. Şerif Bey, zalimliği ile tanınan biriymiş ve Türkler tarafından yakalanıp, İstanbul’a götürülmüş ve orada ölünceye kadar hapiste tutulmuş.
Bitlis’te 3000 kadar hane olduğu söyleniyor. Bunlardan 2000’i Kürdlere, 1000’i Ermenilere, 20’si Türklere ve 50’si de Süryanilere (Yakubilere) ait. Ev sahibimiz bunun 30.000 kişiye tekabül ettiğini belirtti. Bu da demek oluyor ki hane başına beklenenden fazla nüfus düşmekle beraber, evlerin bitişiğinde ayrı olarak varolan geniş ekleme yapılar da bu tahmini doğrulamakta.
1889 sonbaharı, Bitlis
Buradaki Kürd kızları, Çangeli manastırında gördüğüm Ermeni kadınlarının taktıkları hızmanın aynısından hep takıyorlar. Pazarlarda gördüğümüz bu Kürd ırkın genç erkekleri de genelde siyah saçlı ve kara gözlü, düzgün yüz hatları ve kararlı bakışlara sahip yakışıklı idiler. Ayrıca güzel giyimli idiler. Parlak renkli yeleklerinin üzerine, koyun postundan yapılma yünden, kolsuz, önü açık bir tür ceket giyorlar. Dağlık bölge Kürdlerinden ve Muş ovasındakilerden farklı olarak bunlar, inanç açısından Kızılbaş veya Şii değiller. Türkler gibi Sünniler. Şimdiye kadar gördüğümüz şehirlerdeki toplumlar arasında, bunlar en çılgın halk idi ve o yüzden kalenin çizimini yaparken yanımızda bir zaptiyenin bulunmasından dolayı da hiç pişman değildik. Zira insanlar etrafımızı öyle bir sardılar ki zaptiye bizimle olmasaydı çizmek istediğimiz nesneleri görmek dahi mümkün olmayacaktı.
Ramazan ayı Türkiye’de seyahat edecekler için kesinlikle elverişli bir zaman değil. Siz bir şeye erken başlamak istediğinizde, size eşlik edecekler geç gelir ve sayısız şeyin de ihmal edildiğini görürsünüz. Bizler 29 Ağustos sabahı Bitlis’ten ayrılırken işte bunları yaşadık. Yeni kiraladığımız atların nalları çakılmamıştı. Bunun için bir nalbantın gönderilmesi gerekliydi. Ancak geçen gecenin cümbüşünden dolayı herkes yarı uykulu bir haldeydi. Bunlardan ötürü saat 8’den önce başlayamadık. Bitlisliler hakkında edindiğimiz izlenim, yeni zaptiyemiz ve katırcılarımızın davranışları ile tamamen doğrulanmış oldu. Bunların hepsi Kürd’dü ve özellikle zaptiyemiz çok sert bir tipdi. Şüphesiz bu onun hatası değildi. Zira içinde bulunduğu şartlar (doğa) onu böyle çok çirkin bir duruma sokmuştu. Saçı, buralarda alışılmamış keçe haline gelmiş ve havuç rengine bürünüştü. Üzerindeki yırtık pırtık ve yamalı üniforması için de onu suçlayamazdık ki elbisesi, üzerine giyilmiş olmaktan ziyade, sanki üstüne asılmış gibi duruyordu. Büyk olasılıkla, teşkilatının çoğu gibi maaş alamıyor ve yeni üniforma da temin edilemiyordu. Hal böyle olunca da reayadan sürekli haraç alarak kendi idarelerini sağlamak zorunda kalıyorlardı. Ancak yine de huysuzluğundan ve itaatsiz davranışlarından kesinlikle kendisi sorumluydu ki bu tavrı onu itici bir refakatçi yapmıştı.
Yolumuz iki gün önce Bitlis’e yaklaştığımızda geçtiğimiz vadiye çıktı. Fakat bu sefer geçen geçtiğimiz güzergahın karşı tarafında, suyun sol yakası üstünden ilerlediğimiz için, şehre girmeden sadece kenar mahallerdeki evlerin yakınlarından geçtik.
Güney taraftaki dağ yamaçlarını takip ederek Dicle’nin doğduğu su havzasını vardık. Yukarıdan buraya baktığımızda arazinin oluşumu ile ilgili daha önceki izlenimlerimiz doğrulanmış oldu.
Buranın doğusuna doğru, ki daha yüksek bir rakıma sahip, her iki tarafı yüksek dağlarla çevrili düz bir ova uzanmakta. Kuzeye doğru olanlar yemyeşil karameşe ağaçlarıyla doluydu ve onların arkasında Nemrud Dağı’nın yüksek zirveleri görünmekteydi. Buradaki mısır tarlaları, şaşırtıcı bir şekilde yamaçların yüksek noktalarına kadardı ve bu da gerektiğinde, ne kadar çok bir arazinin ekilebileceği gösteriyordu.
Van Gölü’nü ucundan da olsa görmek için çok hevesliydik, fakat henüz onu görmemize biraz daha zaman vardı anlaşılan. Gölün kuzey kıyısına hakim olan Süphan Dağı’nın zirvesini, epeyi bir zamandır görebiliyorduk ve aynı anda da sağ uzağımızdaki belli bir mesafede bulunan başka sıra dağları gözlemlerken, aniden önümüzde yol yokuş aşağı olmaya başladı ve ışıldayan büyük bir genişlik belirdi. Sayısız koylar, birbirini takip eden burunlar ve yamaçların ince şekillenmiş ana hatlarıyla güzel bir manzara önümüzde duruyordu. Ancak, manzara yine de bu iç denizin büyüklüğü hakkında bir fikir vermiyordu. Görünen kısım Göl’ün sadece batıdaki dar bir koluydu. Ötesinde daha geniş bir kısımın ve gölgeli dağların bulunduğunu şüphesini uyandırıyordu.
Tatvan
İlerimizde hemen aşağımızdaki en iç koyun kıyısında Tatvan köyü bulunuyordu ve onun yanında da iki tepeye dağılmış kayalık bir saha yer alıyordu. Bu köye Bitlis’ten yokuş aşağı inerek 5 saatlik bir yolculuk sonrası varmıştık.
Uzun yıllardır aklımda olan ve bir şekilde yolculuğumuzun da nihayi hedefi durumunda olan bu ünlü göle ulaşmış olmakla doğal bir heyecan duyduk. Manzarasının görkeminden bağımsız olarak, çok dikkate değer bir doğa olayıdır bu göl. Çünkü çevrelediği zeminin çoğunun volkanik doğası nedeniyle suyu sodalıdır ve çok sayıda akarsuyun katkılarını almasına rağmen, suyu tuzludur. Görünür bir çıkışı da yoktur bu gölün. Uzunluğu 90 mil, en geniş olduğu yer 30 mildir ki Cenevre Gölü’nden iki kat da bir büyüklüğe sahiptir. Ayrıca deniz seviyesinden de 5 000 feet yüksekliktedir.
Civardaki ilgi çekici nesnelere de değinmek lazım. Erciyes ile Ağrı Dağları arasında en yüksek zirveye sahip olan ve heybetli duruşuyla sönmüş bir yanardağ olan Süphan Dağı var. Bununla birlikte eski zamanlardan kalma kalıntıları ile kuzey yönünde bulunan antik kent Ahlat ve tabii ki olağanüstü oluşumuyla, kayalara oyulmuş mahzenleriyle, eşsiz çiviyazısı kabartmalarına sahip, abartısız dünyanın harikalarından biri olan Van Kalesi.
Tatvan köyü, yakınındaki bir pınarın sularıyla sulanan bahçeler ve meyve ağaçlarının ortasında yer alan dağınık birkaç evden ibaret. Ana hedefimiz Van’a ulaşmadan önce Süphan Dağı’na tırmanmak ve Ahlat’ı görmek olduğundan, şu anki konumumuz itibariyle güzergahımız gölün kuzey kıyıları üzerinden olacak.
Nemrut Dağı’nı sol yanımıza alarak, yolumuza koyulduk. Gün batımına doğru, kıyısında Ahlat’ın yer aldığı gölün kuzeybatı körfezini görme imkanına kavuştuk. Hemen arkasında yüce heybetiyle Süphan da beliriyordu. Havanın kararmasıyla, göle bakan bir tepenin üzerinde yer alan Karmunş adlı bir yere ayın ışığında ulaştık. Sorumuz üzerine buranın Ahlat’tan bir saatten daha az bir mesafede olduğu ortaya çıktı.
Ertesi gün Ahlat’a doğru yola çıktık. Ceviz, erik ve kayısı ağaçlarıyla dolu bir bahçenin içinde bulunan Müdür’ün resmi evine ulaştık. Müdür bey yerinde olmadığından onun yerine bir Binbaşı bakıyordu.
Ahlat şehri üç kısımdan oluşmakta. Bahçeler – Harabe şehir – Ahlat Kalesi. Her yerde türbeler ve eski kalıntılar mevcut. Yedi adet türbe de saydık. Her tarafta da çok sayıda kaya yerleşimi vardı; bunlardan birinin doğu yamacında Kara Kilise, diğerinin karşısında ise Taht-i Soliman ya da “Solomon’un (Süleyman) tahtı” adı vardı. Buradan Afganistan’ın kalbine kadar aralıklarla bulunabilen bir tanımlama. Böylece, ünleri Batı Asya’da en büyük etkiyi yapan iki büyük tarihi karakterin de bu uzak bölgedeki sınırlı bir alanda anıldığı görülüyor. Hikmetin vücut bulmuş hali Solomon (Süleyman) Ahlat’ta, büyük fatih (Büyük) İskender ise Bitlis’te temsil ediliyor. Kaya odaları çoğu açıdan Kapadokya’dakilere benziyor ve burada da hem yerleşimlerin duvarlarında hem de komşu kayalıkların yüzünde oyulmuş nişler var. Ancak bunlar çok daha kaba ve odalar tek bir odadan diğerine açılmıyor.
Ahlat’ın tarihi, eski günlerdeki büyük önemini göstermekte ve aynı zamanda da tüm bu toprakların maruz kaldığı iniş çıkışları dikkate değer bir şekilde yansıtmaktadır. Ahlat’ın kökeni bilinmemekle birlikte, erken dönemlerde önemli bir Ermeni şehri olarak var olduğunu görüyoruz. 9. yüzyılda Sarazenler (Müslüman kuvvetler) tarafından fethedilmiş. Ancak 10. yüzyılın ilk yarısında Bizans İmparatorluğu tarihçisi C. Porphyrogenitus’un aktardığına göre, burasını ve komşu kasabalarını elinde tutan emirler, Bizans imparatorluğuna haraç ödüyorlardı. O zamandan beri buralar Bizans için kaybolmuş görüldüğünden, bu şehirleri geri kazanmanın imparatorun görevi olduğunu belirtmiştir (5)
Ahlat Müslüman Mezarlığı
993 tarihinden sonra Ahlat bağımsız Kürd beylerinin eline geçer. Daha sonra Alparslan’ın işgali ile bir dönem Türk güçlerinin hakimiyeti altında olduğunu görüyoruz. Tam da bu dönemde Orta Çağ’ın çok karakteristik bir özelliği olan Batı ve Doğu’nun tuhaf tezatlıklarından biri kendini gösteriyor. Zira Bizans İmparatoru IV. Romanus’un, hemen Malazgirt savaşı öncesi gerçekleştirdiği ve ölümcül hata olacak olan Ahlat’ı kuşatmak için kuvvetlerini ayırmasıydı.
Ancak zamanla Kürd hakimiyeti o kadar baskıcı bir hal almış ki, ahali daha fazla dayanamayıp Türk bir maceraperesti kendilerine yardım etmesi ve prensleri olması için davet etmişler. Bu kişi Kürd beylerini oradan çıkararak bir Selçuklu hanedanlığı (1099) kurmuş ve Şah Ermen ‘Ermenistan Kralı’ unvanını almış. Ahlat 1207’de Selahaddin Eyyubi sülalesinden olan bir Kürd prensi tarafından tekrar ele geçirildi ve bu hakimiyet Ahlat’ın Cengiz Han’ın Moğol çeteleri tarafından 1245 yılında ele geçirilinceye kadar sürdü. Şehrin hakimiyeti Harzemşahlar, Moğollar ve Kürdler arasında sürekli el değiştirdi.
1 Virg. Georg. iii. 30 : ‘ Addam urbes Asiae domitas, pulsumque Niphaten.’ Hor. Od. ii. 9, 20 : * Oantemus August! tropaea Caesaris, et rigidum Niphaten.’ Milton, Par. Lost, iii. 741 :’ Nor stayed, till on Niphates’ top he lights.
2 Saint-Martin, Memoires sur l’Armenie, i. 103.
3 Abulfedae Geographia, in Büsching, Magazin fur die neue Historie und Geographie, vol. v. p. 311.
4 Shiel, Journey from Tabriz through Kurdistan, in the Geog. Soc. Journal for 1838, vol. viii. p. 71.
5 De Administer. Imp. c. 44, vol. iii. p. 196, ed. Bonn
Derleyen ve çeviren: Baran Zeydanlıoğlu
Kaynak
Henry Fanshawe TOZER, Turkish Armenia and Eastern Asia Minor, London, 1881, s. 301-310