1838’in Bitlis’i ve Southgate’in Kürd Şerif Bey ile tanışması
- 18 Ocak 2022
- 0
Bu çeviri, Amerikalı Misyoner rahip Horatio Southgate’in 1838 – 1839 yılları arasında Bitlis’ten geçerken tuttuğu notların İngilizce aslına sadık kalınarak çevrilmiştir.
Asıl anlatım Southgate’in New York’ta yayımladığı ‘Ermenistan, Kürdistan, Fars Ülkesi ve Mezopotamya’ya Seyahat’ adlı eserinin I. cildindeki 201 – 231 sayfalarında mevcuttur.
1838’in Bitlis’i ve Southgate’in Kürd Şerif Bey ile tanışması
Derleyen ve çeviren: Baran Zeydanlıoğlu
29 Haziran 1838, Bitlis’e girerken
İngiltere’nin kibar Erzurum konsolosunun bana emanet ettiği ve Bitlisli varlıklı Ermeni bir tüccara teslim etmemi rica ettiği mektubu, kendisine vermek ümidi ile Bitlis’in girişindeki ilk handa olabileceğini düşünerek oraya doğru yöneldim. Yokuş aşağı şehre doğru ilerlerken bizi büyük bir merak ile karşılayan ve bizimle birlikte yol almaya başlayan şehrin ahalisi öyle kalabalıklaşmıştı ki, ne sağa nede sola doğru hareket edemiyor ve o kalabalığın akıntısı ile ilerlemek zorunda kalıyorduk. Mektubun sahibini tanıyan var mı diye kalabalığa sormam ile tüccarın ortaya çıkması bir oldu. Ancak mektubun misafirperverlik ile ilgili bir içeriğe sahip olduğunu tüccara anlatır anlatmaz, kimden geldiğini dahi bilmek istemediğini söyleyince; ve kalabalığın da artık ürkütücü bir şekilde daha da çoğaldığını fark edince, mektubu tekrar cebime koyup şehrin hükümdarı Bitlis Beyi ile görüşmek istediğimi dile getirdim. Bana Bey’in önümüzdeki hanın odalarından birinde şuan oturduğunu söylediler. Hemen Bey’in huzuruna çıktım. Bey, şaşaalı Kürd kıyafetleri içerisinde odanın bir köşesinde oturmaktaydı. Bey’in üzerinde boydan boya beyaz renkte bir kıyafet ve başında da onlarca rengarenk şalın sarılması ile oluşturulmuş bir sarık vardı. Sağlıklı, temiz ve düzgün bir yüze sahip olan bu genç Kürd Beyi beni oldukça sıcak bir şekilde karşılayarak oturmam için yanındaki bir köşeyi işaret etti.
Bey, klasik sorular olan ’nerelisin, hangi şehirdensin, ne yapıyorsun’ gibi soruları sorarken, Bey’in adamları da hemen kahve ve qelun (Kürd piposu) getirdiler bizlere. Bey, sorularını daha da ısrarlıca ve benim buralara gelmemdeki asıl amacımı sorgulayarak yineliyordu. Açıkca kendisine, gezmemdeki ana amacımın değişik yerler, adetler, kültürler insanlar ve inançları görmek, tanımak ve incelemek olduğunu söyledim.
Ben ne açıklama yapsam da Bey dediklerime inanmıyor ve anlayamıyordu. Çünkü doğu insanı hiçbir zaman, başka bir insanın sırf bilgi edinmek ve zevkine başka diyarlara gidebileceğine ve gittiğine inanmazdı. Daha önce Türklerden de duymuştum İngilizlerin bu konuda en çılgın ırk olduklarına dair. Velhasıl, Bey verdiğim cevaplardan tatmin olmadı ve ıssız ve garip memleket olan Kürdistan’a neden geldiğimi tekrar sordu. Ben de Bey’e ’işte buranın bu yapısından dolayı ve hiçkimsenin görmediği yeni ve ilginç şeyleri yerinde görmek için geldim ve geziyorum’ dedim. Bey yine de bana inanmadı ve şüphesi daha da arttı. Yapacak ve ikna edecek başka bir şey kalmadığından, ben hemen kendisine çok yüksek, önemli bilgi ve onay dahilinde bu geziyi yapmakta olduğumu açıklayarak, John’dan Bey’e göstermesi için üzerinde Sultan’ın onayı olan imzalı belgeyi uzatmasını istedim. Belgeyi Bey’in yardımcısı aldı, okudu ve aynı anda da Bey’e uzatarak tek bir kelime olarak ’Mahmud’ dedi. Normalde saygıdan da olsa Bey’in o belgeyi alıp okuması gerekirken, Bey büyük bir hışım ve hiddet ile belgeyi almayarak elinin tersi ile itti. Bu durumda ben hemen Erzurum Paşası’nın bana vermiş olduğu buyruğu çıkartıp Bey’in katibine uzattım. Paşanın buyruğunu duyan Bey hemen içeriğinin ne olduğunun okunmasını emrederek kendisini toparlayarak hanın girişine yığılmış kalabalığa da yüksek sesle Kürdçe bir şeyler söyledi. Bey’in onlara ne dediğini anlamasamda, yüz ifadesi ve ses tonundan kızgın olduğu aşikardı. Neyseki Paşa’nın buyruğu arzu edilen sonucu vermişti, ki Bey hemen kapıdaki kalabalığa tekrar döndü ve bu sefer Türkçe olarak ’misafirimizi ağırlayıp ona gereken ilgi ve alakayı göstermemiz gerekiyor’ diye ekledi. Kalabalıkdan gözgöze geldiği ve bu talebi de onaylayan kişi, benim mektubunu vermem gereken Ermeni tüccar M’den başka birisi değildi. ’M…’, bu bayı misafir olarak kabul edip gerekeni yapabilecek misin?’ diye sordu Bey. Tüccar da zaten elini göğsünün sol tarafına götürüp başını kabul edercesine önüne eğerek Bey’in bu isteğini üstlendiğini göstermişti. Ermeni tüccar da aynı anda onu takip etmem için bana gitmemi işaret ediyordu. Her nekadar tüccarın isteksiz misafirperliği canımı sıkmış olsa da, tüccarı cimriliğinden dolayı Bey’in cezalandırdığı ve beni de bir adalet aracı gibi kullandığı hissi ile tüccarla gitmek için handan çıktım.
Tüccarın evine geldiğimizde, balkonundan içerisinde meyve ağaçlarının olduğu bir bahçeyi gören odaya geçtik. Yerlerde halılar ve bizim rahat oturmamız içinde minderler vardı. Ev sahibinin hafızası yerine gelmiş olacak ki, mektubu hatırladı ve ben de cebimden çıkarıp ona gönderilmiş olan mektubu kendisine teslim ettim. Mektup Ermenice olduğundan ve tüccar da okuma yazma bilmediğinden, devreye tüccarın oğlu girdi ve mektubu babasına okudu. İçerik tüccarı çok memnun etmiş olacak ki yüzünde bir mutluluk oluştu ve zaten daha sonrasında da mektubu tüm arkadaşlarına gösterdi. Akşam üstü, bizimle tanışmak için tüccarın evine Bitlis Beyi’nin bankacısı olan başka bir Ermeni geldi. Bu beyefendi, Bitlis’e gelmiş olmamızdan dolayı kendisinin memnuniyet duyduğunu, samimi ve içtenlikle iltifatlar ederek dile getirdi. Ayrıca büyük bir ısrarla, bizleri ertesi gün ağırlamak istediğini de ekledi. Açıkçası bu derin saygı ve nezaket karşısında ne yapacağımı bilemedim, ancak böyle dostça ve içten birisi ile tanışmış olmaktan dolayı kendimi evde hissettim. Ertesi sabah, bankacının davetinin ne yazık ki gerçekle alakasının olmadığının ve kendisinin içkili bir ortam sonrası bizi ziyarete geldiği ve de ayık kafayla söyleyemeyeceği tekliflerde bulunduğu ortaya çıktı.
Bitlis’i ziyaret edenlerin bu şehirden etkilenmemeleri imkansız gibi bir şey. Özellikle şehrin dağlar arasındaki konumu, masalımsı görünüşü ve buraya has özel bir taştan olan mimarisi ile Doğu’daki şehirlerden çok farklı bir şehir Bitlis. Şehir, Kuzey, Güneydoğu ve Batı yönlerinden dağlar tarafından oluşturulmuş ve üç derin vadinin kesiştiği bir noktada onlara kollarını uzatırcasına kurulmuş. Şehrin değişik taraflarından üç küçük dere, şehrin ortasından geçen büyük bir çaya akıyor ve bu çay da buradan yirmi saatlik bir mesafeden sonra Dicle nehri ile birleşiyormuş. Bitlis’in sokakları yamaçlardaki evlerin damları ile paralel olarak inşa edildiklerinden, sokaklarda yürürken hemen kafanızın üzerlerindeki evleri görmeniz biraz şaşırtıcı gelmekte. Evlerin çoğunun kendine ait bahçeleri var, ki bu bahçeler bazı açılardan şehre bakınca, çıplak ve yalçın dağlarda cennet gibi bir manzara oluşturuyorlar. Şehirdeki kiliseler, camiler, evler, ev duvarları ve diğer yapılar, buraya özgü bir tür kumtaşından inşa edilmişlerdi. Kare şeklinde kesilerek kullanılan bu taşlar, şehrin görünüşüne düzen ve estetik kazandırdığı gibi, sağlam bir mimariyi de yansıtmakta. Buradaki evlerde hem dış hem de iç mimaride kullanılmakta bu taşlar. Bu kadar ucuz ve bol miktarda bu taşlardan her yerde olmasına karşın, şehrin kaldırımlarının olmaması veya çok kötü durumda olmaları büyük eksiklik. Şehrin yamaçta konumlandırılmış olması itibariyle, sokakların basamak şeklinde olması yokuş çıkmalarda büyük zorluk yaratmakta. Öyle ki ben dahi atımdan çoğu kez inmek zorunda kaldım tırmanırken. Şehirdeki çarşı ve pazarlar oldukça kalabalık ve yaygın. Çoğunun üstü kapalı ve iyi rağbet görmekteler. Bu çarşı pazarlar genellikle taşlardan inşa edilmişler ve tüccarların sattıkları malların çeşitliliğine göre de iç mimarileri farklılık göstermekte.
Bitlis’in ticareti Van üzerinden Fars ülkesi ile işlerken, Erzurum, Diyarbekir, Musul ve Bağdat ile de gerçekleşmekte. Musul’a olan güzergahın 80 saatlik kısmı çok tehlikeli, ki on beş günlük bir seyahat zamanı almakta. Cizre ve Diyarbekir’e 48 saatte gidile bilinirken, Bağdat’a 220 ve Basra’ya 300 saatte ancak gide bilinmekte. Bu veriler yaklaşık ve teyide muhtaç bilgiler, ki her ne kadar bu verileri bölgede bulunan güvenilir kaynaklardan almış olsam da. Bitlis’te üretilen pamuklu kıyafetlerin ham ve işlenmemiş pamukları Fars ülkesinden buraya getirilmekte. Bunun dışında üretilen ve yetiştirilenler arasında yünlü kumaşlar, tütün, mazı ve yumru gelmekte. Ayrıca çokça kök boya imalathanesi ile tabakhane de mevcut. Şehirde bir de içki imalathanesi var ki, burada sadece şehrin kendi tüketimi için günlük 60 fıçılık, yani 68 litre yapım sınırı ile bir rakı imalathanesi de var. Daha sonra tuzlanarak muhafaza edilmek üzere, hatırı sayılır miktarda balık ise, yakındaki Van Gölü’nden temin edilerek şehre getirilmekte. Burada üretilip büyük kısmı Avrupa pazarlarına ihraç edilen, yılda 1900 kg ile Akasya (Arap ) Sakızı ürünü de bulunmakta. Bitlis’te ikisi tüccarlara ayrılmış 7 adet han bulunmakta. Şehrin ticaretinde kullanılan 200 kervan atının yanısıra, şehir dışında da tutulan bir o kadar at var. Vadiler boyunca akan çay ve dereler üzerinde işler halde 32 değirmenle, yaklaşık bir o kadar sayıda olan taştan köprüler mevcut.
Fars Ülkesinde iken, Bitlis şehrinden geçmiş biri ile tanışmıştım bir keresinde. Bu bey o zaman Tahran’daki büyükelçilikten Diyarbekir’deki Türk kampına rapor getirip götürüyordu. Bana o zaman Bitlis’te 25 civarında kasap tezgahının var olduğunu ve sığır etinin satıldığını anlatmıştı. Eğer bu gözlem ve bilgi doğru idiyse, Doğu’da bulunan bir şehir için bu durum gerçekten dikkate değerdi.
Şehirdeki bahçelerde bolca meyve bulunmaktaydı. Bunlar elma, armut, kiraz, dut, değişik üzüm çeşitleri, ayva, kaysı, şeftali, farklı kavun türleri, incir, nar, fındık, ceviz ve onlarca adını duymadığım değişik meyvelerdi. Çarşıdaki tezgahlarda bolca mevsimin ilk meyve ve sebzeleri bulunmaktaydı, ki en çok göze çarpan ise salatalıkların bolluğuydu. Buranın insanları iklimin ferahlığı ve insanların uzun ömürlü olmasıyla övünmekteydiler. Onlara hak vermek zorundayım. Çünkü burada geçirdiğim zaman içerisinde, gündüzleri öyle çok ölümcül sıcak yoktu ve geceleri ise, ki açık havada uyuyordum, sakin, huzurlu, ferah ve temiz bir havaya sahipti. Erkeklerin dinç ve sağlam dış görünüşleri ile, çocukların gürbüz ve sağlıklı görünüşleri de iklimin bir vergisiydi. Gündüzlerimi mekanları ve kişileri ziyaret etmekle ve akşamlarımı da balkonda istirahat etmekle geçiriyordum.
Bir akşam balkonda sessizlik ve sükûnetin tadını çıkartırken, uzaklardan gelen bir müzik sesi eşliğinde söylenen şarkıları duydum. Bu müzik ve şarkıların sesi artarak ve yakınlaşarak evin ana girişinin önüne kadar geldi ve birden bire kesildi. Ne oluyor diye düşünmeye kalmadan, bizi ilk gün ziyarete gelen o bankacı, yanında 2-3 ahbabı, müzisyenler ve şarkıcılar eşliğinde balkonda bitiverdiler. Bankacı çok rahat bir şekilde yanıma oturdu ve çalgıcı ve şarkıcılara çalmaları için komut verdi. Evin sahibi tüccar ise yeni gelen misafirlerini eğlendirmek için hemen hazırlıklara başladı. Tabi bu arada bizim bankacı ilk günkü karşılaşmamız sırasında yapmış olduğu iltifat ve göstereceği misafirperverliği hususunda, daha önce verdiği sözleri, bu sefer daha da artırmış bir şekilde konuşmasına devam ediyordu. Bilhassa şehirde yapacağım gezme ve dolaşmalarımda onun kendi atlarını kullanabileceğim konusunda ısrar ediyordu. Ben de kendisine bir ders vermeyi düşündüğümden ne dediyse kabul ederek, yarın ona atların alınması için adam göndereceğimi bildirdim. Ertesi sabah atların alınması için giden uşağı gören bankacı tabii ki daha önce olduğu gibi vermiş olduğu sözleri unutmuştu. Ancak dün gece söyledikleri ve verdiği sözlerin kendisine hatırlatılması üzerine sanki kalbine inmişçesine atların uşağa teslim edilmesine istemeyerek de olsa izin vermişti.
Ben de elime geçen bu imkanın üzerine kurularak, şehrin daha ücra ve uzak kesimlerine gitme kararı aldım ve ilk önce Ermeni papaza saygımı göstermek üzere onu ziyarete gittim. Papazın bulunduğu kilise şehrin çok yukarılarındaki bir vadideydi. Bu kilisenin çanından başka herhangi bir özelliği yoktu. Çünkü ben böyle bir çanın sadece Ermenistan’daki Etchmiadzin katolik kilisesinde olabileceğini sanıyordum. Papazın kendisi de zaten iki kilise arasındaki kıyaslamayı nasıl yapacağını bilmiyordu ve tek bildiği diğerinin çok uzak bir yerde olduğu ve o yerin de Kürdistan sınırlarına uzak bir mesafede olduğuydu. Buradaki durum çok az da olsa varolan bir inanç ve ibadet özgürlüğünün işaretiydi. Çünkü Müslüman yobazları, Doğu’daki kiliseleri en asgari ayrıcalıkları olan çan kullanımından dahi mahrum etmiş ve kiliselerin dış görünüşlerine dahi tahammül edememişlerdir. Sürekli baskı görmüş ve korku içinde yaşamak zorunda kalmış Ermenilerin, burada atalarının eski sınırları ve asil dağları dahilinde, hür Hristiyanlar gibi huzurlu bir şekilde yaşıyor olmaları çok sevindiriciydi.
Papazı ziyarete geldiğimizde, kendisi kilisenin bitişiğindeki bahçede bir ağacın altındaki halının üzerinde oturuyordu. Bizim geldiğimizi gören papaz yardımcılarının desteği ile ayağa kalkıp bizi karşılayacaktı ki, biz hemen hızlanarak ayağa kalmasını izin vermedik. Titreyen ellerini ağarmış sakalları üzerine götüren muhterem papaz ‘ben yaşlı bir adamım’ dedi. Buradaki Ermeniler papazın yüzyirmi yaşında olduğunu söylüyorlar. Halının üzerinde onunla otururken, o da bize zayıf bir ses tonu ile uzun yaşamından bazı olayları aktardı. Bitlis’e yirmi sene once geldiğini ve ondan öncesinde ise İstanbul’daki Piskoposluk merkezinde bulunduğunu anlattı. Kendi halkına dair çeşitli bilgiler de paylaştı benimle. Bizler konuşurken içeriye 2-3 tane papaz girdi ve hürmet göstergesi olarak başlarını öne eğerek selam verdikten sonra bir kenarda saygı ve hürmetlerini gösterircesine yaşlı papazın önünde dizildiler. Bu davranışları hem çok anlamlı hem de çok etkileyiciydi. Bu tür davranışlara Türkiye’deki diğer yerlerde de şahit olmuştum. Belki de kimse merak etmemiştir bu özelliğe, ancak Doğu kiliseleri arasında bu tarz karşılama ve selamlaşma, pek o kadar da şaşırtıcı olmasa gerek .
Papazdan ayrıldıktan sonra, şehir merkezi yakınındaki büyük camiye gittim. Caminin iç mekanı karanlık ve kasvetli olduğu gibi, hiç ilgi çekecek bir şey de yoktu. Oraya kimseden gizlenerek gitmemiştim, ki bana refakatcilik yapan hizmetkarlar Hristiyan olduklarından zaten benim de onlar gibi (Hristiyan) olduğumu anlayacaktılar. Tam o sırada içeriye caminin imamı girdi ve en yakınındaki John’a kızgın bir şekilde benim Müslüman olup olmadığımı sordu. John ustaca bir soru ile hemen cevap verdi: ‘Müslüman olmayanların içeriye girmelerine izin veriyor musunuz?’. İmam da ‘hayır’ diye cevap verdi. Bunun üzerine John ‘ e ozaman niye soruyorsunuz Müslüman mı değil mi diye?’ Eğer Müslüman ise zaten bu soruyu sormanız yersiz, ve değilse niye o zaman içeri girmesine izin verdiniz?’ diye hemen atik bir şekilde cümle kurdu. John’un bu maharetli sorusu camideki cemaatin seslice gülmelerine neden oldu. Bunun üzerine imam özür dileyerek, bundan iki veya üç sene önce bir gavurun camiye girdiğini ve bir daha da böyle bir şeyin olmasını istemediğini dile getirdi. İmam ile John arasında geçen bu tartışmanın içeriğine hakim değildim, ta ki John daha sonra bana neler konuşulduğunu anlatana kadar.
Ben daha çok caminin mimarisine odaklanmaya çalışıyor ve inceliyorken, orada bulunan bir medrese hocası bana hemen arka tarafta bulunan bir medreseyi de ziyaret etme davetinde bulundu. Bu medrese, diğerleri gibi, bir avlu çevresinde konumlanmış, küçük alçak tarzda inşa edilmiş yapılardan oluşmaktaydı. Medresede beş tane hoca vardı. Hocalardan bir tanesi genç talebelerine hattatlık dersi vermekteydi. Başka bir hoca da avlunun bir köşesinde, tek bir talebeye ders veriyordu. Medresenin büyük hocası ise, ders vermeye o kadar odaklanmış ki, bizim geldiğimizi dahi fark etmemişti. Ancak onun öğrencisi hocasına olan saygı ile bizim oraya gelmemizden kaynaklanan dikkat bozukluğu ve merak arasında ikilemde kalmıştı. Ama artık gözleri hocasına pür dikkat kesilerek, avluda ne olup bittiğini boş vermesi gerekiyordu. Bitlis’te otuz iki camii ve sekiz medrese bulunmakta ve en büyükleri şimdi ziyaret ettiklerimiz. Bitlis’te 2000 Müslüman ve 1000 Ermeni aile yaşamakta. Bu rakamların doğruluğundan şüphem yok, çünkü konuştuğum hemen hemen herkes aynı sayıları verdi. Yine de benim verdiğim rakamlar yüzde yüz olmadığı gibi, gerçek sayıya yakın olarak hesaba katılmalıdır. Ayrıca, bir kilise ve iki papazları olan 50 Yakubi aile de var Bitlis’te. Hristiyan Yakubi kilisesine mensup olan bu aileler, belki de Kürdistan’ın kuzey bölgelerinde var olanların tümüdür. Bitlis ahalisinin Türkiye şehirlerinin aksine, daha rahat, neşe dolu ve şaşaalı bir tarzları vardı. Balkonumda otururken sürekli müzik ve eğlence sesinin nasıl gecenin sessizliğini deldiğini duyuyordum. Bu tarz davranışların öyle nezaket kurallarından süzülmüş bir hal aldığı pek söylenemezdi. Aksine son derece rahatsız edici bir tutum olarak da karşımıza çıkabiliyordu. Geldiğim ilk gününün sabahı uyandığımda birde baktım ki, yanlarında konakladığım ailenin tüm erkek fertleri karşı balkonda toplanmış benim üstümü giymemi izliyorlar. Bu da yetmezmiş gibi balkon ile oturma odasını bölen tül perdenin arkasına, evin geri kalan tüm bayanları birikmiş ve onlar da benim üstümü giymemi izliyorlar. Cesaretimi toplayarak ne yaptıklarını sorduğumda aldığım genel cevap ise ‘ e ne bekliyordunuz?, burası Kürdistan’ oldu.
Ben Bitlis’teki Ermenilerin toplum içinde karşılaştıkları saygınlık ve gördükleri itibarı başka hiçbir yerde görmemiştim. Sahip oldukları entelektüel düzey ve onlara burada gösterilen hürmet de ayrı bir olguydu. Buradaki Ermenilerin 8 kiliseleri ve 4 papazları var. Aslında bu kiliselerin her biri birer manastır görevi görmekteydiler ve içlerinde de hatırı sayılır sayıda keşiş de vardı. Ziyaret ettiğim kiliseler o kadar karanlık idiler ki, içerisinde neyin olup olmadığını pek göremedim. Kiliselerden iki üç tanesi büyük idiler ve tavanları sütunlarla desteklenmiş kemerler üzerine inşa edilmişlerdi. İç duvarları ise boyalıydılar. Bu kiliselerden sadece bir tanesinde Ermeni okulu var ve orada da iki yüz öğrenci mevcut. Burada gözüme çarpan sanki Muş’tan daha az yerleşik Kürd’ün olmasıydı, ki genellikle kışı şehirde geçirmek için dağlardan şehre geliyorlarmış, ancak yazın da şehirlerde görmek mümkündü onları. Bir gün konak kaldığım evin bahçesindeki asmalı çardakta otururken, avluya yaşlı bir Kürd girdi.
Yaşlılık ve hastalıktan dolayı kamburlaşmış bu yaşlı Kürdün gözlerinden, yorgunluğu da görülebiliyordu. Üzerinde dağlarda yaşayan Kürdlerin kullandıkları geleneksel silahlar ve kıyafet vardı. Bu yaşlı adam büyük sürü ve hayvan sahibi olan birisiydi. Ev sahibi ile bir kısrak satışı konusunda ticaret yapmak için buraya gelmişti, ki Ermeni ev sahibi de ayrıca taylardan da pay alacaktı. Satış ve anlaşma sağlandıktan sonra Kürd Ermeni’nin elini sıkıp, Allah üzerine yemin ederek, iş anlaşmasının kendi tarafına düşen kısmını teyit etti. Bu tür sözlü anlaşmalarda kutsal kitaplardan alıntı yapmak çok yaygın buralarda. Benim dağlarda göçebe yaşayan Kürdler hakkındaki intiba ile çevreden edindiğim bilgiler örtüşüyordu. Bunların sade ve kırsala uygun bir yaşamları vardı. Bu göçebe Kürdler şehre geldiklerinde kendilerine Müslümanız diyorlar, ancak dağdaki yaşamlarına döndüklerinde pek din ile alakaları yok. Kendi aralarında kavga, döğüş ve anlaşmazlıklar çok yaygın. Bu kavgaların çoğu da kanlı bitmekte. Konuşarak ve anlaşarak uzlaşma yok onlar için. Birbirlerinden korkup çekindikleri içinde hep silahlı gezinmekteler. Seyyahlar ve kervanlar için de tehlike oluşturuyorlar. Bu göçebe Kürdler benim diğer tanıdığım Kürdler gibi cesur ve itibarlı değiller. Gerçekleştirdikleri yağma ve soygunlar korkakça işler. Silahlı seyyahlara veya kervanlara ender saldırıyorlar, ki saldırdıklarında da kendileri çok kalabalıklarsa yapıyorlar bunu. Genellikle silahsız kervanlara ve korumasız köylere saldırıyorlar açıkçası. Erzurum’dan Bitlis’e, Van’dan Salmas’a (Urmiye tarafı) kadar olan tüm köyler bunların saldırılarına maruz yani. Bu yerleşim yerlerindeki ahali de bu saldırganlara nefret ile bakmakta.
Bitlis’te karşılaştığım başka ilginç bir karakter de, evinde konak kaldığım ev sahibinin yanında çalışan ve bazen beni ziyaret ederek benimle yemek yiyen, Mezopotamyalı bir Yezidi idi. Ben onun dini inancı hakkında ne kadar bilgi almak için gayret etsem de, o şaka ile karşılık vererek hiçbir bilgi paylaşmıyordu. Herhangi değişik veya farklı bir davranış gözlemlemedim onun günlük yaşam ve davranışlarında. Yalnız bir keresinde iki eliyle şarap kadehini tutması dikkatimi çekmişti, ki ben şahsen bu davranışın herhangi özel bir durum olduğunu bilmiyordum, ta ki Mezopotamya’daki tüm Yezidilerin kadehi bu şekilde tuttuklarını öğrenene kadar. Yezidilerin Hristiyan değerlerine ne kadar saygı gösterdikleri bilinmekte ve belki de onların böyle davranmaları; Hristiyan ayinlerinde de var olan ve bir sıvının yere dökülmesinin günah olduğuna inandıkları batıl inançtan kaynaklanan bir korkudan olabilir.
Bitlis hükümdarı olan Bey bir Kürd ve kardeşi de Muş Paşası, ki bu iki şehir birbirilerine bağlılar. Bey’in beni karşılama ve ağırlama tarzı, kendisinin ne kadar hür bir ruha sahip, bağımsız bir hükümdar olduğunun göstergesiydi. Bu ruh onun birisi tarafından atanmış bir validen ziyade, kendi toplumunu yönetme hakkına sahip bir lider, bir başkan havası yansıtmakta. Aynı ruh ve atmosfer Bitlis şehrinin ahalisinde de mevcut. Sultan hakkında pek kendilerine bir bilgi ulaşmadığı gibi, ahali de zaten kendi dağlarının arasındaki şehirlerinde ve kendi Bey’leri tarafından bir ülkeymiş gibi yönetilip yaşamaktalar. Bu his aslında Doğu’nun tümünde vuku bulan bir olgu ve bunu burada hep hissediyorsunuz. Türk’ün (Sultan’ın) ismi buralarda vatanseverlik çağrışımı yapmaz. Açıkçası zaten kendi yerel yöneticilerinin yetki ve hükümleri de o şehir veya mıntıkanın dışına da çıkamamakta. Bu en sonunki Sultan’ın bölgedeki valileri vasıtasıyla gerçekleştirdiği en kötü şeylerden biri, huzur ve sükunet içinde yaşayan köylüleri, İmparatorluğun ücra köşelerine göndermek üzere silah altına aldırmasıydı.
Bitlis’in kadim geçmişine dair sunduğu bir çok tarihi ve mimari eser de var şehirde. Ev ve bahçe duvarlarının yüzeylerindeki taş işlemeler göze çarpmakta. Ben şaha kalkmış iki aslanı tasvir eden bir taş kabartma da gördüm. Dikkatimi çeken başka bir yapı da, daha önce bahsi geçen hanlardan önceleri var olan, İslami mimari ile inşa edilmiş ve artık kullanılmayan çok eski bir medrese. Ancak en etkileyici ve ilginç olan eser, şehrin merkezi yakınında konumlandırılmış çok eski yıllarda yapılmış devasa kalenin harabesi. Kale sarp kayalıklar yamacına ve iki vadinin birleştiği bir noktaya yapılmış, öyle ki sokaktan yürüyen ve kalenin önünden geçen birisi, hemen üzerinde onlarca metre yükseğe uzanan kale burçlarından dolayı şaşırmakta. Kale içine sığınmış bir kaç fakir aile ile birlikte, duvarlardaki Arapça yazılar dikkatimi çekti. Bu Arapça yazılar, şehrin çok eskilerde de Sarazen hükümdarlar egemenliği altında kalmış olduğunun başka bir kanıtıdır.
Bitlis’te geçirdiğim vakit o kadar keyif vericiydi ki, ayrılık zamanımın yaklaşmış olması beni çok hüzünlendirmekte. Gönülsüz bir şekilde, bu cennet gibi yerden ve bu ilginç insanlardan ayrılmam gerektiği bilincindeyim. Ancak asıl görevim olan seyahatimin geri kalanını gerçekleştirmek için, her ne kadar daha tehlikeli bir yolculuk olacağını bilsem de, ‘hep ileri’ düşüncesi ile yola koyulmam lazım. Üzüntüm bir nebze de olsa, ev sahibimin benim ayrılma vaktimin gelmiş olmasına dair gösterdiği tavrı ile hafifledi. Çünkü daha önce de böyle tavırlar sergilemişti, ki hatta bir keresinde bana ‘ sizin Batı ülkelerinde davetsiz misafirliğe gidenlere ne yapıyorlar’ diye sormuştu bile. Ben de kendisine bizim oralarda otel diye konforlu konaklama yerlerinin olduğunu söylediğimde ‘ içini çekerek keşke Bitlis’te de öyle mekanlar olsaydı’ demişti. Doğrusu ben de keşke diye içimi çekmiştim. Ev sahibi bizlerin onun misafirperverliğinden en asgari düzeyde faydalanmamız gerektiğinde kararlıydı. Bunun yanında bizim burada konakladığımız süre içerisinde ev sahibinin bize bolca ikram ettiği tek şey rakı idi. Öyle ki John sürekli burada en ucuz şey rakı olsa gerek diye hep takılıyordu. Ev sahibinin beni evin içerisine almadığı zamanlar balkonda geçirdiğim o harikulade zamana açıkçası ayrıca müteşekkirim. O zaman içerisinde meditasyon yaparcasına gecenin serin ve sessiz anını, sabahların da kuş cıvıltıları içerisinde uyanma zevkini tattmıştım.
Bitlis’ten ayrılmadan bir akşam önce, şehrin önde gelen Ermenilerinden birinin evine davet edildim. Akşam üstü o eve vardım ve içeri girdiğimde başka misafirlerin de orada olduğunu gördüm. Odada ev sahibi en ön sırada olmak üzere herkes birbirilerine karşılıklı iki sıra halinde oturuyordu. Ben içeri girince herkes ayağa kalktı. Ev sahibi bana pencerenin olduğu yerdeki oyukta oturmam için yer gösterdi. Herkes oturduktan sonra önce şerbet, arkasından rakı ve tatlı ikram edildi, ki burada bu ikram akşam yemeği öncesinde hep yapılmakta. Bu akşamki önemli bir yemekti ve uzun süre öncesinden haber verilmişti katılanlara. Yemek servisi ve ikramı Doğu kültürüne has bir tarzda yapıldı. Yemekler ardı ardına birbirlerini izleyerek servis ediliyorlardı. Rakı kadehleri de ardı ardına masaya gelerek, misafirlerin ayıklıklarını etkileyecek düzeye ulaşıyorlardı. Ben görevim gereği içkiden uzak duruyordum, ki ev sahibi de aynı şekilde, yemeğe katılmadığı gibi sadece ayakta durarak hizmetkarlarına ne getirip ne götürmelerini söylüyordu. Bana gösterilen ilgi, alaka ve yapılan iltifatlar da içinde bulunduğum durum gibi Doğu kültürüne has bir tarzdaydı. Buraya gelişimin Allah’ın bir lütfu olduğunu mu söyleyenler, yoksa bahçede hiç yetişmemiş ancak birden bire yetişmiş bir gül gibi ortaya çıkışım mı, artık ne iltifatlar ne iltifatlar. Benimle birlikte olan John’a da iltifatlar ediyorlardı. Ona Sultan Mahmut’un sağlık, selamet ve faziletini taşıyan bir İstanbullu olduğunu söyleseler de, tarzları biraz şüphe uyandırıyordu. Yemekten sonra gece bir saatliğine Kürdçe şarkılar icra eden Kürd müzisyenlere bırakıldı. Eğlence sabahın erken saatlerine kadar devam etti. Ben ayrılmak için kalktığımda ev sahibi beni kapıya kadar geçirdi ve elimi öperek beni yolcu etti.
Biz Bitlis’ten 4 Temmuz sabahı ayrıldık. Tam şehirden ayrılmak için toparlanırken, Bitlis Beyi’nin müzisyenleri enstrümanları ile birlikte bizi eğlendirmek için çıkageldiler. İlk önce onları buraya bizim onurumuza Bitlis Beyi’nin gönderdiğini sandık, ancak müzisyenler bize şarkı hediye ederek uğurlamak için kendileri gelmişlermiş. Biz kahvaltı ederken onlar da bize müzikleri ile eşlik ettiler. Yola çıkarken yanıma bir Kürd koruma almanın en sağlam ve güvenli olacağını söylediğim zaman, Ermeni ev sahibi anında devreye girerek büyük bir istekle bana birini temin etmişti bile. Bana yolculuğum boyunca eşlik edecek Kürd sabah erken geleceğini söylemiş olmasına rağmen, öğlene doğru geldi. Üzerinde geleneksel Kürd giysileri vardı. Keçeden bir başlık ve Avrupalıların kıyafetine benzeyen, ancak bu çok daha geniş olan çizgili bir pantolon giymişti. Böyle modern tarzda bir kıyafeti Kürdistan’ın bu dağları arasında görebileceğimi hiç sanmıyordum ve çok afallamıştım ilk başlarda. Ancak daha sonra öğrendim ki bu tarz kıyafetler buralarda çok yaygın ve normalmiş.
Konakladığım evden ayrılırken, ev sahibinin bizleri uğurlarken sarf ettiği iyi niyet dilekleri çok cömertçe idi. Kendisine konaklamamızdan dolayı bir miktar para uzatmamı kabul etmese de, çocuklara ve ev ahalisinin giderlerine katkı olsun diye yine de verdim. Tam atlara binmiş evden ayrılıyorken sokakta başka bir müzisyen bizi karşılayarak, yol boyunca düzensiz çaldığı zurnasıyla bize eşlik etmeye kalkıştı. O sesin üstesinden ancak gümüş para sesi ile gelebildik ve sükuneti sağlayabildik. Sokaklar kadınlı erkekli kalabalıklarla doluydu. Biz kalabalığın bizim şehirden ayrılmamızla alakalı bir şey olduğunu düşünürken, öğrendik ki Mekke’den gelecek hacıların şehre girişleri haber alındığından, ahali onları karşılamak için yerlerini almak için toplanıyormuş. Batıda böyle bir karşılama olsa herkes ayakta ve hareket halinde yol kenarına sıralanıyorken, burada herkes yol boyunca oturmuş, ya birbirileri ile konuşuyor yada tütün içiyorlardı. Türkiye şehirlerindeki Hristiyanların böyle bir karşılamada yer almadığı gibi, genellikle o şehirlerdeki Müslümanlar büyük bir heves ve merak ile bu tür karşılamalarda yer alırlar. Ancak Bitlis’te durum çok farklı. Çünkü Müslümanlar kadar hemen hemen şehrin Hristiyanları da ilgi ve merak ile hacıları karşılamak için yerlerini almış bekliyorlar. Bu durum benim burada gözlemlediğim gibi, Bitlis’in bu iki toplumunun birbirileri ile ne kadar yakın ve samimi olduklarının bir ispatı idi. Kalabalığın arasından geçerken burada kaldığım zaman içerisinde tanışmış olduğum bir çok sima gözüme çarpıyordu, ki onlar da görür görmez ayağa kalkıyor ve Doğu kültürüne has o içten ve etkileyici tarzları ile bizleri selamlıyorlardı. Biz onlara ‘Sizleri Allah’a emanet ediyoruz’ diye söylüyorduk, onlar da bize ‘Allah sizlere selamet versin’ diye geriye cevap veriyorlardı. Sokaktaki küçük çocuklar dahi bize ‘hayırlı yolculuklar’ diliyorlardı. Bu iyi niyet dilekleri bir an bana önümüzdeki zor ve daha da tehlikeli yolculuk için iyiye alamet olacağı göstergesi oldu.
Bizler kalabalığın tam sonuna gelmiş ve şehirden çıkacakken, birden şatafatlı kıyafetleri ve asil duruşu ile at üstündeki genç Bitlis Beyi ve adamları ile karşılaştık. Bey’in o korkusuz tarzı ile huzur veren şen yüzünü halen hatırlıyorum. Bey ve adamlarının arkasına takılmış ayrıca epeyi bir kitle de vardı, ki Bey bize biraz eşlik ederken o kitle de Beyi takip ediyordu. Bu zaman içerisinde Bey’den şehrin tepelerinden birinde olan sarayında kendisini beklemediğimizden dolayı özrümüzü kabul etmesini rica ettik, ki bir keresinde sarayına uğradığımızı ancak onun orada olmadığını da söyledik. Bey bize iyi yolculuklar dileyerek, tekrar görüşmek temennisi ile ayrıldı ve biz de yolumuza devam ettik.
Yaklaşık beş saatlik at yolculuğundan sonra, Nemrut Dağı’nı geçerek Van Gölüne ulaştık.
Bu çeviri, Amerikalı Misyoner rahip Horatio Southgate’in 1838 – 1839 yılları arasında Bitlis’ten geçerken tuttuğu notların İngilizce aslına sadık kalınarak çevrilmiştir.
Asıl anlatım Southgate’in New York’ta yayımladığı
‘Ermenistan, Kürdistan, Fars Ülkesi ve Mezopotamya’ya Seyahat’ adlı eserinin I. cildindeki 201 – 231 sayfalarında mevcuttur.
Bitlisname.com kaynak gösterilmeden yayımlanamaz.
Baran Zeydanlıoğlu