Kürtler arasında “bedî-ûz zaman“ ünvanını ile anılan birkaç kişi var. Bunlardan sadece üç tanesine değinmek istiyorum. Bu adlar sadece Kürtler arasında değil, günümüzde müslümanlar arasında da anıla gelmekteler. “Bedî-ûz Zaman“ın anlamı “harikulade zeka ve hafıza”sı olan kişi anlamına  gelir.

Abuzer Bali Han / Araştırmacı Yazar

“Bedî-ûz zaman“ı, “zamanın harikası”olarak adlandırmak yerindedir. Bu ad, rastgele herkese verilen bir ünvan değildir. Birkaç milyon ve hatta milyar arasında, çok az düzeyde seçilen kişilere ancak bu ünvanın nasip olduğu görülür. Kürt asıllı “Bedî-ûz Zaman“lardan biri XII. yüzyılda yaşamış olan  “Bedî-ûz Zaman Ebûl-îz Îsmaîl bîn El-Razaz El-Cezîrî El Kurdî“ (1136-1206)’ dir. Diğer “Bedî-ûz Zaman“ ise Bedî-ûz Zaman Saidi Kurdi’dir. Bazıları O’nu, doğduğu yer olan Bitlis iline bağlı Hizan ilçesinin “Nurs” köyü olduğundan dolayı “Nurslu” anlamına gelen Bedî-ûz Zaman Saidi Nursi olarak da adlandırırlar.

  1. yüzyılda yaşamış olan Bedî-ûz Zaman Saidi Nursi’nin hayatı, hapis ve sürgünlerle geçmiştir. Ayrıca Rus-Osmanlı savaşında (1917) üç yıla yakın bir zamanını da savaş esiri olarak Rusların elinde esaret hayatını yaşıyarak geçirir. O’nun adı çağımızın en büyük İslam din alimleri arasında geçer. Bedî-ûz Zaman Saidi Kurdi’nin öğrencilik yıllarında temel İslamî bilimlerle ilgili 90 kadar kitabı ezberlediği söylenir. Bu konu kendi başına bir araştırma konusu olacak kadar derin ve boyutludur.

Kürt asıllı olan ve XII. yüzyıla yaşamış Bedî-ûz Zaman Ebûl-îz Îsmaîl bîn El-Razaz El-Cezîrî El Kurdî, adının sonundaki  “El-Cezîrî El Kurdî de gösteriyorki O, tarihe “Cizreli Kürt İsmail“ olarak geçmiş. Bazı bilim adamlarının O’nu Türkmen veya Arap kökenli oluşunu vurgularken, onların ard niyetli olduklarını vurgulamak yerinde olur. Kürt halkını küçük gören veya tanımıyanların kendi kökenleriyle bir sorunlarının olması gerekir. Zira Allah insanları ayrı ayrı, ırk ve boylardan yaratmıştır!.. Kur’an’da Allah derki: “Ey insanlar, gerçekten biz, sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için, sizi halklar ve kabileler olarak mevcut kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün ve kerim olanınız, ırk ya da soyca değil, ancak takvaca (günahtan sakınma) en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir ve haber alandır.” der… Bu üstün ırk ayırımını yapanların, bir taraftan bir halkı tümden inkar ederken, diğer yandan da o halkın “Bedî-ûz Zaman“ simalarını kendindenmiş gibi saymak kadar insanda kompleksli bir hastalıklı zihniyet ve yaşam tarzı düşünülemez! İslamda ırkçılık yapanların hem suç ve hem de günah işlediklerini bir kez daha vurgulamakta yarar var sanırım.

Bedî-ûz Zaman Ebûl-îz Îsmaîl bîn El-Razaz El-Cezîrî El Kurdî’nin hem yaşadığı coğrafyaya, hem de tüm dünyaya çağlar öncesi bilim ve teknikte 50 kadar mekanik buluşlarıyla yeni bir çağın önünü açmıştı.

Diyarbakır Artuklu Sarayı’nda 25 yıl başmühendislik görevini yapan Cizreli İsmail, tüm yeni buluşlarını Arapça olarak yazdığı “Kitab-ül Camii Beyn-el ilmi vel-amel En Nafi-i fi Sınaat-il hiye, Cezîra Botan, 1183 – 1208” kitabında renkli şekillerle hazırlamış. O dönemde Artuklu Sarayı’nın resmi dili Arapça’ymış.

Cizreli İsmail, dünya bilim adamları tarafında “Dünyanın ilk modern fizikçisi” olarak adlandırılır. O’nun adı dünyada ilk kez robot ve kompüterin temelini atan kişi olarak bilinir. Mekanik ve dinamik konularında O’nun yapıtları dünyada bu konuda atılan ilk örneklerdir. O, sibernetik ve robotik alanının ilk buluşçusu, su saatleri, otomatik kontrol düzenleri, fıskiyeler, kan toplama kapları, şifreli anahtarlar gibi ve pratik birçok düzeni tasarlayan ve pratikte onları uygulayandır. Sibernetik bilim ise, insanlarla makinalar arasındaki kontrol etme ve yönetme ilişkisi üzerinde duran bilimin adıdır. Gerçi bu buluşlar konusunda Fransızlar Descartes ve Pascal’ı, Almanlar Leibniz’i, İngilizler ise R. Bacon’un adını verseler de, Cizreli İsmail’in yaşadığı çağ ve buluşları ile bu görüşlere örnek olarak gösterilen ve çok sonraları yaşamış olan adı geçen bilim adamlarının bu konuda ilk olmadıklarını da kanıtlamaktadır.

Kürtler arasında çok büyük din alimleri çıkmış. Çoğu da egemen devletlerin hizmetinde şeyhülislamlığa kadar yükselmişler. Ne yazık ki çıkarılan fetvalarla, kendi halkının aleyhine olanlara da bu adamlar imzalarını atmaktan geri kalmamışlar. Osmanlı Sarayı’nda ve daha sonra da cumhuriyet dönemindeki bazı Türk devlet büyüklerinin Nakşi Tarikatı’nda olduklarını vurgularsak, tarikatın sadece Kürtler arasında değil, Türk ve Araplar arasında da yaygın olduğunu vurgulamış oluruz!..

Kürtler arasında yetişmiş olan diğer büyük bir din alimi de Mevlana Halid’dir. O, Güney Kürdistan’da dünyaya gelmiş ve iyi bir dini eğitim gördükten sonra halk arasında adı sıkça duyulmaya başlamış. Kısa bir süre içerisinde tanınan bu din adamına Barzan şeyhleri karşı çıkarak, O’nu etkisiz klılmak istemişler! Bu karşı çıkış aralarındaki rekabeti daha da alevlendirmiş. Mevlana Halid, öldürme korkusuyla önce Bağdad’a, daha sonra da Şam’a gitmek zorunda kalmış. Mevlana Halid, ömrünün geriye kalan kısmını Şam’da geçirerek, vefat ettiğinde, Şam’ın doğusuna düşen bir dağın eteğindeki kabristanda ve adı ile anılan türbesine defnedilir.

Mevlana Halid’in Arapça olarak gerçek adı “Mewlana Xalîd Al Kurdî-Şehrezorî”dir. Türkiye ile Suriye’yi ayıran, Afrin ile Kilis arasındaki dağa “Kürt Dağı” denilse de, Şam’da bir dağın eteğindeki büyük bir yerleşim yerine de Araplar “Cebbel Akrad” yani Kürt Dağı derler. Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bu yerleşim bölgesinin gerçek adı ise Kasiyün Dağı’dır. Bu dağlık araziye tırmanmadan önce eski büyük bir mezarlığa rastlanılır. Mezarlığın tam ortasında büyük, kubelli bir yapı insanın dikkatlerini üzerine çeker. Eski harflerle kabrin üzerinde: “Mewlana Halid-i Bagdadi Hazretleri ” diye de not düşürülmüş!..

Kabir üzerine yazılan bu notu okuduğumda daha önceleri “Mewlana Xalîd Al Kurdî-Şehrezorî” diye bir İslam din aliminin adını biliyordum. Sonra kendi kendime acaba “Mevlana Halîd-î Bagdadî Hazretleri” ile “Mewlana Xalîd Al Kurd Şehrezorî” ayni adlar mıdır? diye kendi kendime soru yöneltmiştim. Daha sonra yaptığım araştırmada her iki adın ayni ad olduğunu görmüştüm. Aradaki fark Arapların O’nu Arapmış gibi gösterip Bağdatlı anlamındaki “Mevlana Halîd-î Bagdadî Hazretleri” adıyla Kürtler ise O’nun doğduğu Kürt şehri olan Şehrezorlu Halid anlamına gelen “Mewlana Xalîdê Kurdî Şehrezorî” adını tercih ettikleri bilinir. Ayrıca O’nun diğer bir adı da “Hazreti Mevlana Halid Zülcenaheyn”dir. “Zülcenaheyn” demek yani O, „Hem Kadiri Tarikatı’nda, hem de Nakşi Tarikatı’na mensuptur!” anlamını taşır. Fakat O’nun Nakşî Tarikatı sıfatı, diğer Kadiri Tarikatı sıfatından daha ağır basar!..

Mevlana Halid’in kabrinin etrafında Botan Beyi Bedirhan Paşa’nın (1803-1869) Osmanlı-Kürt savaşından sonra Osmanlıya esir düşmesi, sonraları Abdülhamit Han tarafından af edilerek Şam’da görevlendirilmesinden sonra, ölünce de Mevlana Halid Hazretleri’nin kabrinin yanına gömülmesi onların aralarındaki dini bir bağın belirtisini de ortaya koymaktadır. Bedirhani şeyhlerinin de tarikat sahibi oldukları bilinir. Şamlılar bu kabristana zamanla Bedir Han Paşa’dan başka Celadet Ali Bedir Han ve diğer Bedirhanilerin de bir arada gömülmesi nedeniyle buraya „Kürt Kabristanı” adını vermişler.

Mevlana Halid’in doğduğu Şehrezor ise Güney Kürdistan’da birçok Kürt din alimini yetiştiren bir yöre. Birkaç örnek verirsek Fatih Sultan Mehmet Han’n Hocası olan Molla Gorani (1410-1488) diğer gerçek adıyla Ahmed bin İsmâil bin Osman Gorani, Kürt olup Goran kasabasında dünyaya gelmiştir. Bu konuda değişik görüşler olmasına rağmen, Gorani’nin çağdaşı olan Sehavî’nin verdiği bilgiye göre O, 1410 veya 1411 yılında Kuzey Irak’taki Şahrezor’un Goran kasabasında doğduğunu belirtir. Bu bilgi ise O’nun hakkında söylenen en doğruya yakın olan bilgidir. Yine Kanuni Sultan Süleyman’ın hocası olan Şahrezorlu Ebû Suûd Efendi (1490-1574)  büyük bir İslam alimi olarak tanınır. Kanuni döneminde padişaha hocalık ve daha sonra da kanun ve nizamnameleri yapmada büyük katkı sunmuştur. Ayrıca Şeyhülislam olarak da görev üstlenen ve günümüze kadar halen O’nun adı tartışılan fetvalara karışır. Yine büyük bir İslam alimi olan Takiyüddin İbn Salah Abdürrahman Şehrezorî de ayni yörede yetişen diğer tanınmış İslam din alimlerinden biridir!…

Mevlana Halid, daha küçük yaşta iken Kur’an’la öğrenimine başlar ve Kur’anı hıfzeder. Anadili olan Kürtçe’nin yanı sıra Osmanlıca, Farsça ve Arapça’yı da çok iyi bir şekilde öğrenir. O dönemde zamanın en önde gelen din alimlerinden çeşitli dersler alır. Mevlana Halid İslami ilimlerin yanında matematik, geometri, astronomi, coğrafya gibi bilimlerde de söz sahibi olarak kendini çok iyi yetiştirir. Molla Abdulhalim Zeyyarî’den Mantık derslerini alır. Kürt alimlerinden Şeyh Abdurrahim ve Şeyh Abdulkerim Berzenci’den Hikmet ve Kelâm’a dair dersler alarak bilgisini geliştirir. 1799 yılında hocası Seyyid Abdülkerîm Berzencî ölünce Mevlana Halid, çok genç yaşta olmasına rağmen Süleymaniye’deki medresenin müderrisliğini (profesör) üstlenir. Böylece yirmi bir yaşında iken bir çok talebe ve alime üstad (hoca) olur. Bu medresede yedi yıl kadar müderrislik yaparak dersler okutur.

Süleymaniye’den Bağdad medreselerine geçerken bilgi ve görgüsünden dolayı büyük İslam alimleri O’na “Mevlana” adını verirler. Bu nedenledir ki Bağdad’a gidip tanınmasından sonra Araplar O’na “Mevlana Halid-i Bağdadi” demişler. O, zahirî (görünen) ilimleri elde ettikten sonra manevî olarak kendini bir boşlukta yaşadığını hisseder. Bu nedenle Tasavvuf yolunda ilerlemeye karar verir. Bu kararından sonra kendisinden daha bilgili olan ve kendisini terbiye edecek bir yol göstericisini aramaya başlar. Ayrıca “zamanı gelmiştir” diyerek Hac görevini yerine getirmek ister. Hac için yolculuğa çıkar. 1805 yılında Hac yolculuğunda Şam alimlerinden büyük saygı görür. Bu alimler arasında Mustafa Kürdi adlı bir alimden “Kadiri” tarikatı icazetini alır. Hac’a vardığında “tanışmak istediğim mürşidi bulurum” diye arayış içine girer. Tanıştığı bir kişiden “Sen aradığın kişiyi ancak Hindistan’da bulursun” diye bir nasihat alır! Bu nasihattan sonra O, Hindistan yolculuğuna hazırlanır.

Mevlana Halid, Kürdistan topraklarını terk edip Acemistan’a geçince Tahran’a uğrar. Sonra bazı diğer şehirleri ziyaret ederek Semnân’den Nişabur’a geçer. Daha sonra Meşhed’e geçerek  orada bulunan on iki imamın dokuzuncusu olan Musa Kazım’ın oğlu İmam Ali Rıza’nın türbesini ziyaret eder. Meşhed’den sonra Acemistan’ı terk ederek Afganistan topraklarına geçer. Hirat’tan Kandehar’a, oradan da Kabil ve Peşever’e gider. Uzun bir yolculuktan sonra Hindistan’ın Delhi şehrine varır. Orada aradığı büyük İslam Tasavvufçusu olan Abdullah Dehlevi’yi bulur ve O’nun huzuruna çıkar. Dehlevî Hazretleri tarafından kısa bir denemeden sonra Mevlana Halid’i öğrenciliğine kabul eder. Mevlana Halid’in tasavvuf yolculuğu da böylece başlamış olur. Ancak İslam alemince tanınan Mevlana Halid’e dergahta tuvalet ve yerleri temizleme görevi verilir. Verilen işi küçümsemeden hakkıyla yapar. Beş ay kadar kısa bir sürede Abdullah Dehlevi Hazretleri’nden üstün icazet görevini alarak beş ayrı tarikata “Şeyh” olarak vazifelendirilir. Bu tarikatların adları ise şöyle sıralanır:

  1. Nakşibendi Tarikatı
  2. Kadiri Tarikatı
  3. Sühreverdi Tarikatı
  4. Kübrevi Tarikatı
  5. Çeşti Tarikatı

Başarılı bir sınavdan geçen Mevlana Halid, Abdullah Dehlevî Hazretleri tarafından irşad (doğru yolu gösterme) görevi amacıyla O, geri geldiği yöreye gönderilir. Mevlana Halid, önce bugünkü Kürdistan Federe Devleti’nin sınırları içerisinde yer alan Süleymaniye şehirine, daha sonra Bağdat’a yerleşerek edinmiş olduğu ilim ve irfanı yaymaya çalışır. Başta Nakşi usulüyle irşad faaliyetlerine başlar. Kısa bir süre içerisinde günden güne müritleri çoğalır. Bu sayede O, “Nakşibendi Tarikatı”nın “Halidi” kolunun kurucusu olur. Bir rivayete göre, o dönemin Bağdat Valisi Said Paşa dahi O’nun talebeleri arasında yer alır. O dönemde sadece başlangıçta Kürt alimi olarak bilinen Mevlana Halid, artık tüm İslam aleminin bilgini olarak tanınır. Her memleketten kendisine koşan talebelerini yetiştirdikten sonra İslam dünyasının dört bir yanına onları geldikleri yerlere  geri gönderir.

O’nun günden güne halk üzerinde artan etkisinden hoşnut olmayan bazı şeyhler ile arası açılır. Bu açılma insani sınırları zorladığından dolayı Mevlana Halid, Irak topraklarını terk etmek zorunda kalarak Şam şehrini kendine mekan eder. Şam’da iken Kudüs’e giderek Mescid-i Aksa’yı ziyaret eder. Kudüs halkından büyük saygı ve sevgi görür. Kudüs’ten de Ruha’ya (Urfa) geçerek o mübarek peygamberler diyarını ziyaret eder. Kim bilir belki de son günlerinin yaklaştığını düşünerek O, bir helalleşmeyi yerine getirdiği kanısındaydı!..

O’nu hazmedemiyenler, ulu evliyayi Bağdad’ta olduğu gibi Şam’da da rahat bırakmadılar! Şam’daki çalışmalarından rahatsız olanlar O’nu Osmanlı Padişahı olan Sultan II. Mahmud’a şikayet ederler. Gerekçe olarak da toplumu isyana teşvik etme ve devlete baş kaldırmayla O’nu suçlandırmaya çalışırlar. Sultan II. Mahmud Han, Şeyhülislam Mekkizade Mustafa Asım Efendi’yi huzuruna çağırarak şikayeti görüşür. Mustafa Asım Efendi, alim ve dindar bir kişiliğe sahipti. Padişaha şöyle der: “Ey müminlerin emiri! Allahü Teala Kur’an’ı Kerim’in Hucürat süresi ve 6. ayetinde mealen derki: Size fasığın biri haber getirirse onu iyice araştırın.” der. Görüşüm odur ki, O’nun halini araştırıp açığa çıkarabilecek güvenilir iki kişiyi bulup (Şam’a) yollayınız. Hiç sezdirmeden gitsinler, araştırmalarını yapıp, dönsünler.” buyurur.

Bunun üzerine Sultan II. Mahmud Han, iki kişiye derviş elbiselerini giydirip O’nu araştırmak için onları Şam’a gönderir. Derviş kıyafetiyle Şam’a gidenler gizlice araştırmaya başlar. Mevlana Halid’in büyük sezgisi, bu zatların gelişinin nedenini kendi sezgi gücüyle his eder. Mevlana Halid Hazretleri bir gün bu iki şahısı yemeğe davet eder. Önce silah deposu diye padişaha şikayet edilen evinin tüm bölmelerini dolaştırır. Bu arada da onlara kendinin özel durumunu anlatır. Bağdat’ta O’nu şikayet edenler, Şam’da da  O’nu rahat bırakmıyorlardı! Artık O’nun kendisi için gizleyecek bir yanı da yoktu. Her iki derviş Mevlana Halid’e hayran olup, Şam’da gönüllü olarak kalmak isterler. O’na çırak olarak kalıp, tasavvuf yoluna girerler. O’nun huzurunda kalıp, İstanbul’a geri dönmek istemezler. Mevlana Halid, onları geri İstanbul’a göndermeye ve padişaha gerçek durumun anlatılmasına ve olayın aydınlanmasına ikna eder. Onlara derki:”Aldığınız görevi yerine getirdikten sonra, isteyen buraya geri döner veya istiyen İstanbul’da kalır. Bundan sonrası için artık bir günahınız yoktur.” der. Bunun üzerine geri dönen görevli iki kişi Sultan II. Mahmud Han’a şikayetlerin asılsız olduğunu bildirirlar. Sultan da buna sevinerek, bu kişilerden birini Mevlana Halid’e hizmet etmek için geri Şam’a gönderir. O giden şahıs Şam’da Mevlana Halid’in hizmetinde bulunur. Mevlana Halid, Şam’da vefat edince, sonraları vefat eden bu bakıcısı da Mevlana Halid’in türbesinin yanına defn edilir.

Mevlana Halid bu çalışmalarıyla Nakşibendi Tarikatı’nın Halidilik kolunu Avrupa’dan Asya’ya ve Arfika’ya kadar uzanan memleketlerde yayar. O’nun öğretisi etrafında toplananlar günümüzde dahi sayısı çok kabarık olan bir insan seli gibi coşup gelişirler…”Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz!” sözü, sanki yıllardan beri dini görüşlerinden dolayı ezilen Kürt insanların mücadele dışı bırakılmaları, onları egemen devletlerin kucağına itmiştir… Dini Kürt unsurlar bir kez kendilerini ulusal davaya adadılar mı? ölene kadar davalarına sadık kalarak mücadelelerini yılmadan sürdürürler!.. Bir solcu kişi olarka bu soruyu kendime ve benim gibi düşünenlere yönelttiğimde, bu konuda ne diyeceğimi pek de netleştiremiyorum!  Bölük, börçük olan 40 Kürt sol siyaseti, tümü de birbirine karşı iken, dini inaçları ağırlıkta olan Kürtleri de gerici sayarak saf dışına itmenin cezasını Kürtler çok çekti. Solcuyuz diye Sovyetlerin ve sosyalist sistemin tüm güçleriyle destekledikleri Faşist Saddam’ın arkasında nasıl durduklarına şahit olduk. Solda olan  bizler de arkasına düştüğümüz birçok sol Kürt liderine az mı uşaklık ettik? 1975 yılında silahlı mücadeleyi sürdüren rahmetli Barzani güçlerini, Saddam Hüseyin’in faşist güçleri Sovyet Mig savaş uçaklarıyla bombalarken, feofalizm tasfiye ediliyor diye alkış çalan sol Kürt liderlerine az mı eşlik ettik? Bu hiyaneti zamanla görüp ayrılan binlerce Kürt yurtseveri aktif mücadeleden safdışı edilmediler mi? Eski sol liderlerin çoğu halen o yanlış siyasetini ulusal birliğin oluşmasında düşmandan yana kullanmıyorlar mı? Hatta yakın geçmişte Kürt iç ihanetini solcu geçinen YNK ve Goran grupları Kerkük’ü Irak’ta bir nevi DAIŞ rolünü oynayan İran yanlsı dinci askerlere bırakmadılar mı? Neticede bu durum tüm Kürt özgürlük mücadelesine büyük bir zarar vermedi mi?!.. Mevlana Halid’in, Said-i Kurdi (Nursi)’nin yolunda giden diğer Kürt dini şahsiyetlere Kürt devrimcileri daha ne zamana kadar onlara sırtlarını dönecekler?.. Günümüzde Afrin’i faşist saldırganlara bırakanlar eski Sovyetlerin adamları değil mi?..

Lenin“nin:“Her halk kendi kaderini serbestçe tayin eder!”  fikri tüm dünya halklarına uygulanırken bu uggulamayı neden Kürtlere ve Kürdistan halklarına uygulamadı sorusu insanın aklına geliyor! Hele birçok Kürt solcunun savundukları Stalin zamanında  Kızıl Kürdistan Cumhuriyeti’nin yıkılışı O’nun eliyle olmadı mı? Orda yaşıyan Kürtler Sibirya ve Kazakistan’a sürülmediler mi? Ya 1946/47’de kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti, Sovyet askerlerinin çekilmesi ve yardımların kesilmesiyle şahı destekleyen İngilizlerin zülmüne bırakılmadı mı? Son olarak Putin denilen Rus başkanı Afrin’i Işıd cellad ve destekleyicilerine  satmadı mı?..

İnsanın aklına bir Kürt olarak şu soru geliyor. Yabancı ideolojilerden uzak olarak tüm ulusal güçlerin solcu devrimcisinden dinci ulusalcısına kadar hepsinin bir çatı altında birleşmeleri gerekmez mi? Kürtleri bölen solcu ideolojilerin ağa babalarının mirasını bugünkü Rus yöneticileri paylaşıyor! Amerikalıların tutumları ise her zaman Kürtlere karşı Rusların yaptıklarından farksız olmamış! Ruslar gibi yarın ne yapacakları pek de belli değil! Molla Mustafa Barzani’nin 1975’teki Amerika yolculuğunun ardında ve kısa sürede oluşan duruma kahrederek ölmesi, silahların bıraktırılmasıyle onlarca kahraman peşmerge ve komutanlarının kendi canlarına kıyılmaları daha dün gibi hafızalarda unutulmadı!..

Kürdistan, ünlü müslüman din adamlarının yetiştiği bir diyar. Onlar öylesine kendilerini İslam dinine adamışlar ki, diğer yanda da kendi ırklarını ihmal edecek kadar Kürtlüklerini öne çıkaramamışlar!.. Örneğin, Selahadfdin Eyübi gibi!.. Buna uygun düşen diğer bir örnek ise Mevlana Halid Hazretleri’dir. O’nun tarikatında olan kişilerin çoğu egemen devletleri yöneten kadrolar arasında yer alıyorlardı. Kürtlerden dini öğrenen bu zatlar, sonraları dini Kürtlere karşı kullanarak,  bugüne kadar Kürtleri kendilerine hizmetkar yaptılar! Günümüzde ise yine İslam dini, Kürtlerin asimile edilerek yok edilmesinde, yine Kürtlere karşı egemen devletler onu bir silah olarak kullanılmaktalar. İşin en acıklı diğer bir yanı da Kürtlere yapılan bu zülmü, egemenlerin yanlarına aldıkları Kürtlerin alkış tutmalarıdır! Mazlum bir halkı ezen zorbaların yaptıklarını hiç bir din ile açıklamak mümkün değildir!..

Şehrezorlu olan Mevlana Halid, Bağdad’a yerleşince, Araplar hemen sahip çıkarak O’na „Mevlana Halidi Bağdadi“ adını boşuna takmamışlar. Aslen Kürt olan Mevlana Halid Hazretleri, “Silsile-i Aliyye” denilen büyük İslam evliyâullâh halkasının sıralanışına göre, otuzuncusu sırada olduğunu, aşağda verilen listede görülmektedir.

Silsile-i Aliyye hakkında değişik tarikatlara göre yapılan listeler olmasına karşılık, şu aşağdaki listeyi okuyucuların dikkatine sunmak istiyorum. Bu listeye göre:

Mevlana Halid’in Silsile-i Aliyyesi:

  1. Peygamber Efendimiz
  2. Hazreti Ali Efendimiz
  3. Selman-ı Farisi
  4. Kasım bin Muhammed
  5. Cafer-i Sadık
  6. Bayezid-i Bistami
  7. Ebul Hasan Harkani
  8. Ebu Ali Farmedi
  9. Yusuf-i Hemedani
  10. Abdülhalık-i Goncdüvani
  11. Arif-i Rivegeri
  12. Mahmud-i Encirfagnevi
  13. Ali Ramiteni
  14. Muhammed Bâbâ Semmasi
  15. 15. Seyyid Emir Gilâl
  16. 16. Seyyid Muhammed Behaeddin Buhari
  17. 17. Alâüddin-i Attâr
  18. 18. Yakub-i Çerhi
  19. 19. Ubeydullah-i Ahrâr
  20. 20. Kâdi Muhammed Zâhid
  21. 21. Derviş Muhammed
  22. 22. Hâcegi Muhammed Emkenegi
  23. 23. Muhammed Bakibillah
  24. 24. İmam-ı Ahmed Rabbani
  25. 25. Muhammed Masum Faruki
  26. 26. Seyfeddin Faruki
  27. 27. Seyyid Nur Muhammed
  28. 28. Seyyid Mazhar-ı Can-ı Canan
  29. 29. Seyyid Abdullah Dehlevi
  30. 30. Mevlana Halid-i Bağdâdi
  31. 31. Seyyid Abdullah Şemdini
  32. 32. Seyyid Tâhâ-yı Hakkâri
  33. 33. Seyyid Muhammed Sâlih
  34. 34. Seyyid Sıbgatullah-i Hizâni
  35. 35. Seyyid Fehim-i Arvâsi
  36. 36. Seyyid Abdülhakim-i Arvâsi
  37. 37. Hüseyin Hilmi Işık Efendi

Yine “Silsile-i Aliyye”nin son halkalarından biri de Bediüzzaman Said-i Nursi olabileceği görüşü bazı büyük İslam alimlerince kabul görür.

Mevlana Halid, kendi çağında ve daha sonraları “alimler alimi” ve “Şemsü’ş-şümûs” yani “güneşler güneşi” olarak adlandırılan büyük bir İslam alimiydi. O, kendi döneminde sadece dini ilimler üzerine eğitim almakla yetinmemiş, diğer yandan fen ilimlerine de merak sarmış. Keskin zekası ve ilime olan yakınlığı sayesinde kısa bir sürede Kur’an tefsirinden hadise, kelamdan akaide, edebiyattan hikmete, fen bilimlerinden matematikten astronomiye ve diğer birçok alanlarda kısa sürede ilmin zirvesine erişir… Bu nedenle herkes tarafından büyük bir hürmet ve saygıyla sevilmiştir. O’nun için denilirki: “Hakîkatin sırlarına, sırların da hakikatine muttali idi.” denilir.

Nakşibendilik Tarikatı, Mevlana Halid ile başlamış bir tarikat değildir. Bu tarikat ilk kuruluşu Türkistan”da yaşayan Muhammed Bahaüddin (1318-1389) tarafından kuruldu. Kelime olarak “Nakşibend”in anlamı Farsça “nakış yapan” anlamında kullanılır. Bu adın “Kalbi işlediği, kalbin üzerine süsler yaptığı için” kurucusunun adının sonuna “Nakşibend” kelimesi eklenerek yapıldığı söylenir. Muhammed Bahaüddin de hocası olan ve O’ndan önce vefat eden Abdülhalik Gücdivani tarafından yetiştirildiği söylenir. Şeyh Nakşibend, Buhara yakınlarında Kasr-ı Arifan’da doğmuş ve tüm ömrünü orada geçirerek vefat etmiştir.

Mevlana Halid, Nakşibendi Tarikatı’nı Batıya karşı siyasi üstünlüğünü kaybetmeye başlayan İslam dünyasına yeni bir dinamizm kazandırdığı için O’na “isyancı tarikat” anlamını verenlerin dayandıkları hiç bir canlı kanıtları yoktur. Ayrıca Irak’taki Kürtleri kastederek bazı internet yayınlarında Mevlana Halid isyankar mıydı? sorusu da akla gelen bir soru. Bu nedenle de padişah tarafından sorgusu da yapılmış! Mevlana Halid Hazretleri’nin „her halkın özgür olmasını gerekir” savunması kadar doğal ne olabikir? O’nun bu görüşü her millet için uygun ve hoş karşılanır. Fakat müslüman ülkelerde bu hoşgörünün sırası Kürtlere gelince, Kürtler hep birilerinin zülmü altında yaşasın, anlayışı ise İslamla çelişir. Zira hiç bir varlık yaratılırken ırk, renk, cinsiyet ve fiziki yapısını seçme özgürlüğüne sahip değildir. Allah, her canlıyı nasıl yaratmışsa, o mevcut şartlara göre yaratılmıştır. Bu nedenledirki hiç bir kavim veya topluluk renk ya da bölgesel konumları itibarıyla bir diğerlerinden üstün değildir. Belki üstünlük Yaratıcı’nın emirlerine bağlılıkla orantılı olarak tezahür eder. Kur’anda Yüce Allah buyururki:”Ey insanlar biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, en çok sakınanızdır. Allah bilendir. Her şeyi heber alandır.” (Hucurat:13) Diğer yanda diller ve renkler Allah’ın birer ayeti olarak Kur’an-ı Kerim’de zikredilmektedir. Yüce Allah buyurur ki,”O’nun ayetlerinden biri de, göklerin ve yerin yaratılması, diliniz ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda, bilenler için ibretler vardır.” (Rum:22, alıntı: Said-i Kurdi Moschee, 2010).

Çünkü İslamda tüm kavimler eşit, birinin diğerini ezmesi söz konusu değildir. Mevlana Halid’in “Bağdadi” tanımlaması O’nun “Kürdi” yönünün saklanılarak, Kürtleri küsümseyen zihniyetlerde kaynaklanmaktadır. Kürtlerden bir şey çıkmaz anlamındaki Türk atasözü “Ağaçtan maşa, Kürt’ten paşa olmaz!” sözü ise Kürtleri küçümsemede doruk noktasındadır. Diğer bir deyişle “Kürtlerden alim olmaz!” görüşünü Bediüzzaman’ın adını ve kullandığı terimleri değiştirmede de görmekteyiz…

Mevlana Halid, sadece Bağdad’ta iki yıl kalmasına rağmen Mevlana Halidê Kurd Şehrezori adının “Bağdadi” lakabının Arap ve Türkler tarafından kullanıla gelmesi yukardaki ayetle çelişir. Hatta bazı Türk ve Arap araştırmacılar alenen Mevlana Halid’in Kürt kişiliğini dahi sürekli olarak gizlemişlerdir. Halbuki her millette büyük din alimleri var. Söz gelişi bir Kürt araştırmacı nasılki Arap ve Türk kökenli bir alimi Kürt gibi göstermesi yakışıksız ise, bir Arap veya Türk araştırmacısının da bir Kürd’ü Arap veya Türk gibi göstermeleri de o kadar yakışıksızdır!..

Nakşibendi Tarikatı’nın Halidiye koluna bağlı olan Nakşiler, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Batı taklitçiliğine karşı çıkan ilk islam toplumu arasında yer alırlar. Osmanlı devletinde önemli mevkilerde bulunan Nakşibendiler İslam’dan uzaklaşma hareketleriyle hep mücadele edegelmişler. Ayrıca Nakşibendilik, yenilikçi diye adlandırılan nasiyonalist Türk akımları tarafından hep gericilikle suçlanılmıştır. Halbuki başka halklara zulmedenlerin, onların dilini ve dinini yok sayan veya küçümseyenlerin ilerici ve çağdaş olmaları bir yana, hatta dini bütünlüklerinde bile şüphe edilir!

İnsanı insan yapan din, iman, aldığı bilim ve doğru terbiyedir. Bugün insan hakları dünyanın her yerinde tartışılan ve ortak değerlere varılan kararlar doğrultusunda çözümler üretilmektedir. Halen bir miletin diğer bir milet kadar üstün olamıyacağını savunanlar, başka bir çağda yaşadıklarını sanmaktalar. Sırf dini ibadet ve görüşlerinden dolayı tüm halkları adları ile ifade ediyor diye ceza alan ve tüm ömrünü zindan ve sürgünlerde geçiren ve ölürken bir mezarının yeri dahi belli olmayan  Saidi Kurdi gibi büyük din alimlerini burada bir defa daha rahmetle anmak gerekir. Herkesin saygı duyduğu ve ömrünü insanları eğitme ve terbiye ile geçiren İslam dünyasının binlerce alimine insanlık çok şey borçludur. İyi terbiye edilmiş kişilerden kocaman bir toplum oluşurken, o oluşan toplumda da barış ve huzur olur. İçi fesatlık dolu olan toplumlardaki insanların dindar gözükmeleri, sadece kendilerini kandırmaktan başka bir şey değildir. Çünkü Allah her şeyi bilendir. O’nu kandırmak ise asla mümkün değil…

Gerçek Nakşibendiler kendini topluma adıyarak ve ona hizmet etmekle kendilerini mükellef kılarlar. Osmanlılara hizmet eden Nakşibendiler tarihte ilk kez Fatih Sultan Mehmet Han döneminde devlet yönetimine girdikleri görülür. Yine bir İslam alimi olan Abdullah İlahi, Semerkand’a giderek Nakşibendi Şeyhi Ubeydullah Ahrar’ın yanında tasavvuf eğitimi görüp ve icazet aldıktan sonra tekrar memleketi Kütahya’nın Simav ilçesine döner ve bir süre sonra gidip İstanbul’a yerleşir. Abdullah İlahi öldükten sonra yerine müridi ve halifesi olan Emir Ahmed Buhari, Nakşibendiliği yaymaya devam eder. Türkçe ve Farsça şiirleri olan Buhari’nin müridleri Anadolu’nun birçok şehrinde O’nun görüşlerini yayarak etkin olmaya çalışırlar.

Nakşibendi Şeyhlerinin etkin oldukları bugünkü Irak’ın Kürt bölgesinde yüz yıldan beri devan eden Kürt isyanları ise halen devam etmektedir. Güney Kürdistan’da Kürtler, kendi bağımsızlıklarını elde etmek için, bir barış ortamını oluşturarak ve Kürt olmayan diğer müslüman veya gayri müslimlerle birlikte, bir arada insanca yaşama ortam ve huzurunu sunmaya çalışmaktalar. Zira Allah nezdinde hiç bir kavim diğerinden üstün değildir. Her kavim kendi dili, dini ve inançlarıyla Allah katında eşit ve makbüldür…

Mevlana Halid Hazretleri’nin kendi yüzyılının müceddidi (yenilikçisi) olduğu söylenir. Yüce Allah’ın dostu olan Halidi Hazretleri soyu baba tarafından Osman bin Affân’a (Halife Hz. Osman), anne tarafından ise soyu Hz. Ali’ye kadar ulaştığı kaynaklarda yazılıdır.

Mevlana Halid Hazretleri de diğer birçok evliya gibi O, evliydi. Bahaeddin, Abdurrahman, Şehabeddin, Necmeddin diye dört erkek ve bir de Fatma adında bir kız çocuğu vardı.

Mevlana Halid, kendi döneminin en büyük tasavvuf şairlerinden biri olarak da tanınırdı. Hicaz’a gidip oradan da Medîne’ye ulaştığında Hz. Muhammed’e olan büyük aşkını Farsça olarak dile getirdiği “Kaside-i Muhammediyye” de dile getirerek şiirde de ustalığını ortaya koymuştur. Ayrıca Mevlana Halid Hazretleri’nin dilden dile dolaşan pek çok kerametleri de vardı… Bunlardan her biri kendi başına bir konu olup, onları burada belirtme olanağına sahip değiliz. İlerde olanaklar doğrultusunda ayrı bir yazı ile onların üzerinde durulabilir.

Mevlana Halid’in şiir divanı 1844 de basılmıştı. Divanı Kürtçe ve Farsça’dır. Ayrıca Mevlana Halid’in eserleri, Adulkerim Müderris tarafından toplu hale getirilmiştir.  Şamlı Hâfız Tevfik’e göre: “Yad-ı Merdan” adın da Kürtçe olarak hazırlanan bu eser elimde mevcudtur. Kitapevi yayınlarından çıkan, “ Halidi Bağdadi ve Anadolu’da Halidilik”  adlı çalışmada Mevlana Halid’in Kürdistanlı kimliği bilinçli bir şekilde “asimileye” uğramıştır. Ayrıca Kitabın 53 sahifesinde Şeyh Abdullah Dehlevi’nin icazeti tercüme edilmektedir. Tercümedeki Mevlana Halid’in “Kürdistanlı” olduğu kısmı usta bir şekilde ıskalanmıştır. İcazet-namede gecen “Mülki Kürdistan “ tabiri ise tercümeyi yapanlar tarafından bilinçli olarak tercüme edilmemektedir” ( * ) der.

Mevlana Halid Hazretleri Hindistan’a gitmeden önce hep bilimle ilgili yapıtlar yazmış. Fakat Hindistan’a gidip, geldikten sonra tasavvuf ve tarikata ait yapıtlar da yazmaya başlamış. Dokuz adet bilimle ilgili yapıtı var. Ayrıca Mevlana Halid altı adet de Farsça yazılan ve tasavvufu anlatan yapıta sahip.

Mevlana Halid’ten yaklaşık olarak yüz yıl sonra dünyaya gelen Bediüzzaman Saidi Nursi Hazretleri (1876-23 Mart 1960) de her yüzyılda bir dünyaya gelen büyük İslam alimler zincirinin son halkasını teşkil eder. Mevlana Halid Hazretleri’nin cübbesi Bediüzzaman Saidi Nursi Hazretleri’nin yanında kaldığı söylenir. Anlatıldığına göre: “Yıllar sonra, l950 yılı sonbaharında Urfalı Vahdi Gayberi Emirdağ’da Üstadı ziyaret ettiği zaman, Üstad bu mübarek cübbeyle birlikte bazı eşyalarını, kendisinin de Urfa’ya geleceğini söyleyerek Gayberi’ye verip, Urfa’ya gönderir. Mevlâna Halid’in cübbesi bugün Urfa’da Abdülkadir Badilli tarafından muhafaza edilmektedir.” denilir. (**).

Büyük alim ve mübarek evliya sanki ölümünü biliyormuş gibi kendi cenaze işlerini de ölmeden önce planlamış. O’nun cenâze namazını, “Beş vakit namazda Ettehiyyâtü okurken Resûlullah Efendimizi baş gözüyle görmezsem, o namazımı iade ederim.” diyen, Hanefî mezhebinde büyük fıkıh alimi Seyyid İbni Abidin Hazretleri kıldırır.
Mevlana Halid, talebe ve halifelerinden olan Seyyid Tahayı Hakkari Hazretleri’ni çok sever ve ona hep dua edermiş. O buyururdu ki: “Nefs-i emmareden kurtulmanın alameti, insanların övmesi ile ayıplamasını eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinmek, önem vermemelerine üzülmek, basitlik ve akılsızlıktır!” der.

Kaynaklar

  1. * Şamlı Hâfız Tevfik’ten naklen
  2. ** Son-Şahitler-Bediuzzamani-Anlatiyor
  3. NurDergi-Bediüzzaman ve Barla Medeniyeti
  4. İrfan Mektebi Dergisi
  5. Said-i Kurdi Moschee, 2010)
  6. Ufkumuz: Dîroka Îslamê De Alimên Kurd û Nêrîna Rojane-Müfit Yüksel / Yenişafak
  7. Ansiklopedik Bilgiler/İslam Ansiklopedisi/Temel Ansiklopedisi