Osmanlılardan Önce Batı Anadolu’da Devlet Kuran Menteşeoğulları’nın Kürtlüğü
- 18 Ocak 2022
- 4
Bu çalışma, Türklerin ‘Menteşe Beyliği’, ’Menteşeoğulları’, ya da ‘Menteşe Emirliği’ diye adlandırdığı beyliğin kurucu ve yönetici hanedanının etnik kökenine bugüne kadar yapılagelenden farklı bir yönden bakmayı amaçlıyor.
Murad Ali Ciwan
Yalnız, başından belirtmek gerekiyor; beyliğin ve onun yönetici hanedanının adı, bütün İslam, Selçuklu ve Osmanlı kaynaklarında Menteşa, Menteşaoğulları, Veled-i Menteşa, Ferzend-i Menteşa ya da İbn Menteşa olarak geçer. Ayrıca Bizans, Ceneviz, Venedik ve diğer Avrupa kaynaklarında da bunu esas alan Grek ve latinize edilmiş formasyonları kullanılır; Mandachias, Mandasias, Mantaxias gibi. ‘Menteşe’ adı, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra uydurulmuştur. Bu nedenle çalışmamızda bundan sonra yeri geldikçe bu ad hep Menteşa olarak geçecek.[1]
MENTEŞAOĞULLARI
Daha önce Rum Selçuklu devletinin[2] bir sahil (Adalar Denizi’nde/Ege’de) [uc] beyliği olan idari-coğrafi birim, bu devletin dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan etti ve Menteşaoğulları Beyliği, İmareti Veled-i Menteşa ya da İmareti İbn Menteşa olarak tanındı, tarih kayıtlarına öyle geçti.
Müneccimbaşı Ahmed Efendi’ye göre Menteşaoğullarının egemen oldukları topraklar, pek çok şehri ve onlara bağlı nahiyeleri içeriyordu. Hükümet merkezleri Muğla’ydı. Balat, Bozöyük, Milas, Beçin (Peçin), Marin (Mazın), Çine, Tavas (Avas da denirdi), Burnaz (Pirnaz, Pirtaz), Mekri (Fethiye) ve Köyceğiz kasabaları bu toprakların içine dâhildi.
Menteşa Beyliği üzerine ayrıntılı bir araştırması bulunan Avusturyalı tarihçi Paul Wittek, Osmanlı dönemi Menteşa vilayetinin coğrafyasını ve Evliya Çelebi’nin Menteşa ili açıklamalarını ele aldıktan sonra bağımsız beyliğe ait Menteşa topraklarını şöyle belirler: Menteşa’nın doğal sınırı, kuzeyde Menderes nehri kabul edilebilir. Her hâlükârda bu nehrin güney kıyılarından başlayan ovalar ve sahil kesimleri, Menteşa Beyliği’ne aitti. Müneccimbaşı’ya dayanarak o da yukarıdaki şehirleri sayıyor ve bunlara Söke’nin bir bölüm topraklarını, Kaş’ı, Bozdoğan’ı ve Karacasu’yu ilave ediyor.[3] Bugünkü Bodrum, Marmaris ve Fethiye, Muğla’ya bağlı kasabalar olarak Menteşa Beyliği toprakları içindeydi.
Mesaliki’l Ebsar, Menteşa ilini Foke adıyla anıyor, sahibi Orhan bin Menteşa’nın, elli kadar şehre, iki yüz kadar kaleye ve yüz binden fazla askere sahip, Anadolu’da Germiyanoğullarından sonra gelen en ileri emirlik olduğunu yazıyor. Bu devletin varlığı 13. yüzyılın ikinci yarısında başlamış, bir iki ara dışında, 15. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar varmıştır. Aşağı yukarı 150 yıllık bir dönem bu.
Menteşaoğulları hanedanının ilk zamanları hakkında bilgiler azdır. Söz konusu yörelere ne zaman geldikleri bilinmemektedir. Şikarî, Karamanname[4] adlı eserinde, Menteşa’nın bu bölgelere gelmeden önce babası Hacı Bahaddin’i Kürdi ile birlikte Sivas’ı yönettiğini belirtir. Karamanoğulları Sivas’ı kendilerinden alınca, Hacı Bahaddin ile oğlu Menteşa Bey Karamanlılara tabi oldular ve adı geçen kıyı bölgelerine geldiler.
İbn Bibi, Selçuklu sultanlarının Emir Bahaeddin Muhammed’i Mülukü’l sevahil (sahil beyi) olarak bu bölgelere verdiğini yazar[5]. Yazıcızade Ali de Oğuzname /Selçuk-name’sinde,[6] Menteşa, Germiyan, Aydınoğlu, Saruhanoğulları, Hamitoğulları ve Eşrefoğulları beylerini, sultanların eyalet ve beylik verdikleri, onlara bağlı olarak yöneticilik yapan hanedan soyluları olarak gösterir. Bu çalışmanın ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi onların kökenleri Sivas’tan da öncesine, Maraş, Elbistan ve Şam-Halep içlerine, oralardan da Kürdistan’ın Zozan, Musul, Şarezor ve Germiyan bölgesine, daha da öteye, Loristan; Kirmanşah’a kadar götürülebilir, ama bu konudaki ip uçarı oldukça zayıftır, çok daha detaylı inceleme ve araştırmalar gerekiyor.
Uc ve sevahil beyliklerinin bağımsızlıklarını ilan etmelerinin, Rum Selçuklu Devleti’nin 14. yüzyılın başında tam olarak dağılmasıyla paralel ortaya çıktığı düşünülürse, Menteşa devletinin bağımsızlığı, Menteşa’nın melikü’l sevahilliği zamanında, on üçüncü asır sonları ya da on dördüncü asır başlarında ilan edildi. İbn Bibi’ye göre bu tarihlerden itibaren buralara Menteşa ili denmiştir.[7]
Bizans İmparatoru Michael Paleolog zamanında, Salpakis (Sahil begi)Mantaxias(Mantchias, Menteşa)’ın, 1280’de Tralle (Aydın) şehrini ve Nysa(Sultanhisar’ı)’yı aldığı biliniyor. Bu, bize, Menteşa öncüllerinin daha Selçuklular dağılmadan önce buralarda yaşadıklarını, yöneticilik yaptıklarını gösterir.
1300 yılında Menteşa hükümdarı, Romalılardan Rodos adasını aldı, adada deniz ticareti, korsanlık faaliyetleri yürütüldü, fakat on sene sonra Sen-Jan şövalyeleri Rodos’u Menteşalılar’dan geri aldılar. Menteşa beyi ile Aydınoğlu Mehmed Bey’in kardeşi Osman Bey, adayı tekrar ele geçirmek için çok uğraştılar, fakat başaramadılar. Özellikle Menteşaoğulları, adayı almak için sürekli uğraştılar ve bir ara şövalyeleri yenip adaya çıktılar ise de, hemen yardım gelmesi üzerine çekilmek zorunda kaldılar.[8]
Menteşa Bey’in ne zaman öldüğü bilinmemektedir. O ölünce yerine oğlu Mesut Bey (kimi kaynaklarda Mesud Bey’in adı yok, Orhan Bey oğlu olarak geçer MC), onun yerine de oğlu Orhan Bey[9] geçmiştir. Orhan Bey 1312 ile 1319 yılları arasında hayatta idi. Tanınmış gezgin İbn Battuta, Orhan Bey’le hükûmet merkezi olan Peçin’de, oğlu İbrahim Bey’le de Muğla’da görüşmüştür.
Orhan Bey de Rodos adasını geri almak için uğraşmış ama başaramamıştır. Makrizi, 1364 senesinde Kıbrıs kralına karşı yapılacak savaşta Memlûk sultanına yardım etmek için Orhan Bey’in iki yüz kadırga hazırladığını yazıyorsa[10] da bunun Orhan Bey değil, torunu Gazi Ahmed Bey olması gerekir.[11]
Dönemiyle ilgili pek bir şey bilinmeyen Orhan’ın oğlu İbrahim Bey, 1354 ten önce ölmüştür. Bundan sonra oğulları Musa, Ahmed ve Mehmed Beylerin arasında anlaşmazlık çıktığı ve Menteşa Beyliği’nin parçalandığı, anlaşılmaktadır.
Milâs’ta basılmış bir sikkesi ve Mısır ile haberleşmesi nedeniyle hanedan büyüğü olarak Menteşa hükümdarı olduğu anlaşılan Musa’nın hangi tarihte öldüğü belli değildir[12].
Ondan sonra İbrahim Bey’in ikinci oğlu Ahmed Bey, Menteşaoğullarının başı olmuştur; Mehmed Bey buna karşı koyarak kendisine Balat’ı (Palatia), Ahmed Bey de asıl hükümet merkezi olan Peçin’i merkez yapmıştır.
1364 tarihli bir sikkesi olan Mehmed Bey, 1390 senesinde Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid’le girdiği bir savaşta mağlûp olarak önce Mısır’a, oradan da Sinop’a; Candaroğlu İsfendiyar Bey’in yanına kaçmış, memleketi Osmanlıların eline geçmiştir. Mehmed Bey, daha sonra Moğol İlhanlı hükümdarı Timurlenk’n Osmanlılar üzerine yaptığı seferde, ona iltica etmiş, Timur ile Birinci Bayezid arasındaki Ankara Savaşı’nda Osmanlılar yenilince, Timur, kardeşi Ahmed Bey’in memleketi de dâhil olmak üzere Menteşa Beyliği’ni kendisine vermiştir. Bu savaştan sonra, diğer beylikler gibi Menteşa Beyliği de tekrar bağımsızlığa kavuşmuştur.
Muhtemelen 1402 sonlarında ölen Mehmed Bey’den sonra oğlu İlyas Bey’i Menteşa hükümdarı olarak görüyoruz. 1425 senesine kadar hükmeden İlyas Bey’in ilk yılları bağımsız geçmiş, 1410’dan sonra yeniden Osmanlıların vasallığına geçilmiştir.
İlyas Bey’in hükûmetinin ilk yılına(1402 ) ait bir gümüş sikkesi, 1415 tarihinde de Osmanlı hükümdarı Çelebi Mehmed namına bastırılmış diğer bir parası var. İlyas Bey’in Frenklerle ticari anlaşma yaptığına dair önemli belgeler var. Ölümü 1421’dir. İlyas Bey’den sonra oğlu Leys Menteşa emiri oldu. Bir sikkesinin de bulunduğunu, meskûkât katalogları yazarlar. [13]
İlyas Bey’in Osmanlılar tarafından rehin olarak alıkonan Uveys ve Ahmed isimlerinde iki oğlu, babalarının ölümünü duyunca hapiste oldukları Tokat Kalesi’nden kaçmışlarsa da Uveys yakalanarak öldürülmüş, Ahmed Bey ise Akkoyunlu hükümdarına iltica etmiştir.
Menteşaoğullarından, Milas, Peçin, Muğla taraflarına sahip olan Ahmed Bey’e gelince; babası İbrahim Bey’in ölümü ardından, Musa’dan sonra Menteşa beyliğine geçmiş, fakat kardeşi Balat Emiri Mehmed Bey karşı çıkınca Menteşa hükûmeti ikiye ayrılmıştır. Evliya Çelebi’nin yazdığına bakılırsa Ahmed Gazi, 1345’te Romalılardan Milas’ın doğusundaki Eski Hisar’ı almıştır. Bu bilgi doğruysa Ahmed Gazi’nin daha bu tarihten önce ve babasının sağlığında faaliyette bulunduğu anlaşılır.[14]
Ahmed Gazi, mükemmel bir donanmaya sahipti. Bu sayede 1391 Temmuz’unda ölümüne kadar başarılı bir dönem geçirmiştir. Kitabelerdeki ’’Emirü’l kebir mürabit Sultan-üs’sevahil’’ tabiri kendisinin sürekli mücadele ve başarılarının göstergesi olabilir.
Ahmed Bey’in ölümünden sonra Milâs ve Peçin’i Osmanlılar aldı. Ankara Savaşı’ndan sonra Timur tarafından burası da Menteşa hükümdarı Mehmed Bey’e verildi. Gazi Ahmed Bey’in Milâs ve Peçin’de çeşitli eserleri vardır.
Menteşaoğulları, mükemmel donanmaları sayesinde etrafa akınlar yapmışlar ve Rodos adasını bile bir ara ele geçirmişlerdi. Bunlar, donanmalarıyla Mısır ve Aydınoğulları hükûmetlerine de yardım etmişler. Memlûk hükûmetinin Kıbrıs üzerine yapacağı deniz harekâtına Menteşaoğlu’nun iki yüz gemi ile katılması, deniz güçleri hakkında bir fikir verebilir. Menteşaoğulları, ticaret gemileri aracılığıyla Frenk ülkeleri, Mısır ve civar adalarıyla da alışverişte bulunmuşlar. Venedik ile ticaret anlaşmaları yaptıklarına ilişkin belgeler var. On dördüncü asırda, Balat’ın (Palatia), Avrupa’ya ihraç edilen Anadolu eşyasının batıda birinci derece pazarlarından olduğunu batılı kaynaklar yazar.
Venedikliler son zamanlara kadar bu devletle ticari ilişkilerini sürdürdüler. Ticaret anlaşmalarının en önemlileri 1403 ve 1414 tarihli iki anlaşmadır. Anlaşmalar, İlyas Bey’le Venedikliler arasında yapılmıştır.
Menteşaoğulları, Balat ve Milas limanları sayesinde önemli gelirler elde etmişlerdir. Bunlardan Balat, XIV. asırda Anadolu’da birinci derecede pazar merkeziydi; sonra önemini yitirdi ve iş Hristiyan gemicilere terkedildi.
Menteşa hükümetinin Milas, Muğla, Peçin ve Balat’ta zamanına göre fakülte derecesinde yüksek medreseleri vardı.
Balat hükümdarı Mehmed Bey, Barçınlı (Peçini Mehmed oğlu Muhmud’a Bâznâme adında avcılıkla ilgili Farsça bir eseri Türkçeye çevirttiği gibi’ oğlu İlyas Bey namına da İlyasiye isminde biyolojiyle ilgili Türkçe bir eser daha vardır. Bunlardan Bâznâme’nin Milâno’daki Ambrozyana Kütüphanesi’nde bulunan yegâne nüshasını Hammer, 1840 yılında Almanca çevirisi ile birlikte yayınlamıştır.[15]
BATI VE ORTA ANADOLU’NUN MÜSLÜMANLAŞTIRILMASINDA KÜRTLERİN YERİ
Resmi ideolojiye bağlı Türk tarihçileri, günümüzde Anadolu ya da Türkiye olarak adlandırılan toprakların müslümanlaşma sürecini tamamıyla Türk /Türkmen toplulukların fetihlerine dayandırdıkları, başka etnik toplulukları inkâr ettikleri için Menteşaoğullarını da hiçbir ciddi kaynak ya da belge göstermeden Türk/Türkmen sayarlar. Oysa tarihte, Menteşaoğullarının ortaya çıktığı dönemden beri gelen yazılı İslam, Roma ve Avrupa kaynaklarında, onların Türk/Türkmen kökenli değil, Pers/ İrani topluluklardan sayıldıkları, çağdaşları arasında Kürt olarak bilinip tanındıkları gözlemlenir, hatta adlarının etimolojik anlamları bakımından da Kürtlüklerini gösteren önemli yazılı belge ve anlatımlar var.
Belirtilen açılardan Menteşaoğullarının etnik kimliklerine sağlıklı bir yaklaşım için önce ortası ve batısıyla bugünkü Anadolu’nun islamlaşmasında Kürtlerin oynadığı rolü belirtmekte yarar var.
İslam, Kürtlerin güney komşusu Araplar arasında doğdu. Arap olmayan bütün diğer kavimlerden önce kuzeydeki komşuları Kürtler İslamiyet’i kabul ettiler.
İslam doğduğunda Kürtlerin ülkesi Sasani ve Roma devletleri arasında ikiye bölünmüştü. Arap islamlaşma süreci, kuzeyinde ve kuzeybatısında Kürtlerle karşılaştı, bazen zorla, bazen de isteyerek onları islamlaştırdı. En erken islamlaşan Kürtler, kuzey ve batı yönünde İslam’ın ön cephesinde buldular kendilerini. Serhatlarda, uc boylarında islamlaşmamış dünyayla (darü’l harp) karşılaşmada mızrak ucu gibi en önde oldular. Azerbaycan, Ermenistan ve Kafkas bölgelerine yayıldılar, kuzeydoğuda Gilan ve Horasan’a uzandılar. Bu nedenle daha sonraki yüzyıllarda doğudan gelen Oğuz, Harezm ve Moğol istilalarında daha ilk başlarda basınç altında kalıp kuzeyde Gürcistan’a, Ermenistan’a, Kafkasya’ya, batıda Roma egemenliği altındaki topraklara göç ettiler. Bu arada bir kısım Kürt beyleri, komutanları İslam adına başarı ve zaferlerinden dolayı önemli mevzi, makam ve statüler elde ettiler. Şeddadi, Revadi (Rewadî), Mervani (Merwanî) ve Eyyubi gibi önemli Kürt devletleri bunun sonucuydu. Devletleşme, onların İslam dünyasındaki rollerini yükseltti, egemenlik alanlarını genişletti.
Sonradan Oğuz-Türkmenleri, İslam dünyasını istila edip yayılınca Kürtlere de çarpıp ciddi zararlar verdiler, ama son tahlilde ancak İslam dünyasının Roma diyarıyla sınırdaş en batısında tutunabildikleri için, başından beri en kuzey ve en batıdaki Kürtlerle yan yana geldiler, iç içe geçtiler. Bu durumda, Kürtlerle Türkler bazen birbirleriyle rekabet ve çatışmalara girdiler, bazen de birlikte cihada katıldılar, yeni yeni topraklar fethettiler, İslam’ı yaydılar. Tarihçiler, İslam’ı Türklere Araplardan ziyade İranî kavimlerin öğrettiklerinde hemfikirdirler. Hem yerli, yerleşik, daha kıdemli olduklarından hem de en uc ve serhat boylarında daha uzun süre iç içe yaşadıklarından Türkmenler İslam’ı en çok Kürtlerden öğrendi. Türk dini ve tasavvufi geleneklerinde, ortodoks ve heterodoks dini geleneklerin biçimlenmesinde Kürtlerin etkisi büyük oldu.
Tabi Oğuz Türkmenlerinden sonra Harezmîler, ardından Moğol istilaları geldi ve bunlar da en sonunda ancak batıda; Roma topraklarıyla serhat boylarında tutunabildiler. Araplardan sonra islamlaşan toplulukların arasında sadece İranlılar, Kürtler ve Türkler yoktu. Harezmîler de Müslümandı. Batıyı istila ve işgal eden Moğol İlhanlıları da sathi de olsa büyük oranda islamlaştılar. Ayrıca Rum, Ermeni, Asuri-Süryani ve Keldanilerden müslümanlaşan büyük topluluklar da Anadolu’nun müslümanlaşma sürecinde yer aldılar.
En batıda cihad, istila ve fetihlerde büyük başarı gösteren topluluklardan biri de Rum Selçukluları oldu.
Rum Selçuklularının ilk ataları Kutalmış ve etrafındaki yakın insanları, Büyük/İran Selçuklu devletinin kurucusu Tuğrul Bey’in amca çocukları, üvey kardeşleri idiler. Bunlar İran Selçuklu devletinin iktidar merkezinde yer alıp yükselemediler. Bazen, iktidar odakları, onları merkezden uzaklaştıran serhad boylarında, periferilerde tuttu. Bazen de kendileri merkezde yer bulamadıkları için isteyerek İslam dünyasının en batısında darü’l harple teması sağlayan serhad boylarına yerleştiler ve buradan Roma topraklarının içine cihad ve fetihler yaptılar.
Kutalmış’ın öldürülmesinden sonra, oğlu Süleyman Şah ve ardından Birinci Kılıçarslan, önce Suriye’ye geldiler, orda tam tutunamayınca ya da daha önce yerleşmiş olan İslam emirliklerinden dolayı boşluk bulamayınca, henüz Hristiyan olan Antakya’ya, Maraş’a, Malatya’ya, Sivas’a, Konya’ya, Kayseri’ye yöneldiler. Buraları ele geçirdiler. Daha Süleyman Şah zamanında ta Bursa ve İznik’e kadar kale ve şehirler fethettiler, İstanbul Boğazı’na dayandılar. Ancak Roma İmparatoru, Papalığı harekete geçirdi ve Birinci Haçlı seferinin başlamasına aracı oldu.
Birinci Haçlı seferi, çok erken Süleyman Şah komutasındaki İslam fetihçilerini geri püskürttü. Müslümanlar, Konya’ya, Sivas’a, Malatya’ya kadar geri çekildiler. Antakya ve pek çok Ak Deniz kaleleri İslam emirlerinin elinden geri alındı. Maraş ve Elbistan yöreleri pek çok kez el değiştirdi. Bu olaylar 11. yüzyılın sonu ile 12. yüzyılın başlarında oldu.
Süleyman Şah, kendisiyle beraber olan emirlerle birlikte Suriye’ye yöneldi, Halep ve Şam topraklarını Tutuş ve emirleri olan başka İran Selçuklu bey ve komutanlarından almak istedi. Aralarında savaşlar oldu. Süleyman Şah bu savaşlarda öldürüldü ve Halep yakınlarındaki Caber Kalesi’ne defn edildi.[16]
Rum Selçuklularının kurucusu Süleyman Şah bin Kutalmış’tır. Önce İznik, ardından Konya bu devletin yönetim merkezi oldu. Birinci Haçlı seferlerinin yarattığı geri çekilmeden sonra yeniden toparlanmalar oldu. Süleyman Şah öldürülünce yerine henüz buluğ çağına ermemiş oğlu Birinci Kılıçarslan tahta geçirildi. Rum Selçukluları toparlandılar, ama yeniden yayılma ve genişleme dönemine geçebilmek bir yüz yılı aldı.
İkinci yayılma, dört bir yana oldu. Batıda bugünkü Muğla, Aydın, Karahisar, Manisa, Isparta, Ankara’yı, kuzeyde Kütahya, Denizli, Kastamonu, Tokat ve Amasya’yı içine aldı. Sinop ve Samsun’a kadar uzandı, Erzincan’a dayandı. Kayseri, Sivas, Malatya, Maraş ve Elbistan doğuda bu devletin topraklarına katıldı. Kuzeydoğuda Ahlat’a, doğuda Amid’e, Meyafarkin’e kadar uzandı.
Rum Selçukluları Eyyubilerle bazen çatıştılar, yenildikleri de yendikleri de oldu. Bazen de Harezmîlere ve Moğollara karşı bu iki devlet birleştiler.
Daha batıda yayılmaya elverişli alanlardaki Rum Selçuklularının ömrü, Moğol basıncını daha geç hissettikleri için doğu ve güneydoğudaki Eyyubilerden daha uzun oldu. Eyyubiler, Harezmîlerle girilen çarpışmalarda gerçi galip çıktılar ama yıprandılar. Taht kavgaları, Selahattin Eyyubi’nin birinci ve ikince derece mirasçıları arasındaki rekabetler ve ardından gelen büyük Moğol istilalarının yarattığı basınç nedeniyle erken çöktü. Mumluklular bu devletin başına geçtiler. Memluk devletinin de Rum Selçuklularıyla daha çok kavgaları oldu.
Rum Selçukluları kendileriyle beraber olan, tabiiyetlerini kabullenen beylerin de zaferleriyle genişleyip yayıldıkça bu beylerini boyuna Ak Deniz ve Ege sahillerinden (Adalar Denizi) ta Sinop, Canik (Samsun), Giresun ve Trabzon yakınlarına kadar uzanan Kara Deniz sahillerinde uc beyleri (serhad beyleri) olarak yerleştirdiler. Bunlar Karamanlılar, Germiyanoğulları, Menteşaoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Eşrefoğulları, Hamidoğulları, Candaroğulları, Osmanoğulları, Pervaneoğulları, İnançoğulları vs. idiler. Bu beyler ele geçirdiklerinden ya da sonradan farklı sıkıntılar döneminde sultanlara karşı gösterdikleri yararlılıklar çerçevesinde buraların yöneticiliğini onun fermanıyla alıyor, mülk ediniyor ve yönetiyorlardı. Daha sonra Harezmîler, Moğollar geldi, onlar da bir takım beylikler kurdular ya da var olan beyliklere serpilip görevler üstlendiler.
Türklükleri açık olmayan, büyük ihtimalle müslümanlaşan Ermeni kökenden gelen ve aslen güney doğu İran topraklarından olan Danişmendiler daha Selçuklulardan önce Anadolu’da Danişmendi devletini kurdular. Eretnalılar sonradan gelen Moğol-Türkmen karışımı bir devletti. Onların mirasını Kadı Burhaneddin Ahmed ele geçirdi ve kendi devletini kurdu. Evlilik ilişkileri çerçevesinde Selçukluların son sultanı II. Mesut’la akraba olan Emir Bahaeddin Kürd ve ardından gelen oğulları Kutlu Şah, ondan sonra gelen Hacı Şadgeldi Paşa ve Emir Ahmed de Amasya Kürt Beyliği’ni kurdular, yönettiler. Bu anlamda daha pek çok irili ufaklı emirlik sayılabilir.
Elbette ki bunların tümü Türk değildi. Türk/Türkmen olanlar, sonradan türkleşenler çoğunluktaydı ama yanı sıra Kürtler, Harezmiler, Moğollar, kölemen (memluk) kökenliler, az da olsa Arap ve Farslar vardı. Müslümanlaşan Rum, Ermeni, Asuri-Süryani, Gürcü hanedanlarının kurdukları beylikler, emirlikler vardı. Dinlerini terk etmeyen Rum ve Ermeniler kuşkusuz yaygın bir nüfusu oluşturuyordu. Haçlı seferleri ve batıdan gelen ticari filolarla bağlantılı olarak Anadolu’da güçlenmiş Latin toplulukları da bu yapıya katmak gerekir. Karşı cephede Roma İmparatorluğu’na bağlı vasallar, Pontuslular, Ermeniler ve Gürcüler, bizzat Roma’nın kendi gücü vardı.
Tabi, bunlar bazen ittifak, akrabalık ve ortaklık ilişkileri çerçevesinde, sultanın ve ona bağlı emirlerin ordularının saflarında bulunabiliyorlar, bazen de bizzat sultanlar ya da emirler, ordularıyla İslam olmayan oluşumların saflarında yer alıyorlardı. Bunlar görülen olağan olaylardı.
13. yüzyılın ortalarında Moğol yayılmacılığı ve etkinliği artık Rum Selçuklu devletini de bağımsız nefes alamaz hale getirdi. 1243 Köse Dağı Savaşı’nda Selçukluların Moğol/İlhanlılara yenilmesiyle, dağılma süreci başladı. Önce bağımlı siyaset, ardından vasallık benzeri bağımlılık ilişkileri ve yarım asırdan bile kısa bir süre sonra; 14 yüzyılın başında dağılma süreci geldi.
Bu süreç pekiştikçe de eskiden Rum Selçuklu devletine bağlı iç ve uc beylikleri, emir sevahiller (Ak Deniz, Ege ve Kara Deniz’deki sahil emirleri) bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar.
Bu arada batı ve orta Anadolu’daki beylikler, kendi içlerinde rekabet ve çekişmelerle birbirlerini yıpratırlarken, en batıdaki Osmanlı Beyliği, Trakya ve Balkanlara yayılmanın getirdiği büyük olanaklarla kısa sürede en büyük beylik haline geldi. Ve tek tek diğer beylikleri bazen savaşarak, bazen sıkıştırarak, bazen satın alarak, bazen da ailevi, ticari ya da askeri ilişki ve ittifaklarla adım adım ele geçirdi.
15. yüzyılın başlarında ta Bursa ve İzmir’e kadar giden Moğol Hanı Timurlenk’in Ankara’da Birinci Bayezid’i yenmesi ve Osmanlı devletinde iktidar kavgalarının yarattığı boşluklarla bu beylikler yeniden dirilmeye çalıştılar. Ankara Savaşı’nda beylikler kendi safında yer alınca Timur bütün eski beylik topraklarını Osmanlılardan alarak beylere geri verdi ve bunlar yeniden kuruldular. Fakat ömürleri, kimisinin iki on yılı, kimisinin de yarım asrı geçmedi. Artık tamamıyla dağılıp Osmanlı topraklarına katıldılar.
ANADOLU’NUN İSLAMLAŞMASI SÜRECİNDE RUM SELÇUKLULARININ SAFLARINDAKİ KÜRTLER
Yazılı İslam, Selçuklu ve Bizans kaynakları ta başından beri Kürtlerin batı ve orta Anadolu’nun müslümanlaştırılmasında kayda değer bir rol oynadıklarını göstermektedir. Aslında Kürtler daha Türkler müslümanlaşmadan ve İslam diyarına gelmeden önce Arap İslam komutanlarının yönettikleri batıya doğru genişleme seferlerinde yer almışlardır. Bu nedenle onların kuzey Suriye; Halep, Antakya, Maraş, Malatya ve Sivas yörelerindeki varlıkları Türklerden öncedir.
Ancak bu seferler tek bir kereye özgü değildir. Oğuz Türkmenlerinin yayılma ve istilaları, Moğol istilaları, Harezmîlerin istilaları, İslam devlet ve hükümdarlıklarının kendi aralarındaki çekişmeler sonucu, batıya doğru Kürt genişleme ve yayılmaları birkaç yüz yıl içindeki birkaç dalgaya bölünmüştür. İslam’ın ilk dönemiyle gelenler, Oğuz-Türkmen istilalarından sonra gelenler, Moğollardan kaçarak gelenler. Bir de cihadı yaşam ve kârlılık alanı bularak hep uc boylarına doğru sefer edip gelenleri saymak gerekir. Bu seferler bazen kendi Kürt beylerinin ve komutanlarının önderliğinde olduğu gibi, bazen de küçük topluluklar halinde, daha önce giden komutanlara ve askeri seferlere katılmak için de olmuştur. Bazen de ulufeli askerlik (savaşçılık) denen paralı asker amacıyla da olmuştur. Tabi seferler genellikle orta çağın belirgin özelliği olan ailesiyle, maiyetiyle, taşınır varlıklarıyla yapılagelmiştir.
İbn Bibi’den anladığımıza göre daha Rum Selçuklularının kuruluş döneminde, yani 11. Yüzyılda Selçuklu emir ve sultanlarının yanında önemli bir Kürt gücü var. Örneğin İbn Bibi, daha çok erken bir dönemi, Rum Selçuklu devletinin kurucusu Süleyman Şah’ın, Halep yakınlarında İran Selçuklu devletinin Şam emiri Tutuş Bey’in ordularıyla yaptığı savaşta öldürülmesi olayını anlatırken, onun yanında savaşan ve ölümünden sonra yerine kimin geçeceği konusunda karar verme yetki ve gücüne sahip olan emirler arasında Kürtlere de işaret etmektedir:
İbn Bibi’ye göre, Sultan Rükneddin Süleyman Şah ölünce, daha önce mahruse-i Tokat’tan (Tokat eyaletinden) gelmiş ve saltanat büyüklerinin hizmetine girmiş, padişahın sırlarını paylaştığı büyük makamların sahibi Nuh Alp, Emir Mende ve Tüz Bey gibi devlet beyleri (ümera-yı devlet) ve saltanat büyükleri (ekâbir-i saltanat), henüz çocuk sınırını aşmamış, buluğ çağına ulaşmamış, fakat mutluluk ve büyüklük ışıkları açık alnında parlayan, yöneticilik ve padişahlık özellikleri hal ve hareketlerine hâkim olan Sultan’ın oğlu İzzeddin Kılıçarslan’ı etrafını aydınlatan bir hilal gibi tahta oturttular.[17]
Burada adı geçenlerden en az birinin daha sonra Menteşa adının etimolojisi üzerinde tartışırken ayrıntılarıyla ele alacağımız nedenlerle Kürt emiri olduğu söylenebilir; Emir Mende…
15. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı padişahı Sultan II. Murat döneminde İbn Bibi’nin Selçukname’sini değiştirerek, ekleyip çıkararak, hatta başka vakanüvis ve tarihçilerden bilgileri de ekleyerek Osmanlıcaya çeviren Ali Yazıcızade, Oğuzname de denenen Tarih-i Ali Selçuk’unda[18] Kılıçarslan’ın, babası Süleyman Şah’ın öldürülmesinden sonra tahta çıkarılmasında karar veren daha fazla emirden bahsetmektedir.[19] Burada Emir Mende’den ayrıca bir Kürt emirinin varlığını öğreniyoruz. Yazıcıoğlu çocuk yaştaki şehzadenin tahta geçiriliş olayını şöyle anlatıyor:
Nasıl Rükneddin Süleyman Şah öldü (ö. 1086), ta Tokat’tan Sultan’ın yol boyu hizmetince beraber gelmiş olan, en olmaz sırlara ve müşaverelere vakıf, geleceğin inşasında yetkili olan hükümeti, saltanatının büyükleri ve beyleri Nuh Alp, Aydın Alp, Kendüzi (Gündüz?) Alp, Mende Beg, Tüze Beg, Bedreddin Mahmud Beg, Şahabeddin Lu’lu Beg ve Şemseddin Kürd Beg, henüz çocukluk sınırından erginlik çağına erişmemiş (7 yaşında) … Sultan’ın oğlu İzzeddin Kılıç Arslan’ı (I. Kılıç Arslan 1079-1127) dolunay gibi padişahlık tahtına geçirdiler.[20]
Bu iki açıklamadan çok önemli bazı bilgilere ulaşıyoruz. Süleyman Şah’ın en yakınında bulunan emirlerin arasından en azından ikisi Kürt; Emir Mende (Mende Bey) ve Şemseddin Kürd Bey. Bunlar Süleyman Şah’a o kadar yakınlar ki devletinin en yüksek makamında, divanında onunla beraber bulunuyorlar. Tokat’tan Halep dolayına beraber gelmişler, yol, sefer ve savaş arkadaşları, en güvendiklerinden, sırdaşlarındandırlar. Bu bilgiler, aynı zamanda onların daha önceleri Tokat’a ve daha başka yörelere yönelik sefer ve fetihlerde birlikte olduklarını da gösterir.
Bunlar açıkça yeni kurulan Rum Selçuklu devletinin en üst düzey yöneticileri arasında yer alıyorlar. O kadar yetkilidirler ki Süleyman Şah’ın öldürülmesinden sonra Selçuklu devletinin başına kimin geçeceğine karar vermeye güçleri yetiyor, onların istedikleri Birinci Kılıçarslan henüz çocuk yaşta olsa bile tahta geçiyor. Bu, aynı zamanda bundan sonra bu emirlerin birlikte Selçuklu devletini belli bir süre çocuk sultan adına yönettikleri anlamına da geliyor.
Süleyman Şah 1086 yılında öldürüldü. Yani daha 11. yüzyılın sonundan beri Kürtler Anadolu’nun müslümanlaştırılmasında belirleyici bir öge olan Selçuklu devletinin yöneticileri arasında yer alıyorlardı. Tabi burada adları söz konusu olanların Kürtlükleri, doğrudan doğruya Kürt olarak anıldıkları ya da adlarının etimolojisinde Kürt toplumuna aidiyetleri ortaya konduğu için biliniyor. Doğrudan doğruya kavimlerine ya da etnik kökenlerine vurgu yapılmayan normal Müslüman adlarıyla anılan pek çok Kürt emir, bey, savaşçı ve yöneticinin de bu saflarda olduğu kuşku götürmez. En azından devletin ve toplumun hiyerarşisinin her düzeyinde güçlü bir Kürt varlığı bulunmasa adı geçen yöneticiler, o yerlere gelemezler ve o kadar güçlü olamazlardı.
İlginçtir, daha 11. yüzyılın ikinci yarısında devletin kurucusu Sultan Süleyman Şah’ın çok yakınında, önemli görevlerde Kürt emirlerini gördüğümüz gibi, aynı devletin 14. yüzyılın sonu ve 15. yüzyılın başında tam çöküşü sırasında da Selçuklu hanedanının çok yakınında, hatta yakın akrabalık ilişkisi içinde Kürt beylerinin varlığına da rastlıyoruz. Sultan II. Mesut bilindiği gibi en son sultandır. Ondan sonra devlet tamamıyla dağılmıştır. Amasya Emiri Bahaeddin Kürd, Sultan II. Mesut’un oğlu Şehzade Altunbaş’ın kızıyla evliydi. Kaç kez, Mesut’un şehzadeleri Moğolların saldırılarına maruz kaldı, her seferinde Emir Bahaeddin Kürd onları korudu.
Emir Bahaeddin Kürd’ün yerine geçen oğlu Hacı Kutlu Şah, emirliği döneminde Konya’yı Karamanlılardan alırken onlara karşı yeniden Selçuklu hanedanını iktidara getirmek için dedesi Altunbaş’ı Amasya’da sultan ilan ettirip tahta geçirdi. Bu çaba başarıya ulaşmadı ama Amasya Kürt emirleri mücadelelerden güçlü olarak çıktılar ve daha sonra bağımsızlıklarını ilan ettiler.[21] Bu, bize, kuruluşundan çöküşüne değin Kürt emirlerinin Selçuklu devletinin iktidar merkezinde önemli konumlara sahip olduklarını gösterir.
Bazı dönemlere ilişkin anlatılan olaylarda, Selçuklu sarayında Sultan’ın etrafındaki özel korumalar anlamına gelen candar rütbeli Kürt emirlerinin adları da veriliyor. İbn Bibi’nin anlattığı bir olaydan bu Kürt emirlerinden birinin adını biliyoruz. Sultan II. Giyaseddin Keyhüsrev zamanında (ki sultan çok gençti ve ülke atabeyler ve emirler tarafından yönetiliyordu), emiri şikâr iken sarayda sultanın çok yakınına kadar girmeyi ve onu yakından etkilemeyi, yönlendirmeyi başaran büyük fesat Emir Saadeddin Köpek bin Muhammed, pek çok emir, vezir ve komutanı hileyle öldürttü. Bunlardan biri de Çeşnigir Atabeg (ergenlik çağına ulaşmamış sultanın lalası, onun adına ülkeyi yöneten) Emir Şahabeddin Altunaba’yı öldürtmesidir. Bu cinayet sırasında sarayda bulunan bir Kürt emir candarından yardım almıştır. İbn Bibi şöyle anlatır: Saltanat divanının devlet büyükleri ve memleket ileri gelenleriyle süslendiği bir sırada [Atabeg Emir] Şemseddin Altunaba, divan fermanları üzerine nişan (emsile) koyarken, Sultan’ın huzurundan çıkan Taceddin Pervane ile [Saadeddin] Köpek oraya geldiler. Köpek ileri atıldı. Parmağında Sultan’ın yüzüğü olduğu halde Şemseddin’in aksakalından tutarak onu büyüklerin arasından aşağıya çekti ve muhafız Candar Kürd’e teslim etti. Candar da onu şehrin dışına götürerek şehitlik derecesine çıkardı. Devlet büyüklerinden ve emirlerden hiçbiri onun sebebini soramadı.[22]
Başka ilginç bir örnek de Zengi Atabeyleri’nin Musul valisi Bedreddin Lu’lu’nun Musul ve Şengal’deki Yezidilere karşı bir katliama girişmesinden ve Şeyh Hasan bin Adi’yi (Adi bin Müsafir’in kardeşi çocuklarından olan II. Şeyh Adi) 644/1246 yılında Musul Kalesi’nde idam ettirmesinden (ya da boğdurtmasından) sonra gelişen olaylardır. Terör ve şiddetin devam etmesi nedeniyle, büyük bir Yezidi topluluğu önce Halep’in kuzeyindeki Yezidi Kürtlerin arasına gitti ve Şeyh Hasan’ın oğlu Şerafeddin Muhammed burada şeyh ve emirlik makamına geldi. Bu arada Rum Selçuklularıyla yakın ilişki ve işbirliğine girişti. Önemli sayıda Kürt Yezidi büyüğü, Rum Selçuklu diyarına giderek devletin önemli kademelerinde görev aldılar.
Yaklaşık bir on yıl sonra, genç yaştaki Selçuklu şehzadeleri arasındaki rekabette, IV. Kılıçarslan kardeşi II. İzzeddin Keykavus’a karşı Moğolların desteğiyle savaşa girişti. Kılıçarslan Tokat’tan Selçukluların doğu bölgelerini, II. İzzeddin Keykavus ise Konya’dan geri kalan yerleri yönetiyordu, fakat Kılıçarslan İzzeddin’in yerine geçmek istiyordu.
665/1254’te, Rum Selçuklu Sultanı İzeddin Keykvus, kardeşine karşı kendisine yardım etmeleri için Şerafeddin Muhammed’in yardımına başvurdu. Kardeşi Kılıçaslan’la Moğollara karşı savaşması karşılığında kendisine Harput emirliği, komutanlarından Hakkârili Balbas oğlu Şerafeddin Ahmed’e de Malatya emirliği verildi.
Bu anlaşma çerçevesinde Şerafeddin Muhammed Harput’a geçti, fakat orada Moğollara karşı verilen savaşta öldürüldü. Yezidi Tarihi’nin yazarı John S. Guest, olayları Ebü’l Farac’dan ve batılı kaynaklardan detaylı anlatır. Moğolların Kılıçarslan’ın yardımına gelmesiyle ilk önce İzzeddin Keykavus’un Roma başkenti Konstantin’e kaçtığını fakat şartlar gerektirdiğinden erken Konya’ya döndüğünü belirtir: ‘’Lidersizlikten ve kış koşullarından hareket edemez bir durumda kalan [Moğol] Baycu’nun ordusu iletişim hatlarının kesilmiş olduğunu gördü. Zira İzzeddin’in adamları yukarı Fırat kesiminde yer alan anahtar niteliğindeki Malatya ve Harput kalelerini ele geçirmişlerdi. Malatya Hakkârili bir Kürt aşiret reisinin (Hakkârili Balbas oğlu Şerafeddin Ahmed’in) elindeydi. Harput ise Şerafeddin Muhammed’e emanet edilmişti. Fakat Hulagu’nun generali Alighaq önderliğindeki Moğol kuvveti Erzincan’da Türk direnişini kırdıktan sonra Şerafeddin Ahmed’in ordusunu akarsu ağzından 53 km uzaklıktaki Kemah boğazında karşıladı. Talihsiz Adavi’yi (kasıt Şerafeddin Muhammed’dir) yenip katletti.[23]
Bazı kaynaklara göre, Malatya’ya giden Şerafeddin Ahmed Moğol savunmasınca şehre sokulmadı, şehir kapıları kapatıldı ve savaş başladı. Savaşta 300 askerini kaybeden Hakkârili Balbas oğlu Şerafeddin Ahmed, Diyarbekir dolaylarına giderek oradaki kale ve şehirleri ele geçirmiş olan Moğollara karşı savaşır. Kuvvetlerinin azlığı nedeniyle herhangi bir başarı elde edemez ve öldürülür.[24]
Yezidi Kürtlerin şeyhi ve emiri Şerafeddin Muhammed’in Harput’ta öldürülmesi üzerine, yerine oğlu Zeynuddin Ebu’l Mehasin Yusuf bin Şerefeddin Muhammed bin Hasan bin Adi geçti. Zeynuddin’in sonradan idareyi oğluna bırakarak Mısır; Kahire’ye gittiği ve orada bir zaviye kurduğu belirtilir. Mezarı Kahire’deki Yezidi Zaviyesi’ndedir. Bazı kaynaklara göre, Şerefeddin Muhammed’in yerine geçen oğlu Zeynuddin değil, kardeşi Fahreddin’dir. Fahreddin, Moğol bir kızla evliydi ve onlarla daha yumuşak ilişkilere sahip olduğundan bu makama uygun görülmüştü.[25]
Kürtlerin Rum Selçuklu idaresindeki önemli rollerini gösteren başka bir bilgi de Baba İlyas ayaklanmasıyla bağlantılı olarak bize ulaşmıştır. İbn Bibi’de anlatılan Baba İlyas olayında, 1240 yılında Selçukluların Malatya serleşkeri (subaşısı) Mübarezeddin ibn Alişir Germiyani’nin isyan halindeki Baba İlyas taraftarlarının (aslında Amasya’daki Baba İlyas’ın halifesi olan Baba İshak’ın başında bulunduğu ve ta Adıyaman’ın Kefersud bölgesinden beri isyan halinde yayılıp gelen müritlerin) karşısına çıktığını, büyük bir yenilgiye uğradığını, gelip Germiyan ve Kürd askerlerinden yeniden bir ordu kurarak tekrar karşılarına çıktığını ama tekrar yenildiğini anlıyoruz.
Germiyan, başkenti Kütahya olan, Lâdik(Denizli)’i, Honas’ı, Tavşanlı’yı, Simav’ı, Emet (Eğrigöz)’i, bugünkü Afyon Karahisar’ı içine alan bir Selçuklu uc beyliği (eyaleti idi). Sadece İbn Bibi’den değil, dönemin başka kaynaklarından da bu hanedanın Kürt olduğunu ve Germiyani olarak adlandırıldıklarını biliyoruz.
1330’lu yıllarda seyahati sırasında batı Anadolu’ya da uğramış olan İbn Battuta, Germiyanları Yezid bin Muaviye’nin kavmi arasında saymakta ve Hambeli bir Sünni olarak korumasız bir şekilde onların yöresinden (Ladik’ten , şimdiki Denizli’den) geçmeye cesaret edemediğini anlatmaktadır. Fransız Türkolog ve doğu bilimcisi Claude Cahen buradan hareketle Germiyani Kürtlerin Yezidi inancına sahip olduklarını belirtir.
Germiyan başkenti Kütahya’nın ilk alınışı Kutalmış oğlu Süleyman Şah zamanında olmalı. Onun zamanından oğlu Birinci Kılıçarslan’ın Bizanslılara karşı uğradığı Dorile mağlubiyetine kadar Kütahya Rum Selçuklularının elindeydi. Tabi Selçukluların elindeydi derken, burayı fetheden ve yöneten Selçuklulara tabi bir emir anlaşılmalıdır. Bu bey, Türkmen de Kürt de olabilir. Bu ilk fethi kimin yaptığı hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz.
Birinci Haçlı seferleri sırasında, Selçuklular, Bizans İmparatoru Aleksi tarafından batı Anadolu’da ele geçirdikleri kale ve şehirlerden çıkarılıp geri püskürtüldüklerinde, Kütahya da elden çıkmış, ancak yöre, defalarca Selçukluların, daha doğru bir deyimle onlara bağlı beylerin saldırılarına uğramıştı. İkinci kez bir daha elden çıkmamak üzere alınması, büyük olasılıkla Birinci Alaeddin zamanında; 631/1233 tarihinden önceye rastlar.[26]
Kütahyalılar arasında yaygın olan tarihi bir söylenceye göre şehri Bizanslılardan fetheden komutan Selçuklu emirlerinden İmadüddin Hezardinarî’dir. Hezardinarî lakabı, bu komutanın geçmişte köle olduğu, bin altın dinara satın alınmış olabileceği ihtimalini akla getirmektedir. Bu durumda, onun köle olarak başladığı kariyerini, müslümanlaştıktan sonra büyük başarılarıyla emirlik rütbesine, askeri komutanlığa ve vezirlik makamına dek yükselttiği anlaşılabilir. Kütahya’daki bazı mezar ve yapıtlardan Hezardinarî adlı birinin orada yöneticilik yaptığı kesindir. Yani böyle bir zat tarihte gerçekten de var, 1200’lü yılların ilk yarısında yaşamış, bizzat kendisinin inşa ettirdiği Hıdırlık Mescidi ile Balıklı Camii kitabelerinden, onun Giyaseddin Keyhüsrev b. Keykubad döneminde (634/1236-644/1246), Kütahya’yı yönettiği anlaşılmaktadır.
Evliya Çelebi, seyahatnamesinde, Kütahya’yla ilgili bölümde, İmadüddin Hezardinarî’nin Kütahya emiri Germiyan Beyi Birinci Yakub bin Alişir’in veziri olduğunu belirtir. Hatta Ankara’nın (Engürü) ve Beypazarı Kalesi’nin, Germiyan Emiri Yakub Şah ile veziri Hezardinarî tarafından fethedildiklerini, bu fetihten dolayı halk arasında Beypazarı’na Germiyan Hazarı adı verildiğini belirtir.[27]
Bu bilgilerden hareket ederek Kütahya’nın bir daha elden çıkmamak üzere ikinci kez Rum Selçuklu beyi Germiyan emiri Alişir oğlu Birinci Yakub Bey ve onun kumandanı ve veziri olan İmadüddin Hezardinarî tarafından fethedildiği söylenebilir[28].
Mükrimin Halil Yinanç’ın Desturnameyi Enveri‘ye yazdığı giriş yazısındaki incelemeye göre, Bizans tarihçisi Nikétas Choniates, Sultan İkinci Kılıçarslan’ın, sonraları Aydınoğulları toprakları olacak bölgeye, daha 1186’da (yani 1200’lı yılların başından önce) Samés (Şems) adındaki emiri gaza ve fetih için gönderdiğini belirtir. Çok yaygın ve kutsal bir Yezidi adı olan Şems (Şemseddin’in kısaltılmışı) adının bir Kürt Germiyan emirine ait olması oldukça doğaldır.
Emir Şems, önemli bir güçle Lidya’ya girdi, Cilbianus (Küçük Menderes) nehrinin suladığı ovayı yağmalayarak pek çok esir aldı. [29]
Daha sonra Ahmed Eflakî’nin, Ariflerin Menkıbeleri‘nde belirttiği gibi, Aydınoğlu Mehmet Bey o yörede Germiyanilerin serleşkerliğini (subaşılığını) yapan bir komutan olduğuna göre, Şems onun öncülü bir Germiyanoğlu’ydu. Başka bir ifadeyle, Aydınoğullarının toprakları, Germiyan serleşkeri Aydınoğlu Mehmet Bey bağımsızlığını ilan etmeden önce Germiyanların egemenliğindeki topraklardı, o beyliğin bir parçasıydı.
Kütahya’yı fethettiği için de geleneksel işleyiş takip edilerek, şehir, Selçuklu sultanı Birinci Alaeddin tarafından Germiyani emire bağışlanmış olmalı. Dolayısıyla onun ilk kez orada Germiyan emirliğini kurduğu, bu andan itibaren de Kütahya’nın Germiyan ismiyle anıldığı akla hiç de uzak değil.
İbn Bibi de 1240 yılındaki Baba İlyas (aslında Baba İshak) isyanını bastırmaya giden Mübarezeddin bin Alişir Bey’in birinci savaşta yenildiğini, Germiyan ve Kürt askerlerinden yeniden asker toplayarak ikinci kez saldırıya geçtiğini, ikincisinde de yenildiğini belirtmektedir. Germiyan ve Kürt askeri topladığına göre, demek ki Baba İshak isyanı sırasında Germiyan emirliği vardı ve Alişir Bey oradan asker toplayacak yetkinlikte bir emirdi. Ta Şarezor’daki (Şehrizur, bugünkü Güney Kürdistan) Germiyan’a gidip asker getirmiş olması mümkün değil.
Bu nedenle bizim kanımıza göre, Rum Selçuklu yayılması döneminde Kütahya’nın ikinci kez fethi Selçukluların emiri Alişir Bey oğlu Birinci Yakup Bey ile veziri İmadüddin Hezardinari tarafından gerçekleştirilmiştir, Sultan, şehri ona bağışlamış, o da Germiyan beyliğini kurmuştur. En azından Kütahya şehrinin Germiyanlılar tarafından fethedildiği ve başından beri onların bu şehrin (ardından beyliğin) emirliğini yaptıkları ve ona adlarını verdikleri açıktır.
Daha sonraki önemlerde, Rum Selçukluları 1243’teki savaşta Moğollara yenilip gerilemeye ve çözülmeye başlayınca, Karamanoğullarının Konya’yı geçici ele geçirmeleri sırasında ve Cimri olayında Germiyani Alişiroğlu Yakup Bey’in önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Germiyanlılar, Yakub Bey’in komutasında Selçuklu Sultanı adına Karamanoğlu Mehmet Bey’e karşı savaşa katıldılar. Lakabı Cimri olan ve Selçuklu şehzadesidir diye Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından tahta geçirilen ama Selçuklu ordusunun gelmesiyle Konya’nın dışına çıkarak savaşı sürdüren sahte şehzade Siyavuş (Cimri), Germiyani Yakub Bey’in askerleri tarafından tutuklanarak sultana teslim edildi.
Germiyan Beyliği de diğer batı ve orta Anadolu beylikleri gibi, Selçukluların dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan etti.
Beylikler döneminin en büyükleri Karamanlılardı. Ondan sonra Germiyanoğulları geliyordu. Aydınoğulları Beyliği de daha önce Germiyanoğullarının bir parçasıydı. Aydınoğlu Mehmet Bey hem Germiyan beyliğinin Birgi’deki serleşkeri (subaşısı) hem de evlilik bağıyla akrabasıydı. Daha sonra güçlenince Germiyanoğullarından ayrılarak Aydınoğulları bağımsız beyliğini kurdu. Türk tarihçileri dâhil genel olarak tarihçilerce kabul gören görüş, Aydınoğulları gibi Saruhanoğullarının, Hamidoğullarının, Eşrefoğulllarının vs. önce Germiyanlılara bağlı oldukları, daha sonra kendi bağımsız beyliklerini kurdukları yönündedir.
Ayrıca görüldüğü gibi bu çalışmanın geniş bir bölümünde, Şikarî’nin Karamanname’sinde Hacı Bahaddin’i Kürdi ve İbn Bibi’nin Selçukname’sinde Mülukü’l Sevahil Emir Bahaeddin Muhammed olarak bahsettiği bir beyin ve onun ardıllarının Selçuklu devletinde ve batı Anadolu’nun müslümanlaştırılmasında oynadıkları role ayrıca değinilmektedir.
Başkentleri önceleri Kastamonu, sonra Sinop olan Candariler (Candaroğulları/İsfendiyaroğulları) da Kürt asıllıdırlar ve bunlar da Rum Selçuklularının uc beylerindendirler. Selçuklu devleti dağılınca onlar da bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Diğer Türkmen, Moğol, Harezm, müslümanlaşmış beylikler gibi Kürt beylikleri olan Germiyanoğulları, Menteşaoğulları, Candariler, Aydınoğulları, Hamidoğulları ve Eşrefoğulları, biraz daha sonraki döneme rastgelen Amasya Kürdoğulları Emirliği, Anadolu’da varlık sürdürmüşler ve bölgenin müslümanlaşmasında büyük rol almışlardır.
Öyleyse ta 11. yüzyılın ikinci yarısından beri Roma topraklarına yönelik cihad ve fetihlerde, pek çok kale, şehir ve yörenin ele geçirilmesinde Kürtlerin varlığı hiç de şaşırtıcı değil. Bu süreçlerde, Bizans’ın o dönem tarihçileri ve vakanüvisleri bu Kürt beylerinin yaptıklarına değinirlerken onları Türk ya da Türkmen değil Persi/İrani beyler ve topluluklar olarak tanımlamışlar. Örneğin 13. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı döneme ilişkin olayları anlatan Bizans tarihçisi Georges Pachyméres, Nichephorus Gregoras ve Ephesus’un Johannes Kilisesi katiplerinden olan Paulus Aeginete, Menteşa Bey’in, Aydınoğulları’ndan Sasa Bey’in, Germiyani Alişiroğlu’nun dâhil olduğu olayları anlatırlarken Persler(İranlılar) kavramlarını kullanıyorlar. Paul Wittek’in Menteşa Beyliği adlı eserinde zaman zaman verdiği eski Grek tekstlerinden bu tarihçilerin ’ Pers’ sözcüğünü kullandıkları anlaşılıyor. Eski Rumcaları, 19. yüzyılda İngilizce ya da Fransızcaya çeviren batılılar da ‘Persler’ diye, onlardan da dürüstçe çeviren Osmanlı ya da Türk çevirmenler Pers/İraniler diye çevirmişler, dürüst davranmayanlar Türk/Türkmen diye sallayıp gitmişler.
Romalılar, doğrudan komşu oldukları, daha yakından tanıdıkları, tarih boyunca karşılıklı ilişkiler içinde oldukları doğu komşularını etnik kökenleriyle adlandırmayı önemsemişler; Pers, Türkmen, Tatar(Moğol) vs. diye ayırt etmişlerdir. Ancak o dönemin Haçlıları, Ceneviz ve Venedik tüccarları, Frenkleri, Selçuklu yönetici hanedanının Türkmen kökenden gelmiş olmasından hareketle, bu devlete bağlı bütün bey ve toplulukları Türk/Türkmen diye adlandırmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojiye bağlı tarihçileri de buradan hareketle bütün beyliklerin, hanedanların ve toplulukların Türkmen etnik kökene sahip oldukları gibi bir iddiaya sarılmışlar. Bu, elbette ki Anadolu’yu ve Türkiye’yi Türkleştirme siyasetinin bir parçası olarak böyle gelmiştir.
Tabi kendi eserlerinde Bizans tarihçilerinden alıntı alırken onların Persler dediklerini açık açık gösterip buna rağmen bu ayrıntıyı bir tarafa atan Avrupalı çağdaş tarihçi ve Türkologlar da var. Avusturyalı Paul Wittek de ne yazık ki bazen bu yola başvurmaktadır. Pachyméres’in açık açık ‘Persler’ dediğini yazdığı halde, ‘onu bir tarafa at, bunlar Türkmenlerdi’ demeye getirmektedir. Onun gibi meselelerde çok detaylı ve duyarlı davranan birinin bu konuda öyle savurgan davranması düşündürücüdür. Aynı anlayışla Emir Sevahil Hacı Bahaeddin’i Kürdi’yi bildiği, ‘Menteşa’ adını yazıp ’Menteşe’nin çok yeni bir kelime olduğunu belirttiği halde, Kürtlüklerini bir yana atarak, Türkmen’dirler demiş olması da ilginçtir.
Bir noktayı belirtmekte yarar var. ‘Türkmen’, Oğuzlar kendi topraklarından kovulup batıya; İran, Azerbaycan, Kürdistan, Acem ve Arap Irakı’na geldiklerinde, müslümanlaşan Oğuzlara dendiği[30] halde, orta ve batı Anadolu’daki Roma topraklarının fethedilip İslamlaştırıldığı dönemlerde, yani yaklaşık yüz- yüz elli yıl sonra farklı bir anlama da bürünmüş ve göçebe aşiret anlamı, tanımda daha ön plana çıkmıştır. Göçebe nüfusları açısından batı Anadolu’da kendilerine Türkmen denenlerin, tümü değil, çoğunluğu Türk’tü. Azınlıktaki etnik olarak Türk olmayan göçebe topluluklara da Türkmen deniyordu.[31]
Ebü’l Fida (ölümü 1331) kendi coğrafya kitabında 13. yüzyılın başında (1204’ten itibaren) artık Müslümanlarca fethedilmiş olan Sinop’un batı noktasından, Kastamonu, Kütahya ve Denizli (Ladik, Laodikea)’yı içine alan, Akdeniz’de Mekri(Fethiye)’ye kadar uzanan topraklardaki Müslüman nüfus yapısına ilişkin, İbn Said adında Arap bir yazarın aydınlatıcı kayıtlarını iletiyor.[32] Ebü’l Fida’ya göre, İbn Said şöyle bir kayıt düşüyor bu yörenin Müslüman nüfusu için: ‘’Halkının çoğunluğunun Türk neslinden olanların oluşturduğu Türkmenler, Selçuklular zamanında Rum beldelerini fethettiler. Haraita’ya (Xeraite’ye)[33] mensup sahil yerleşimcilerine baskın yaparak çocuklarını kaçırıp Müslümanlara satmayı adet edindiler. Onlarda bütün ülkelere yollanan Türkmen halıları var. Kıyıda adı Mekri (bugünkü Fethiye) olan, seyyahlarca oldukça tanınan bir körfez var. Oradan İskenderiye’ye ve başka yerlere kereste yollanır. Bu körfeze büyük ve derin bir nehir dökülür. Battal nehri diye tanınmış olduğu söylenir.[34] Bu adın (Battal) Emeviler döneminde Rum’a pek çok gazalar yaptığı anlatılır. Nehrin üzerinde sürülür-çekilir bir köprü var, barış zamanlarında indirilir, savaş zamanlarında kaldırılır. Bu, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında sınırdır. Antalya’nın kuzeyinde Tağurla (Denizli) dağı vardır. Burada ve havalisinde Türkmenlerin 200 000 kadar çadırı olduğu söylenir. Uc diye adlandırılanlar bunlardır.’’ [35]
Görüldüğü gibi İslam yazarları 13. yüzyılın ilk yarısında Türkmenleri buranın Müslüman nüfusunun bir kısmı saymışlar ve tümü değil, çoğunluğu Türk kökenden gelen göçebeleri kastetmişlerdir. Öyleyse o dönemde Türkmen denen göçebeler arasında Türk olmayan, başka etnik kökenlerden gelen Müslüman topluluklar da vardı.
Bizans tarihçisi Georges Pachyméres, 13. yüzyılın sonlarında yaşayan ve bahsimize konu olan batı ve orta Anadolu’daki Müslüman-Roma savaşlarını, olay ve ilişkilerini anlatan bir tarihçidir.
Birinci Haçlı seferi sonucunda Haçlılar 1204 yılında Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun başkenti Konstantin’i ele geçirerek Latin İmparatorluğu’nu kurdular. Bizanslılar, gerileyerek başkentlerini İznik yaptılar, toprakları da küçük Bizans devletlerine bölündü. Bu durum, yarım asırdan fazla sürdü. 1261 yılında Bizanslılar Latinleri yenerek Konstantin’i kurtardılar ve başkentlerini tekrar bu şehre taşıdılar.
Georges Pachyméres adlı Bizans tarihçisi de İznik’ten Konstantin’e(İstanbul’a) taşındı. Zamanla İmparatorluk içinde önemli yerlere geldi. Patriklik mahkemesinde görev yaptı, imparatorluk ailesine ve yüksek devlet bürokrasisine oldukça yakın oldu. Yazdığı Relations Historikes adlı eseriyle 13. yüzyıl tarihçileri arasında yer aldı. Bu eserde 1255-1308 olaylarına değinir. Anlatılanlar bizzat onun yaşadığı dönemlerde meydana gelmiştir. Büyük bir özenle yazmış, ciddiyeti, verdiği bilgilerin değerini arttırmıştır.
Pachyméres, Müslümanlarla Romalılar arasındaki ilişkileri ele alırken güneybatı Anadolu’da, bugünkü Akdeniz ve Ege kıyılarındaki yörelerde Menteşa ve Germiyanoğullarına da değinmekte ve onları Türk olarak değil, Pers olarak tanıtmaktadır.
Bu sözcüklerin üzerinde de biraz durmak lazım. Daha İslamiyet’ten önce Pers-Grek ve Pers-Roma ilişkileri yoğundu. Persi topluluklar Roma İmparatorluğu’nun doğu komşularıydı. Savaşlarda bazen Romalılar ta Ermenistan ve Azerbaycan’a kadar ilerliyor, bazen da Persler ilerleyip orta Anadolu’ya, Kapadokya ve Kilikya’ya kadar olan yerleri ele geçiriyorlardı. İslamiyet’ten kısa bir süre önce Sasaniler ta Yeşil Irmak’a kadar olan toprakları ele geçirmişler ve bu nehri Romalılarla kendi aralarında sınır edinmişlerdi. Aslında bu açıdan değerlendirdiğimizde, batı ve orta Anadolu’daki Pers ve doğal olarak Kürt varlığı daha İslamiyet’ten öncesine dek götürülebilir. Bu dönem, bizim konumuz değil, ayrıca mesele daha derin ve detaylı araştırma ve incelemelerle ele alınmalıdır.
Ama en azından Romalıların Avrupalılara (Frenk, Venedikliler, Cenevizliler vs. ) nazaran kendi doğu komşularını etnik kökenleri, tarihleri ve yönetimleriyle daha yakından tanıdıkları, bunların Türk, Pers, Arap, Ermeni, Süryani vs. özelliklerini daha açık gördükleri ve o dönemdeki en baştaki egemen yöneticilerle yetinmeyip alt düzeydeki farklılıkları da sundukları söylenebilir. Latinler gibi toptancı davranarak tümüne Türk/Türkmen dememişler, örneğin bahsettiğimiz alanlardaki mücadelelerde Türk olmayan unsurların Pers kökenlerini belirtmişlerdir. Kürtler de bilindiği gibi İranilerin/Perslerin bir parçası olarak kabul edilirler.
Bizanslılar 1261’de Konstantin’i kurtarınca politikalarının ağırlık merkezi Balkanlara yöneldi. Doğal olarak Latinler onları çok korkutmuşlardı ve büyük bir tehlike olarak batıda, Trakya’da, yakınlarında duruyorlardı. Batıya yönelme politikasına bağlı olarak doğu sınırından, yani Müslümanların gelmiş oldukları orta ve Batı Anadolu’dan asker çekilerek Balkanlara gönderildi. Bu, birden bire İmparatorluğun doğu topraklarındaki Hristiyan halkı Müslüman akınlarına karşı korumasız bıraktı, üstelik vergiler de arttırılınca halk arasında hem büyük bir öfke patlaması, hem de korku ve panik başladı.
Aynı şey biraz önce Ebü’l Fida’dan aktardığımız olayların yaşandığı bölgelerde de oldu ki bu bölgenin sahil kesimlerinde Menteşalılar, onun kuzeyinde Denizli ve Kütahya’da Germiyanlar vardı. Ve bunlar beraberce ta Menderes ovasına kadar uzanıyorlardı.
Sınır bölgelerinde, Roma askeri çekilince yeni alanlar Müslümanların eline geçti. Bizans tarihçisi Georges Pachyméres, sınır bölgesi Bizans halkının, kendi yerlerini terk ederek Perslerin tarafına geçtiğini, onlarla işbirliği yaptıklarını, kılavuzluk ettiklerini belirtir ve ‘’ düşmanlar (Müslümanlar; Menteşalılar ve Germiyanlar MC) şimdiye kadar yağma akınlarıyla yetiniyorlardı, şimdi yerli ahalinin [Bizanslıların] bu ilgilerini kesmeleri sayesinde Bizans topraklarına ayaklarını sağlam bastılar’’ der.[36] Eserinde Türkmenleri de sık sık anan Pachyméres buraları Türkmen toprağı değil, Pers toprağı olarak adlandırır. Bunun elbette ki bir anlamı vardır. Çünkü burayı ele geçiren Müslümanlar Türk/Türkmen değil, Persiya/İran’dan (Açıktır ki Kürdistan bölgesinden) gelmiş olan topluluklardı.
Georges Pachyméres’e göre İmparator VIII. Michael 1269 (kaynakta yanlışlıkla 1296 yazılmıştır) yılında kardeşi Johannes’in komutasında bir ordu göndererek 1261 yılından sonra Müslümanların eline geçen Karia bölgesini geri alabilmek için Perslerle bir anlaşma yapmayı denemişti.[37] İmparator’un kendisi siyasi başarılarını abarttığı otobiyografisinde şöyle diyor: Persler aşağı yukarı Karia ve Frigya’yı kat eden Menderes kaynakları civarında ve daha başka yerlerde görünmüşlerdi. Biz bunları yok etmedik, fakat tabi kıldık.[38]
Paul Wittek, Pachyméres’e dayanarak İmparator Michael VIII, 1278’de tekrar, bu sefer oğlu Andronikos’un komutasında Anadolu’ya bir ordu göndermeye nihayet karar verdiği zaman artık iş işten geçmişti demekte ve ondan şu alıntıyı yapmaktadır: ‘’Menderes havalisi, Karia ve Antiochia’nın çoktan sonu gelmişti. Kaystros mıntıkası ve Priene, Milet, Magedon düşman tarafından alınmıştı. Tralles (bugünkü Aydın) gerçi yeni tahkim ve iskân edilmişti, fakat iş yeni bitmişti ki, 1282’de Persler kendi dillerinde cesur manasına gelen Salpakis (Salpaxis, kaynakta yanlışlıkla ‘Salkapis’ yazılmış) asıl adı Mentachias (Grekçe Mantaxias, Menteşa) kumandasında göründüler ve şehri muhasara ettiler. Korkunç açlığa, bilhassa susuzluğa rağmen Tralles, nihayet tamamen takatten düşüp muahede ile teslim olmak isteyinceye kadar dayandı, vereni de Persliler (Wittek’te burası Türkler diye çevirilmiş, ancak ardından birkaç sayfa sonra (s. 38) tekrar Pachyméres’in Salpakis’e bir persli dediği anlatılmatadır) kabul etmediler. Muhasaradakiler, bunun üzerine galiplere geride ancak bir harabe bırakmak üzere şehirlerinin duvarlarını kendileri yıktılar, bu sebeple de bunlar tarafından insafsızca kırıldılar Türkler ( doğrusu Persliler olması gerekir) bunun komşusu Nysa(Sultanhisar)’ı aynı şekilde ele geçirdiler. Menderes vadisi böylece elden giderken Andronikos, Nymphaion (Nif)’de bir şey yapmadan durup duruyordu ’’ [39]
1296’da İmparator’un baş generali Phlanthrop Alexios Bizans hükümdarlığını Karia’da yeniden tesis etmeyi bir kez daha denediği sırada Persli Salpakis (Σαλπαχι Πέρσου, burada yanlışlıkla Σαλαμπαχι Πέρσου –Persli Salampakis diye yazılmış-) [Mantaxias] çoktan ölmüştü. Onun dul karısı, yani hareminin ilk kadını, hazinelerini alarak kuşkusuz Latmos Körfezi’nde aranması gereken Melanudion yakınında bir kaleye çıkmıştı. Alexios ona evlenme teklif ederek kaleyi ele geçirmeyi umdu. Kadın ret edince kaleyi zorla aldı.[40]
Persli Mantaxias kumandanı Sasa deyimine başka bir Bizans tarihçisi olan Nichephorus Gregoras’ta da rastlanır. Sasa’nın Menderes’ten Ephesus’a kadar sahil bölgesine egemen olduğunu belirtir. Ephesus’u zapteden Persli diye not düşmektedir.[41]
Pachyméres de daha evvel Tire’de (Aydın) olduğu gibi Ephesus’un açlıkla sıkıştırılarak teslim alındığını yazıyor: Ephesus’un teslimi her ne kadar anlaşmayla olduysa da Johannes Kilisesi yağma edildi, pek çok insan korkudan eninde sonunda fetihçilerin yarattıkları tehlikelere duçar olacaklar diye Tire’ye göçtüler, diğer birçoğu kırıldı.
Olay, korkudan Ephesus’tan Girit’e kaçmış olan Ephesus’un Johannes Kilisesi kâtiplerinden Paulus Aeginete’nın yazmaları arasındaki notlarda da doğrulanıyor. Kâtip, doğduğu yer olan Ephesus’un Sasa’nın kumandası altındaki Persliler tarafından 24 Ekim 1304’te zapt edilmiş olduğunu belirtiyor.[42]
Nickephorus Gregoras, şu bilgileri de veriyor: ‘’Roma ordularının bu mıntıkadan çekilmesinden sonra denize kadar olan bütün arazi Türk satraplıkları( yazarların Pers dedikleri bu bölgenin fetihçilerine çevirmenler gene Türk demişlerdir) hegemonyasına geçti. Türkler Clergé ile anlaştıktan sonra Asya’da bir zamanlar Roma hegemonyasına girmiş bulunan yerlere muhacirler yerleştirdiler. Karmanos Alisurios (Germiyanlı Alişir), iç Frigya’nın büyük bir kısmını ve Phladelphiya’ya (şimdiki Alaşehir) kadar olan araziyi, Menderes çayı civarında bulunan Antiokyahia havalisini işgal etti. Oradan İzmir’e kadar uzanan bölge ile İyonia’nın sahilden uzak kısımlarını Sarkhanes (Saruhan. Bunlar da ayrılıp bağımsızlıklarını ilan etmeden önce Germiyanların bir parçası idi MC) adı verilen bir diğeri aldı. Sasan (Menteşa’lı Sasa Bey) adlı biri Manisa çevresini, Priene’ye ve Ephesus’a kadar uzanarak oraları kendisine satraplık yaptı. Lydia’dan, Eolia’dan Hellespont Misiası’na kadar olan sahayı Kalames ve onun oğlunun oğlu Karase (Karesi, Karesioğulları) aldı. Olympos civarını ve bütün Bithynia’yı Atman (Osman) adında bir başkası elde etti. Sakarya nehrinden Paphlagonia’ya kadar Amurios’un (Umur Beyin) oğulları aralarında paylaştılar.[43]
Pachyméres, başka bir yerde de Roma’nın güneydeki Ege ve Ak Deniz’deki deniz güçlerini rasyonalize edip pek çok donanmayı dağıtmalarının ilginç sonuçlarını anlatır. Bizanslıların, tersaneleri kapatmaları sonucunda, yığınlar halinde Hristiyan gemici işsiz kaldı, Menteşa yöneticileri bunlardan da istifade ederek bir donanma kurdu, bir yandan da denizde korsanlık faaliyetlerine başladılar.
Pachyméres, en azından bir bölümünü pers denizciler olarak sunar. O genel olarak Müslümanların deniz yoluyla adalara saldırılarından bahsederken onların bir ara Pers denizcilerini Kyklat adalarına gönderdiklerini ve bu korsanların saldırılarıyla o adaları insansızlaştırdıklarını belirtir:
Her gün, yalnız bir taraftan değil, her taraftan fena haberler duyuluyordu. Yalnız karada değil, denizde de korsanlık ederek önce Tenedos adasını hücumla aldılar. Orada birçok işkenceler yapıp yine geri döndüler. O vakit başkaları da kâh korkutarak, kâh razı ederek orada bulunan Pers gemicilerini Kyklatlar’a gönderdiler ve fena muamele ettiler; hem Sakız’a, hem Sisam’a, hem Kapathos’a, hem de Rodos ve daha birçok yerlere gemileriyle hücumlar yaparak halkı yurtlarından ettiler.[44] Bu dönemde, Rodos’ta, Kürdoğlu denen bir korsanın nam saldığını biliyoruz.
En azından üç Bizanslının (tarihçiler Georges Pachyméres ile Nickephorus Gregoras ve Ephesus’un Johannes Kilisesi kâtiplerinden Paulus Aeginete) yazdıkları, batı ve güney batı Anadolu’nun ta Menderes Ovası, Efes, Tire ve Birgi’ye kadar olan yerleri ele geçirenlerin Germiyanlar ile Menteşalar olduğunu, bunların Türk olarak değil, Persliler olarak bilindiklerini ortaya koyuyor. Bu yazılar, bildiğimiz en eski, olaylara çağdaş yazılı kaynaklar olarak, Menteşaoğullarıyla Germiyanlıların Kürt olduklarına dair diğer yazılı kaynakları destekliyor.
Çalışmamız kendisini Menteşaoğullarının Kürtlükleri konusuyla sınırladığı için onların Kürtlüğünü açıkça dile getiren ve destekleyen diğer bilgi ve belgelere değinip noktayı koyacağız.
MENTEŞA BEYLERİNİN KÜRTLÜĞÜNÜ AÇIKLAYAN DİĞER BİLGİLER
Menteşa, bir Rum Selçuklu emir sevahili (sahil beyi)[45] idi. Ataları Ege sahillerinde Rum Selçuklu sultanlarının emir sevahilleri olarak görev yapıyorlardı ve bugünkü Aydın ve Muğla yörelerine denk düşen alanlarına sahiplerdi. Menteşa Beyliği’inin kurucusu olan Menteşa Bey’in babası Şikarî’nin Karamanname adlı eserinde Hacı Bahaddin’i Kürdi[46], İbn Bibi’nin Selçukname’sinde de Mülukü’l Sevahil Emir Bahaeddin Muhammed[47] olarak verdiği Emir Bahaeddin’dir. Emir Bahaeddin’i Kürdi, Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konya’yı ele geçirerek Cimri olayını yarattığı isyanda Selçuklu başkenti Konya’yı savunmakla görevliydi ve az bir kuvvetle şehir içindeydi. O sırada şehri ele geçiren Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından başka bir iki Selçuklu emiriyle birlikte öldürüldü. Bahaeddin’in öldürülmesi üzerine oğlu Menteşa, Adalar Denizi(Ege) kıyılarında emir sevahil oldu.
Şikarî’nin iddiasına göre, Hacı Bahaddin’i Kürdi, ilk başta Sivas emiriydi. Oğlu Menteşa da o dönemde büyük bir sefer sırasında babasının yerine Sivas’ı vekâleten yönetiyordu. Şikarî’ye göre yaylak alanlarının cazipliği nedeniyle Karamanoğullarının bilinen ilk atalarından Nureddin (sonradan beyliği oğlu Karaman’a bırakarak Baba İlyas’ın müritlerinden oldu ve Nure Sofi olarak tanındı) Hacı Bahaeddin’in Sivas’ta olmadığı ve genç Menteşa’nın vekâleten yönetimde olduğu bir dönemde, hile ile şehri ele geçirdi. Menteşa’yı kendi tarafına kazandı ve onu kendine bağlı bey olarak tanıdı. Menteşa babasına durumu kabul etmesini, bunun en hayırlı sonuç olacağını bildirince hacı Bahaeddin Sivas’ın Karamanlılara tabi’ bir şehir olmasını kabul etti. Bundan sonra, Şikarî’de Hacı Bahaddin’i Kürdi’yi ve oğlu Menteşa’yı Ege sahillerinde Karamanoğulları’nın müttefiki olarak görürüz.
Ancak anlaşıldığı kadarıyla Şikarî farklı dönemlerdeki farklı olay ve kahramanlarla gerçekleşmiş bazı gelişmeleri karıştırarak ve Karamanoğullarını övme, yüceltme amacıyla abartarak anlatımlarını bazı açılardan kurgulamış, ciddi yanlışlar yapmıştır. Bizans kaynaklarına dayanılarak batı ve güney batıdaki Germiyan ve Menteşa varlıklarına değinilirken de görüldüğü gibi, akla daha yatkın olanı, Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin Selçuklu sultanları[48] tarafından Ege Denizi kıyılarına çok daha önce Melikü’l sevahil olarak gönderildiği ve onun Karamanoğullarına değil, doğrudan Selçuklu sultanlarına bağlı bir emir olduğudur. Hatta Karamanoğlu Mehmet Bey, Cimri olayını çıkarınca, Emir Bahaeddin Muhammed, Selçuklu başkenti Konya’nın savunmasıyla görevliydi ve isyan sırasında Karamanoğullarınca öldürüldü (Cimri olayı, dolayısıyla Emir Bahaeddin’nin ölümü 1277), yerine oğlu Menteşa geçti.
Ahmed Eflaki’nin Ariflerin Menkıbeleri’nde Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin oğlu Sultan Veled’in ve onun oğlu Arif Çelebi’nin Menteşa, Germiyan ve Aydınoğulları beyleriyle ilişkilerini anlatılan menkıbeler, Menteşa Bey, Alişiroğlu Yakub (Birinci Yakub) Bey ve Aydınoğlu Mehmet Bey’le ilgilidirler ve daha çok Bizans kaynaklarıyla uyuşuyor.
Menteşa beylerinin şecereleriyle ilgili en titiz çalışmayı Paul Wittek yapmış,[49] Bizans kaynaklarına, hem Şikarî, Müneccimbaşı, Ahmed Eflaki ve benzeri kroniklere, menkıbelere hem de son dönem Menteşa beylerinin mezar taşlarındaki yazıtlara ve diğer mimari eserlerdeki kitabelere dayanarak bir şecere çıkarmıştır. Wittek, kitabelerdeki yazıların okunamaz derecede aşınmış ve karışık olduklarından, şecere silsileleri ve adların birbirleriyle uyumlu olmadıklarından şikâyet etmektedir. Daha sonraki okumalardan onun üstünde karar kıldığı ve böyle olması gerekir dediği isimleri bile yanlış okuduğu görülmektedir.
Wittek bu zorluklara rağmen sadece Şikarî’de geçen Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin doğruya en yakın bilgi olduğunu kabul etmekte, ancak daha sonra çizdiği şecerede dikkat çekici bir biçimde, bu isme yer bile vermemektedir.
Wittek, Hacı Bahaddin’i Kürdi adı konusunda ikirciklenmesini iki nedene dayandırır. Birincisi, Şikarî’nin Karamanname ’sinin hepsi de sonradan istinsah edilen el yazma nüshalarında Hacı Bahaddin’in bazı yerlerde Hacı Bahadır olarak yazılmasıdır. İkincisi de Şikarî’nin Hacı Bahaeddin’e mal ettiği bazı olayların, aslında ondan sonraki dönemlere, 1277’den sonralara, 1290 hatta 1300’lı yıllara ait olmasıdır.
Kuşkusuz bu iki durum da izah edilebilecek niteliktedir. Hacı Bahaddin ve Hacı Bahadır adlarının ortaya çıkması iki farklı kişinin olmasından değil, Arap alfabesiyle el yazmalarda, son harflerinin birinin ‘ﻥ’ (nun), diğerinin ‘ﺮ’( ra) olması ve aralarındaki grafik farkın bir nokta olmasıdır. Nun’daki nokta yazılmadığı, unutulduğu ya da sonradan aşınma nedeniyle silindiğinde ‘’ra’’ olarak okunduğu ve ardından gelen istinsahçılarda aynı kişi için Bahaddin ve Bahadır gibi bir farka yol açtıkları kuşku götürmez.
İkinci neden ise; anlaşılıyor ki ne Şikarî ne de Wittek, Menteşaoğullarının atası Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin dışında, ondan bir-iki on yıl sonra varlık gösteren Amasya Emiri Bahaeddin Kürd’den haberdar değiller. Amasya Bağımsız Kürt Emirliği[50] adlı çalışmamda, Amasya Emiri Bahaeddin Kürd’ün hayatına ve dönemine ayrıntılı yer verdim. Amasya Emiri Kürd Bey 13. yüzyılın sonları ile 14. yüzyılın ilk dönemlerinde Amasya emiri, Kayseri emiri olmuş ve önceleri Sivas, Kayseri ve Amasya’ya sahip Eretna Beyliğinin emirliğini, vali ve vezirliğini yapmış biridir.
Kanımızca, Şikarî de eserinin bir iki yerinde Kürt Bey adını, oğulları Hacı Kutlu Şah İbn Kürd, kardeşi Hâce Ali’yi verdiği halde, onları tanımamakta, sadece eserinin ilk bölümlerini Farsçadan Türkçeye tercüme ettiği Yârîcanî ve Dehanni’den nakletmekte, ama Menteşaların atası Hacı Bahaddin’i Kürdi ile Amasya Emiri Bahaddin Kürd’ü birbirine karıştırmaktadır.[51] 1277’den sonra Emir Bahaddin Kürd’ün yaptıklarını da adı geçen Menteşa atasına mal etmektedir. Bu isimlerin iki ayrı emire ait olduğu anlaşıldığında taşlar daha yerli yerine oturmakta ve Wittek’i kuşkulandıran sebepler ortadan kalkmaktadır.
Paul Wittek’i ikirciklerinden başka bir durum daha var. Son dönem Menteşa beylerinden Ahmed Gazi bin İbrahim Bey’in 793/1391 yılına ait mezar taşında, soyu ile ilgili standart bilgilere uymayan isimler… Mezar taşında, Ahmed Gazi ibn İbrahim, ibn Orhan, ibn Mesud, ibn Menteşa, ibn Eblistan, ibn Karabay biçiminde okuduğu bir kitabe var.
Burada tanınmamış ilginç bir kısım ismin (Eblistan, Karabay) yanında Menteşa’nın adı var ama Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin adı yok. Olsaydı, muhtemelen Muhammed Bey biçiminde olmalıydı. Çünkü İbn Bibi’de Mülukü’l Sevahil Bahaeddin Muhammed diye geçer. Menteşa’nın babası adının yerinde ‘Eblistan’ var.
Eblistan’ı biz Maraş’a bağlı Elbistan’ın eski adı olarak biliriz. İsmail Hakkı Uzunçarşılıoğlu da Eblistan için şunları belirtir: Eblistan ismi dikkate şayandır. Bugün Maraş vilayetinin kazası olan Elbistan’ın eski adı Eblistin’di. Acaba bu memleket ismi ayni zamanda şahıs ismi midir? On dört ve on beşinci asırlarda tarihte Dimşik, Mısır, Bağdat, Mardin, Isfahan gibi şahıs isimlerine de tesadüf etmekteyiz. Bunun için kitabedeki Eblistan şahıs ismidir’’[52]
Ayrıca, yukarıdaki kitabeden önce, Milas’ta yapılan Ahmed Gazi Camisi’nin 780/1378’de yazılan kitabesinde daha farklı bir şecere var. ‘’Bu büyük camiyi ulu Emir ve Mükrim Sultan milletlerin rikabının maliki, Arap ve Acemlerin[53] hükümdarlarının sultanı Ahmed Gazi Bey –Allah ömrünü uzun etsin- ibn merhum ve mağfur bahtlı şehit İbrahim Beg bin Orhan, bin Mesud, bin Eblistan’’ denmiş. Dikkat edilirse burada (Ahmed Gazi sağken), hem mezar taşındaki kitabede en son ata diye okunmuş Karabay yok, hem de daha ilginci beyliğin bizzat kurucusu, Menteşa yok. Aynı caminin minbere çıkılan kapılarının kenarındaki kitabelerde de aynı şecere var.[54]
Wittek, Bizans tarihçisindeki bir bilgiden hareketle de, şecerede kuşkuya düşüyor. Pachyméres’in, ‘Karmanos Alisurios’ diye birinden bahsettiğine dikkat çekerek, Germiyanlı Alişir’in kastedildiğini anlıyor, ancak başka bir yerde ‘Karmanos Mantachiyas’ diye birini yazmasından dolayı, ‘’buradaki ‘Karmanos’u ‘Germiyan’ olarak anlayamayız, bu olanaksızdır’’ diyor[55]. Neden? Çünkü bu Menteşalı biridir. Aslında birbirine komşu, akraba ve iç içe geçmiş toplulukların birbirlerinin tanınmış şahsiyetlerinin adlarını seçmelerinden doğal bir şey olamaz ama onu bir kenara bırakalım.
Wittek’e göre bu, daha çok Kalkaşandi’nin 1412’de tamamlanmış olan devlet salnamesinde rastlanan ‘’Zervan ibn Karaman ibn Menteşa’’(الاميرذروان بن كرمان بن منتشا)daki Karaman ismiyle aynı olabilir. Buradan hareketle Wittek, Karaman adında karar kılıyor ve kitabın sonundaki şecereye de bunu yerleştiriyor.
Tabi, Wittek, aynı anda Kalkaşandi tekstinin Arapça yazılmış halini de veriyor ve buradan ‘Karaman’ diye birini kastetmiş olmasının mümkün olmadığı açıkça görülüyor. Bugünkü Türkçe’de ‘Karaman’ olarak yazılan adın Arapça alfabeye göre ‘Qaraman (قرمان )’ olarak yazılmış olması gerekiyor. Kalkaşandi ‘’Zervan ibn Kirman/Karman (Karaman da değil) ibn Menteşa’’ diye yazmış. İsim kesinlikle hem Pachyméres’te, hem Kalkaşandi’de ‘Karmanos/Karman/Kirman’dır, ya bunu ‘Germiyan’, ya da yazıldığı gibi ‘Karman/Kirman’ diye kabul etmekten başka çare yok. Kaldı ki tarihte, insanlara ad olmuş ‘Kirman/Karman ‘ sözcüğü de var. Karman Şah, sonra da Kermanşah / Kirmanşah’a ad olmuştur. Orta çağda, orta ve batı Avrupa’ya gelmiş olan Kürtlerin önemli bir bölümünün, bugünkü Irak’ın Şarezor/Germiyan yöreleri ile İran Kürdistanı’nın Kirman /Kirmanşah/Loristan bölgelerinden gelmiş oldukları hatırlanırsa ‘Germiyan’ ya da Karman/Kirman/Kerman’ isimleri daha uygun düşer.
Wittek’in, Ahmed Gazi Bey’in mezar taşındaki Karabay ismini de aslında yanlış okuduğu kendi eserinde teksti verilen kitabeden görülmektedir. Buradaki en son ata ismi ‘Karabay, Qarabay’ biçiminde okunamaz; ancak ‘Kurbi Bey/Qurbi Bey/Kuri Bey’ hatta Q[a]zi Beg biçiminde bile okunabilir. Aşındığı Wittek tarafından dile getirilen kitabe, net bir okuma ve çözümleme imkânı vermiyor, buna rağmen, eserinin sonundaki şecereye bu ismi ‘Karabay’ diye yerleştirmiş olması ilginçtir. İsmail Hakkı Uzunçarşılıoğlu da ‘’bu ismi Doktor P. Wittek Karabay Bey diye okumuş ise de ikinci kısım kitabelerde Kuri veya Kari Bey diye okunmuştur,’’ der. Uzunçarşılıoğlu bile ismi okuyamamıştır.
Ahmed Gazi Bey’in mezar taşındaki kitabe. Wittek’in kitabından
Geriye sıra dışı olarak ‘Eblistan’ ismi kalıyor ki Osmanlı yönetimi dönemine denk düşen bu yazmayı ‘Eblistani’ biçiminde okumak da mümkündür. Hatta daha doğrusu öyle okunmasıdır. Eski kitaplarda ‘hüruf-i imla’ denen şey yazılmaz, ama okunurdu. Kimi Osmanlı ve Türk tarihçileri bunu göz ardı eden yanlıştan dolayı, ‘Germiyani’yi ‘Germiyan’ ya da Germiyan Begi’ni ‘Germiyan Beg’ diye okumuşlardır. Böylece ‘Eblistani’(Elbistanî) adını bu hanedanın, İslamiyet dönemindeki bir Kürt şehri olarak bayındır olan Elbistan’la ilişkilendirmek mümkündür.
Ancak en iyisi, Osmanlı egemenlik ve onlarla bütünleşme dönemine rastlayan kitabelere bilinçli olarak gerçek şecereyle uyuşmayan isimlerin yazılmış olabileceği, bazı isimlerin atlanarak, bazılarının değiştirilebileceği ya da eklenebileceği ihtimalini göz önünde tutmaktır.
Batı ve orta Anadolu’ya gelen Kürtlerin hemen hemen tümü, önce Suriye ve Şam bölgelerine, Eyyubilere gelmişler. Ardından, oradan Maraş, Elbistan, Malatya ve Sivas, hatta Kayseri ve Amasya’ya yayılmış, pey der pey batı ve orta Anadolu’nun söz konusu ettiğimiz bölgelerine yerleşmişlerdir.
Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin ya da onun Qurbi/Qurbi/Q[a]zi Beg diye okunabilen atasının Elbistanlı olması şaşırtıcı değil. Nitekim Mülukü’l Sevahil Emir Bahaeddin Muhammed’in ilk yaşamı oralara çok yakın olan Sivas’ta geçmiştir.
Böylece eğer Menteşaoğullarına bir şecere oluşturulacaksa Wittek’in dile getirdiği Karabey ve Karaman Bey adlarını bir tarafa atmak ve belki de şöyle bir şecere oluşturmak gerekir:
Quri/Qurbi/Qazi Bey, onun oğlu Eblistan Bey/Emir Hacı Bahaeddin Muhammed Kürdi, onun oğlu Menteşa Bey, onun oğlu Kirman (Karmanos/Germiyan) Bey, onun oğlu Mesud Bey, onun oğlu Orhan Bey, onun oğlu İbrahim Bey, onun oğulları Musa, Muhammed ve Ahmed Gazi Beyler, (Ahmed Gazi’dan sonra kardeşi) Muhammed Bey, onun oğlu İlyas Bey, onun oğulları Ahmed ve Leys Beyler. Ahmed’in oğlu İlyas Bey. Aradaki bazı halkaların zayıf olduğu unutulmamalıdır.
Bizim konumuz açısından, sahil beyliğini Selçuklu sultanlarına bağlı olarak kuran Emir Hacı Bahaddin’i Kürdi (Melikü’l sevahil Bahaeddin Muhammed) ve bu beyliğe, bağımsızlığını ilan ederek adını veren oğlu Menteşa önemlidir.
Çalışmamızda esas amaç Menteşaoğullarının Kürtlüğü konusu olduğu için onların tarihine daha fazla yer verilmeyecek, etnik kökenleri üzerine yoğunlaşmakla yetinilecektir.
MENTEŞA İSMİNİN KÜRT ORTAMIYLA BAĞLARI
Wittek, Menteşa konusunda o kadar karamsar davranmıştır ki onun bir şahıs, aşiret ya da yer ismi olup olmadığına bile karar verememiştir. Oysa Menteşa’nın iki sözcükten meydana gelen bileşik bir insan ismi olduğu yüzeysel bir araştırma ortaya çıkarmaktadır.
‘’Menteşa’’ sözcüğünün insan adı ve Kürtlerin yaşam alanıyla içli dışlı ilişkisini derli toplu olarak Şeref Xan (Şeref Han), Şerefname’de Kilis beyleri ile ilgili bölümü ele alırken vermektedir:
‘’Dediklerine göre [Kilis Hükümdarları], doğru rivayet gereğince Hakkâri ve İmadiye hükümdarlarının amcaoğullarıdır. Bunlar üç̧ kardeşti ve adları Şemseddin, Bahaddin ve Menteşa’ydı. Hakkâri hükümdarları Şemseddin’in soyundandır ve Kürtler tarafından bunlara ‘Şemû’ denilmektedir; Bahaddin’in soyundan olan İmadiye hükümdarlarına da ‘Behdin’ denir; Kilis hükümdarlarına gelince, bunlar da Menteşa’nın soyundandır ve onlara ‘Mend’ denir.
Çeşitli rivayetlerden hangisi doğru olursa olsun, Mend, başlangıçta Kürtlerin bir aşiretini çevresinde toplamaya muvaffak oldu ve onlarla birlikte Şam ve Mısır’a gidip Eyyuboğulları hükümdarlarının hizmetine girdi. Onlar da kendisine Antakya Vilayeti yakınındaki Kusayr Nahiyesi’ni verdiler. Mend ve adamları kışın buraya yerleştiler. İş bununla da kalmadı; daha önce o diyarda oturan Kürt Yezidiler’den bir topluluk da Mend’in çevresinde toplandı. Bu da günden güne şanının yücelmesine ve nüfuzunun artmasına yolaçtı. Kendisine her taraftan Kürtler geldiler; ayrıca Cun ve Kilis taraflarında oturan Kürtler de kendisine katıldılar.
Al-ı Eyyub’un ulu hükümdarları kendisine ilgi gösterdiler ve onu Şam ve Halep’teki bütün Kürtlere beylerbeyi olarak tayin ettiler; bu topluluğu yönetmek, meseleleri karara ve çözüme bağlamak bakımından kendisini tamamen serbest bıraktılar. Böylece kendisini en yüksek askeri ve idari rütbeye yükselttiler. İşin başlangıcında, Hama ve Maraş̧ arasında yayılmış̧ olan Yezidi Kürtler’in şeyhleri bu yüce makam üzerine kendisiyle çatıştılar. Bu durum, zaman zaman kılıçların çekilmesine ve savaşa dahi yolaçtı. Fakat Mend onlara galebe çaldı ve bazen sertlikle, bazen yumuşak davranarak, bazen baskıyla, bazen de iyilik yaparak onları kendisine boyun eğecek duruma getirdi. Sonunda istediğine kavuştu ve o diyardaki bütün Kürtler onun mutlak hükümdarlığına boyun eğdiler.
Mend ölünce yerine oğlu Arab Bey geçti. Ondan sonra da oğlu Emir Cemal yönetimi aldı. Onun ölümünden sonra da yerine oğlu Ahmed Bey geçti. Bu beyin zamanında Al-ı Eyyub Devleti’nin günleri sona erdi ve büyük devletleri Çerkeş Memlükler’e geçti. Fakat Ahmed Bey Çerkeşlerin devletine boyun eğmedi ve günlerini bağımsız bir hükümdar olarak geçirdi. Sonunda iki çocuk bırakarak öldü.’’[56]
Kilis beylerinin tarihi, Şerefname’de bundan itibaren de Canpolatları da içine alarak devam ediyor, ancak bizim konumuzu doğrudan ilgilendirmediği için biz bu kadarıyla yetiniyoruz.
Şeref Han’ın verdiği bilgilerden Menteşa’nın bir bey adı olduğu ve Kürtlerin bu beyi Mend diye çağırdıkları, onun, zamanında Botan bölgesinden gidip Eyyubilerin hizmetine girdiği, Eyyubilerin, ona, Antakya bölgesinde beylik verdikleri anlaşılıyor. Mend adlı beyin başarıları nedeniyle ona bağlı topluluğun (aşiretin), hatta Kilis hükümdarları ailesinin Mend adıyla tanındıkları bilgisi de var. Mend, Antakya bölgesine yerleşmeden önce de orada Kürtler, özellikle Yezidi Kürtler kalabalık bir topluluk olarak varlar. Mend başarılı olunca hem (Cun ve Kilis tarafındaki) Müslüman Kürtler, hem de Yezidi Kürtler onun etrafında birleşiyorlar. Sonra Eyyubi Sultanları onu Halep ve Şam’daki (yaklaşık olarak bugünkü Kuzey Suriye, Hama, Halep, Şam ve Lübnan toprakları) bütün Kürtlerin başına beylerbeyi olarak atıyorlar. Mend’in gücü ve egemenlik alanı Hama’dan Maraş’a kadar genişliyor.
Tarihte, Musul, Şengal, Şarezor, Germiyan ve Loristan bölgelerinden batıya, Roma topraklarına giden Kürtlerin, doğu Toros ve Zagros sıra dağlarının, yüksek yaylaların ve buralardan inen Fırat, Murat, Dicle ve Zap gibi nehirlerin geçit vermemeleri nedeniyle, yolları, Germiyan, Şarezor, Musul, Mardin, Harran, Urfa, Halep alçak yayla ve çölleri (berri) ile adı geçen sıradağların, uzantıları Cudi, Şengal ve benzerinin güney eteklerinden geçmiştir.
Kürtler bugünkü İran’ın güneyinden, Irak’ın doğu ve kuzeydoğusundan bu güzergâhı takip ederek verimli Suriye, Halep, Şam ve Antakya kıyılarına gelmişlerdir. Buradan bir taraftan güneyi, Lübnan, Filistin, Mısır ve Yemeni, diğer taraftan Antakya’nın kuzey ve doğu yörelerini, Kilis, Elbistan, Maraş, Malatya, Sivas, Kayseri, Amasya, Tokat, Kütahya, Kastamonu, Ankara ve Sinop yörelerini hedeflemiş, ya da Adana, Antalya, Konya’yı konak edinerek Ege bölgesine ulaşmışlardır.
Şam ve Halep’in kuzey yöreleri, Antakya’nın doğusu ve kuzeyi ilk konak yeridir. Buralarda adını verdiğimiz şehirler, ilk Müslüman ve Kürt yerleşim yerleri ve idare merkezi olmuşlardır.
Aslında ilk Arap istilaları da bu güzergâhtan Roma İmparatorluğu’nun içlerine, ta İstanbul önlerine kadar varmıştır. Ardından Oğuz-Türkmenlerinin ve Moğolların İran’ın güneydoğusu, Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap üzeri gelen istila dalgaları da bu güzergâh ve konaklamaları izlemiştir. Bu, o dönemin coğrafi ve doğal koşullarının dayattığı bir zorunluluktu.
Bu nedenle, Hem ilk İslam yayılma dönemlerini hem de Oğuz-Türkmen ve Moğol yayılmalarını anlatan orta çağ İslam kaynaklarında Maraş, Harput, Elbistan, Sivas, Kayseri, Amasya, Tokat ve daha sonra Kütahya, Kastamonu, Sinop, Aydın ve Muğla bölgelerinde Kürt emir ve beylere rastlamak o kadar da şaşkınlığa yol açmamalıdır.
Çalışmanın daha önceki bölümlerinde, Süleyman Şah’ın 1086 yılında Antakya ve Halep yöresinde Tutuş’la savaşta öldürülmesini anlatılırken, İbn Bibi’nin ve Yazıcızade Ali’nin değindikleri bir adı tekrar hatırlatalım. Ta Tokat’tan beri diğer emirlerle beraber Süleyman Şah’ın yanında olan, onunla omuz omuza savaşan ve o öldürülünce, oğlu Kılıçarslan’ı, diğer emirlerle elbirliği ederek tahta oturtan Mende Bey/Emir Mende. Şeref Han’ın adını verdiği Mend Bey ile İbn Bibi ve Yazıcızade’nin adını verdikleri Mende Bey kanımızca ayni isimdir. Ayni kişiler oldukları eldeki bilgilerle iddia edilemez. Çünkü Şeref Han’ın Mend Bey’i sonraki bir tarihe, Eyyubilerin imparatorluk haline geldikleri en az bir asır sonraki bir döneme rastlıyor. Ama iki isim aynıdır ve bunların aynı bölgede tarih sahnesine çıkmış olmaları, oradan kuzeye, Anadolu’ya gitmiş olmaları önemli bir ipucudur, anlamlıdır.
Tabi Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin oğlu Menteşa ile bu iki Mend de ayrı kişilerdir. Menteşa onlardan çok sonra yaşamıştır. Ama bu, bize kendisi tarih sahnesine çıkmadan önce Mend ve Menteşa adlarının Kürtler arasında yaygın olduğunu, hatta Mend hanedan soyunun oluştuğunu ve bunun Antakya, Kilis, Maraş, Halep ve Hama yörelerini yönettiğini gösterir. Şahıslar aynı olmayabilir ama güneybatı Anadolu’da ortaya çıkıp Menteşa devletini kuran beyin geçmişte Sivas’ı yöneten atalarının, daha önceki tarihlerde daha güneyde Elbistan’ı ve başka yöreleri de yönetmiş olmaları ve hatta Mend hanedanı soyundan gelmiş olmaları pek ala mümkündür.
Sunduğumuz bilgilerle vardığımız sonuç şudur: Menteşa adının aslı ‘Mend/e’dir. Mend/e ilk başta Bey rütbesiyle adını duyurmuştur; Mend Bey, Mende Bey. Ancak Mend/e Bey, beylerbeyi rütbesi alıp eyaletleri, beylikleri yöneten emir haline gelince Mend/e Şah [57]olmuştur. ‘Amasya Bağımsız Kürt Emirliği’ çalışmamızda Emir Bahaeddin Kürd’ün oğlu Hacı Kutlu Bey’in Amasya emiri olunca Hacı Kutlu Şah adını aldığını gördük. Şeref Han’ın bahsettiği Mend Bey’in de daha sonra Hama’dan Maraş’a kadar olan bölgedeki Kürtlerin başında ‘’beylerbeyi’’ yani ‘Şah/Xan’’ olduğunu gördük.
Mende Şah adı, zamanla tanınıp sevilince, hanedan çevrelerinde, birleştirilerek ad olarak da verilmiştir; Mendeşa[h]. Zamanla bu kelime hafifleyerek ‘Menteşa’ ya dönüşmüştür. Zaten Şeref Xan da Şerefname’yi bu beylerden çok sonraları, 1597’de yazmıştır. O tarihte Mendeşah adının her tarafta Menteşa’ya dönüştüğünü, onun eserinde de bu haliyle yer ettiğini görüyoruz. Şeref Han’ın kendi adı da sonra böyle bir dönüşüme uğramıştır. Onun adı Şeref(Şerefeddin)’dir. Han (Xan )rütbesini daha İran’da iken Şah Tahmasp döneminde beylerbeyi olunca almış ve Şeref Xan olarak anılmıştır. Fakat sonraları, örneğin günümüzde bu isim birleştirilerek Şerefxan biçiminde insanlara ad oluyor.
Sonuç olarak verdiğimiz bilgi ve belgeler ışığında Menteşaoğulları hanedanının Kürt olduğu rahatlıkla görülebilir kanaatindeyiz. Beyliklerin tebaaları, orta çağdaki bütün beylik ve devletlerinde olduğu gibi, farklı etnik topluluklardan oluşmaktaydı, Müslüman olarak Kürtler, Türkmenler, Moğollar, Harezmiler, Araplar Farslar, Müslümanlaşan Ermeni ve Rumlar. Ayrıca Müslüman olmayan Rumlar, Ermeniler, Gürcüler, Yahudiler, Süryani-Asuri toplulukları, batıdan gelen Latinler, Frenkler…
Tabi bu hanedan, batı ve orta Anadolu’da, Türk kökenli bir hanedanın yönettiği Rum Selçuklu devleti içinde, çoğunluğu Türkmen olan emir, bey, yönetici, asker ve aşiretlerle haşır neşir olmuştur. Ta başından beri, kendi dilleri Kürtçe, Farsça ve Arapçanın yanında Türkçe, hatta Rumcayı günlük yaşamlarında geniş bir şekilde kullanmış oldukları varsyılabilir. Bu dillerle, onun kültürlerini taşıyan topluluklarla içli dışlı olmuşlardır. Özellikle Osmanlı egemenliği döneminde, Farsça ve Arapçanın büyük ölçüde terkedilmesinden sonra bu hanedanın üyeleri de daha çok Osmanlı yönetim çevreleri ve Türklerle entegre olmuşlardır. Ancak anladığımız kadarıyla Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar Kürtlüklerini bilmişler, önemli bir kısmı özellikle yönetici sınıf, dillerini unutmuş olsalar da onlara bağlı olan Kürt aşiretler ve yerleşik yaşama geçmiş olan köylüler Kürtçeyi unutmamışlar, kırsal yaşamda kullanmışlardır.
Günümüzde de orta ve batı Anadolu’da Kürtçe konuşan nüfusun ciddi bir bölümü o dönemden kalan Kürtlerdir. Önemli bir bölümü, artık Türkçe konuşsalar bile, Kürt asıllı olduklarını bilmektedirler. Ancak tarihleri hakkında ciddi bilimsel araştırmalar olmadığı için çoğu kez kulaktan dolma bilgiler vermekteler, ilk gelenlerle sonradan defalarca dalgalar halinde gelenlerin tarihleri birbirine karıştırılmaktadır, bilgisizlik ağır basmaktadır.
[1] İ. Hakkı Uzunçarşılıoğlu, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, TTK Yayınları, 1937 Ankara, s. 19-22.
[2] Rum Selçuklu Devleti’ne günümüz Türkiye’sinde Anadolu Selçuklu Devleti denir. Bu ad Cumhuriyet’ten sonra ortaya çıktı. Hem Selçukluların kendileri, hem de batılı ve doğulu kaynaklar hep Rum Selçuklu Devleti dedi. Biz de onları, kendilerini adlandırdıkları biçimiyle adlandırıyoruz.
[3] Paul Wittek, Menteşa Beyliği, Çeviren O. Ş. Gökyay, TTK Y, 3. Baskı, Ankara 1999, s. 170.
[4] Şikarî, Karamanname [Zamanın kahramanları Karamaniler’in tarihi], s. 145, hazırlayanlar Metin Sözen, Nejdet Sakaoğlu, Karaman Valiliği-Karaman elediyesi yayınları, 2005 İstanbul.
[5] İbn Bibi (El Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Caferi er-Rugadi) hazırlayan Prf. Dr. Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı, 1996 Ankara.
[6] Abdullah Bakır, Yazıcızde Ali’nin Selçuk-name İsimli Eserinin Edisyon Kritiği, yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2008.
[7] A.g. e.
[8] Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu, Gibons’un tercüme edilmiş nüshası s. 29. Aktr Wittek.
[9] Bazı kaynaklar Mesud Bey’i Menteşa Bey’in oğlu ve halefi, Orhan Bey’i Mesud’un oğlu olarak, bazıları da doğrudan doğruya Orhan Bey’i Menteşa’nın oğlu olarak işaret ederler.
[10] Kitabussülûk ….. 766 hicret senesi vukuat-ı arasında. Aktr, Wittek.
[11] Uzunçarşılıoğlu, Menteşe Beyliği bölümü.
[12] 1366 dan önce.
[13] Uzunçarşılıoğlu, Menteşe Beyliği bölümü.
[14] Uzunçarşılıoğlu. Menteşe Beyliği bölümü.
[15] İ. Hakkı Uzunçarşlıoğlu, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Beylikleri, TTK Yayınları, 1937 Ankara, Menteşe Beyliği bölümü.
[16] Bu Süleyman Şah, Osmanlıların ve çağımızdaki Türklerin Osmanlıların atası olarak göstermeye çalıştıkları Süleyman Şah’tır. Tabi Süleyman Şah’ın bu iddialarla hiçbir ilişkisi yok. Osmanlı kurucusu Osman Bey’in babası Ertuğrul Bey biliniyor, gerisi tümüyle karanlık. Ertuğrul’un bile babasının kim olduğu bilinmiyor.
[17] İbn Bibi (El-Hüseyin B. Muhammed B. Ali El-Ca’ferî er-Rugadî), El Evamir’ül-Ala’iyye Fi’l-Umuri’l-Ala’iyye (Selçuk-name), Farsçadan Türkçeye çeviren Prof. Dr. Mürsel Öztürk, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Yayınları, Birinci baskı, 1996, Ankara, c. 2 s. 96.
[18] Bakınız, Abdullah Bakır, Yazıcızade Ali’nin Selçuk-name İsimli Eserinin Edisyon Kritiği, yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2008.
[19] Belli ki İbn Bibi’den başka kaynaklardan alınan bilgilerle bu isimler artmıştır.
[20] (Yazıcızade, s. 176-177)Başka yerlerde tahta geçişi 1086 değil, 1092 gösterilir.
[21]Murad Ali Ciwan, ‘’Amasya Bağımsız Kürd Emirliği’’, https://muradciwan.com/2018/02/18/amasya-bagimsiz-kurd-emirligi/
[22] İbn Bibi (El Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Caferi er-Rugadi) hazırlayan Prf. Dr. Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı, 1996 Ankara. c. 2, s. 25.
Candar saray muhafaza kumandanı olup maiyetinde bu hizmette bulunmak üzere epeyi candar vardı. Candarlar süvari olup, bellerinde altın işlemeli hamayıl ile asılı kılıç taşırlardı. Alâeddin Keykubad, hükümdar ilan edilip Konya’ya geldiği zaman maiyetinde 120 muhafız candar vardı. Bunlar diğer mevcut candarların içinden seçilmiş cesur ve at oynatmaya kadir muhafızlardı. Hükümdar muhafızları olan candarların bir kısmı divan muhafaza olarak istihdam edilirlerdi. Candarlar harp zamanında ve konak yerlerinde “mufarede” denilen seçkin hassa kuvvetleriyle beraber hükümdarın etrafından muhafaza hizmetinde bulunurlardı. (aynı yerde).
[23] John S. Guest, Yezidilerin Tarihi, Çeviren İbrahim Bingöl, Avesta Yayınları, İstanbul 2001, s.53.
[24] Ahmet Demir, İslam’ın Anadolu’ya gelişi (Doğu ve Güneydoğu illeri), Kent Yayınları, İstanbul, 2004. S. 173
[25] Roger Lescot, Yezidiler, din tarih ve toplumsal hayat, Cebel Sıncar ve Suriye Yezidileri. Çeviren Ayşe Meral, Avesta Yayınları, İstanbul 2001, s. 95-96.
Ayrıca, Metin Bozan, Şeyh ‘Adi Bin Müsafîr, Hayatı, Menkıbevi kişiliği ve Yezidi inancındaki yeri, Nubihar, İstanbul 2012, s. 65-69.
[26] Uzunçarşılıoğlu, Kütahya Şehri, s. 9-10
[27] Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi YKY, c. … s. 519 ve 567.
Hezardinari Kütahya’da başka eserler de bırakmıştır. (Uzunçarşılıoğlu, Kütahya Şehri 23). Halk arasındaki söylencelerde onun türbesi sonradan Saadeddin Camii adı verilen mescidin mahallinde gömülüdür. Belirtilen yerde bir türbe varsa da kitabesi olmadığından kesin bir şey söylenememektedir. (Uzunçarşılıoğlu, Kütahya Şehri s. 24)
[28] Hatta bir ihtimalle ondan önceki bir bey tarafından da olabilir ama ipucu yok.
[29] Mukrimin Halil Yinanç, Desturnamei Enveri, İstanbul Evkaf Matbaası, 1929, s. 19.
[30] Türkmen, Arapça Farsça karışımı bir sözcük olup, Müslüman Arap ve İranlıların Oğuzlara verdikleri bir addı. Muhtemelen hem kendi Şaman dinlerini bırakıp müslümanlaştıkları, hem de topraklarını terk ederek batıya doğru yayıldıkları, hep göçebe, gezgin ve savaşçı bir yaşama sürdürdükleri için ‘Türkmen’ diye adlandırıldılar. Yani dinden dönenler, dinlerini ve yerlerini terk edenler.
[31] Asında göçebe anlamındaki !Türkmen tanımı daha sonra Osmanlı literatürüne de geçmiştir. Örneğin zaman zaman yazılı kaynaklarda göçebe Kürt aşiretlerine ‘’Ekrad-ı Türkmen/ Türkmen Ekradı’’(Türkmen Kürtleri) dendiği görülmektedir.
[32] Paul Wittek’e göre bu kayıtlar 1204’ten önce ve 1261’den sonraya ait olamaz, yani 13i yüzyılın ilk yarısına ait bir dönemde Ebü’l Fida’dan yaklaşık bir yüzyıl önce yazılmışlardır. Çünkü o bölgedeki Adalia ve Denizli yöreleri 1204 yılından sonra Müslüman egemenliği altındaki topraklara katıldı. 1261 yılından sonraya da olamaz, çünkü güney batı Anadolu’daki bu toprakların tümü 1261 yılından önce fethedilmiştir. (Menteşa Beyliği s. 1)
[33] Wittek’e göre bunlar sınırın Bizans tarafına yerleştirilen ve bir çeşit Müslüman gazi savaşçılarına denk düşen, Roma topraklarını Müslüman akınlarına karşı koruyan, zaman zaman da Müslüman nüfus içine akınlar düzenleyen Hristiyan savaşçılar olan Akarit’lerdi. (Menteşa Beyliği, s. 9)
[34] Wittek’e göre, bu nehir bugün Dalamançay denen nehirden başkası olamaz.
[35] Ebü’l Fida coğrafyasından İbn Said’in kayıtları, aktaran Paul Wittek, Menteşa Beyliği, sayfa 2
[36] Pachymérés, I 222 ve devamı B’de. Aktaran Wittek, Menteşa Beyliği 16.
[37] Georges Pachymére, I S. 215 B Wittek s. 24
[38] G. Troickij, Imperatoris Michaelis Paleologi de vita sua opusculum etc. Petersburg 185 s. 7
[39] Pachyméres, I S. 472 ve devmı, Ayrıca başka bir tarihçi olan Nickephorus Gregoras I s. 142 B. Aktran Paul Wittek, Menteşa Beyliği, Öeviren O. Ş. Gökyay, TTK Yayınları 3. Baskı 1999, s. 26-27
[40] Pachyméres, II s. 210 ve devamı, aktaran Wittek.
[41] Nickephorus Gregoras, I S. 214 B, aktaran Wittek s. 38
[42] Paulus Aeginete, Yazmalar, Marciana 292, aktran Wittek s. 39. Düsturnameyi Enveri’ye göre Menteşa Beyi Sasa Tire ve Ephesus’tan başka Birgi’yi de fethetti.
[43] Nickephorus Gregoras, I s. 214 B, aktaran Wittek s. 17.
[44] Pachyméres, II, s. 343 ve devamı B. Aktaran Wittek s. 45.
[45] Rum Selçuklularında karada serhad (sınır boyu) beyliği yapanlara ‘’uc beyi’’ denize sınır boylarında emirlik yapanlara ‘’emir sevahil, mülukü’l sevahil’’ (sahil beyi) denirdi.
[46] Şikarî,
[47] İbn Bibi (El Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Caferi er-Rugadi) hazırlayan Prf. Dr. Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı, 1996 Ankara.
[48] Muhtemelen Birinci Alaeddin ya da oğlu Giyaseddin Keyhüsrev.
[49] Paul Wittek, Menteşa Beyliği s. 24-55, 132-153, 177.
[50] Murad Ali Ciwan, ‘’Amasya Bağımsız Kürt Emirliği’’,
Bu çalışma, Türklerin ‘Menteşe Beyliği’, ’Menteşeoğulları’, ya da ‘Menteşe Emirliği’ diye adlandırdığı beyliğin kurucu ve yönetici hanedanının etnik kökenine bugüne kadar yapılagelenden farklı bir yönden bakmayı amaçlıyor.
Yalnız, başından belirtmek gerekiyor; beyliğin ve onun yönetici hanedanının adı, bütün İslam, Selçuklu ve Osmanlı kaynaklarında Menteşa, Menteşaoğulları, Veled-i Menteşa, Ferzend-i Menteşa ya da İbn Menteşa olarak geçer. Ayrıca Bizans, Ceneviz, Venedik ve diğer Avrupa kaynaklarında da bunu esas alan Grek ve latinize edilmiş formasyonları kullanılır; Mandachias, Mandasias, Mantaxias gibi. ‘Menteşe’ adı, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra uydurulmuştur. Bu nedenle çalışmamızda bundan sonra yeri geldikçe bu ad hep Menteşa olarak geçecek.[1]
MENTEŞAOĞULLARI
Daha önce Rum Selçuklu devletinin[2] bir sahil (Adalar Denizi’nde/Ege’de) [uc] beyliği olan idari-coğrafi birim, bu devletin dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan etti ve Menteşaoğulları Beyliği, İmareti Veled-i Menteşa ya da İmareti İbn Menteşa olarak tanındı, tarih kayıtlarına öyle geçti.
Müneccimbaşı Ahmed Efendi’ye göre Menteşaoğullarının egemen oldukları topraklar, pek çok şehri ve onlara bağlı nahiyeleri içeriyordu. Hükümet merkezleri Muğla’ydı. Balat, Bozöyük, Milas, Beçin (Peçin), Marin (Mazın), Çine, Tavas (Avas da denirdi), Burnaz (Pirnaz, Pirtaz), Mekri (Fethiye) ve Köyceğiz kasabaları bu toprakların içine dâhildi.
Menteşa Beyliği üzerine ayrıntılı bir araştırması bulunan Avusturyalı tarihçi Paul Wittek, Osmanlı dönemi Menteşa vilayetinin coğrafyasını ve Evliya Çelebi’nin Menteşa ili açıklamalarını ele aldıktan sonra bağımsız beyliğe ait Menteşa topraklarını şöyle belirler: Menteşa’nın doğal sınırı, kuzeyde Menderes nehri kabul edilebilir. Her hâlükârda bu nehrin güney kıyılarından başlayan ovalar ve sahil kesimleri, Menteşa Beyliği’ne aitti. Müneccimbaşı’ya dayanarak o da yukarıdaki şehirleri sayıyor ve bunlara Söke’nin bir bölüm topraklarını, Kaş’ı, Bozdoğan’ı ve Karacasu’yu ilave ediyor.[3] Bugünkü Bodrum, Marmaris ve Fethiye, Muğla’ya bağlı kasabalar olarak Menteşa Beyliği toprakları içindeydi.
Mesaliki’l Ebsar, Menteşa ilini Foke adıyla anıyor, sahibi Orhan bin Menteşa’nın, elli kadar şehre, iki yüz kadar kaleye ve yüz binden fazla askere sahip, Anadolu’da Germiyanoğullarından sonra gelen en ileri emirlik olduğunu yazıyor. Bu devletin varlığı 13. yüzyılın ikinci yarısında başlamış, bir iki ara dışında, 15. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar varmıştır. Aşağı yukarı 150 yıllık bir dönem bu.
Menteşaoğulları hanedanının ilk zamanları hakkında bilgiler azdır. Söz konusu yörelere ne zaman geldikleri bilinmemektedir. Şikarî, Karamanname[4] adlı eserinde, Menteşa’nın bu bölgelere gelmeden önce babası Hacı Bahaddin’i Kürdi ile birlikte Sivas’ı yönettiğini belirtir. Karamanoğulları Sivas’ı kendilerinden alınca, Hacı Bahaddin ile oğlu Menteşa Bey Karamanlılara tabi oldular ve adı geçen kıyı bölgelerine geldiler.
İbn Bibi, Selçuklu sultanlarının Emir Bahaeddin Muhammed’i Mülukü’l sevahil (sahil beyi) olarak bu bölgelere verdiğini yazar[5]. Yazıcızade Ali de Oğuzname /Selçuk-name’sinde,[6] Menteşa, Germiyan, Aydınoğlu, Saruhanoğulları, Hamitoğulları ve Eşrefoğulları beylerini, sultanların eyalet ve beylik verdikleri, onlara bağlı olarak yöneticilik yapan hanedan soyluları olarak gösterir. Bu çalışmanın ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi onların kökenleri Sivas’tan da öncesine, Maraş, Elbistan ve Şam-Halep içlerine, oralardan da Kürdistan’ın Zozan, Musul, Şarezor ve Germiyan bölgesine, daha da öteye, Loristan; Kirmanşah’a kadar götürülebilir, ama bu konudaki ip uçarı oldukça zayıftır, çok daha detaylı inceleme ve araştırmalar gerekiyor.
Uc ve sevahil beyliklerinin bağımsızlıklarını ilan etmelerinin, Rum Selçuklu Devleti’nin 14. yüzyılın başında tam olarak dağılmasıyla paralel ortaya çıktığı düşünülürse, Menteşa devletinin bağımsızlığı, Menteşa’nın melikü’l sevahilliği zamanında, on üçüncü asır sonları ya da on dördüncü asır başlarında ilan edildi. İbn Bibi’ye göre bu tarihlerden itibaren buralara Menteşa ili denmiştir.[7]
Bizans İmparatoru Michael Paleolog zamanında, Salpakis (Sahil begi)Mantaxias(Mantchias, Menteşa)’ın, 1280’de Tralle (Aydın) şehrini ve Nysa(Sultanhisar’ı)’yı aldığı biliniyor. Bu, bize, Menteşa öncüllerinin daha Selçuklular dağılmadan önce buralarda yaşadıklarını, yöneticilik yaptıklarını gösterir.
1300 yılında Menteşa hükümdarı, Romalılardan Rodos adasını aldı, adada deniz ticareti, korsanlık faaliyetleri yürütüldü, fakat on sene sonra Sen-Jan şövalyeleri Rodos’u Menteşalılar’dan geri aldılar. Menteşa beyi ile Aydınoğlu Mehmed Bey’in kardeşi Osman Bey, adayı tekrar ele geçirmek için çok uğraştılar, fakat başaramadılar. Özellikle Menteşaoğulları, adayı almak için sürekli uğraştılar ve bir ara şövalyeleri yenip adaya çıktılar ise de, hemen yardım gelmesi üzerine çekilmek zorunda kaldılar.[8]
Menteşa Bey’in ne zaman öldüğü bilinmemektedir. O ölünce yerine oğlu Mesut Bey (kimi kaynaklarda Mesud Bey’in adı yok, Orhan Bey oğlu olarak geçer MC), onun yerine de oğlu Orhan Bey[9] geçmiştir. Orhan Bey 1312 ile 1319 yılları arasında hayatta idi. Tanınmış gezgin İbn Battuta, Orhan Bey’le hükûmet merkezi olan Peçin’de, oğlu İbrahim Bey’le de Muğla’da görüşmüştür.
Orhan Bey de Rodos adasını geri almak için uğraşmış ama başaramamıştır. Makrizi, 1364 senesinde Kıbrıs kralına karşı yapılacak savaşta Memlûk sultanına yardım etmek için Orhan Bey’in iki yüz kadırga hazırladığını yazıyorsa[10] da bunun Orhan Bey değil, torunu Gazi Ahmed Bey olması gerekir.[11]
Dönemiyle ilgili pek bir şey bilinmeyen Orhan’ın oğlu İbrahim Bey, 1354 ten önce ölmüştür. Bundan sonra oğulları Musa, Ahmed ve Mehmed Beylerin arasında anlaşmazlık çıktığı ve Menteşa Beyliği’nin parçalandığı, anlaşılmaktadır.
Milâs’ta basılmış bir sikkesi ve Mısır ile haberleşmesi nedeniyle hanedan büyüğü olarak Menteşa hükümdarı olduğu anlaşılan Musa’nın hangi tarihte öldüğü belli değildir[12].
Ondan sonra İbrahim Bey’in ikinci oğlu Ahmed Bey, Menteşaoğullarının başı olmuştur; Mehmed Bey buna karşı koyarak kendisine Balat’ı (Palatia), Ahmed Bey de asıl hükümet merkezi olan Peçin’i merkez yapmıştır.
1364 tarihli bir sikkesi olan Mehmed Bey, 1390 senesinde Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid’le girdiği bir savaşta mağlûp olarak önce Mısır’a, oradan da Sinop’a; Candaroğlu İsfendiyar Bey’in yanına kaçmış, memleketi Osmanlıların eline geçmiştir. Mehmed Bey, daha sonra Moğol İlhanlı hükümdarı Timurlenk’n Osmanlılar üzerine yaptığı seferde, ona iltica etmiş, Timur ile Birinci Bayezid arasındaki Ankara Savaşı’nda Osmanlılar yenilince, Timur, kardeşi Ahmed Bey’in memleketi de dâhil olmak üzere Menteşa Beyliği’ni kendisine vermiştir. Bu savaştan sonra, diğer beylikler gibi Menteşa Beyliği de tekrar bağımsızlığa kavuşmuştur.
Muhtemelen 1402 sonlarında ölen Mehmed Bey’den sonra oğlu İlyas Bey’i Menteşa hükümdarı olarak görüyoruz. 1425 senesine kadar hükmeden İlyas Bey’in ilk yılları bağımsız geçmiş, 1410’dan sonra yeniden Osmanlıların vasallığına geçilmiştir.
İlyas Bey’in hükûmetinin ilk yılına(1402 ) ait bir gümüş sikkesi, 1415 tarihinde de Osmanlı hükümdarı Çelebi Mehmed namına bastırılmış diğer bir parası var. İlyas Bey’in Frenklerle ticari anlaşma yaptığına dair önemli belgeler var. Ölümü 1421’dir. İlyas Bey’den sonra oğlu Leys Menteşa emiri oldu. Bir sikkesinin de bulunduğunu, meskûkât katalogları yazarlar. [13]
İlyas Bey’in Osmanlılar tarafından rehin olarak alıkonan Uveys ve Ahmed isimlerinde iki oğlu, babalarının ölümünü duyunca hapiste oldukları Tokat Kalesi’nden kaçmışlarsa da Uveys yakalanarak öldürülmüş, Ahmed Bey ise Akkoyunlu hükümdarına iltica etmiştir.
Menteşaoğullarından, Milas, Peçin, Muğla taraflarına sahip olan Ahmed Bey’e gelince; babası İbrahim Bey’in ölümü ardından, Musa’dan sonra Menteşa beyliğine geçmiş, fakat kardeşi Balat Emiri Mehmed Bey karşı çıkınca Menteşa hükûmeti ikiye ayrılmıştır. Evliya Çelebi’nin yazdığına bakılırsa Ahmed Gazi, 1345’te Romalılardan Milas’ın doğusundaki Eski Hisar’ı almıştır. Bu bilgi doğruysa Ahmed Gazi’nin daha bu tarihten önce ve babasının sağlığında faaliyette bulunduğu anlaşılır.[14]
Ahmed Gazi, mükemmel bir donanmaya sahipti. Bu sayede 1391 Temmuz’unda ölümüne kadar başarılı bir dönem geçirmiştir. Kitabelerdeki ’’Emirü’l kebir mürabit Sultan-üs’sevahil’’ tabiri kendisinin sürekli mücadele ve başarılarının göstergesi olabilir.
Ahmed Bey’in ölümünden sonra Milâs ve Peçin’i Osmanlılar aldı. Ankara Savaşı’ndan sonra Timur tarafından burası da Menteşa hükümdarı Mehmed Bey’e verildi. Gazi Ahmed Bey’in Milâs ve Peçin’de çeşitli eserleri vardır.
Menteşaoğulları, mükemmel donanmaları sayesinde etrafa akınlar yapmışlar ve Rodos adasını bile bir ara ele geçirmişlerdi. Bunlar, donanmalarıyla Mısır ve Aydınoğulları hükûmetlerine de yardım etmişler. Memlûk hükûmetinin Kıbrıs üzerine yapacağı deniz harekâtına Menteşaoğlu’nun iki yüz gemi ile katılması, deniz güçleri hakkında bir fikir verebilir. Menteşaoğulları, ticaret gemileri aracılığıyla Frenk ülkeleri, Mısır ve civar adalarıyla da alışverişte bulunmuşlar. Venedik ile ticaret anlaşmaları yaptıklarına ilişkin belgeler var. On dördüncü asırda, Balat’ın (Palatia), Avrupa’ya ihraç edilen Anadolu eşyasının batıda birinci derece pazarlarından olduğunu batılı kaynaklar yazar.
Venedikliler son zamanlara kadar bu devletle ticari ilişkilerini sürdürdüler. Ticaret anlaşmalarının en önemlileri 1403 ve 1414 tarihli iki anlaşmadır. Anlaşmalar, İlyas Bey’le Venedikliler arasında yapılmıştır.
Menteşaoğulları, Balat ve Milas limanları sayesinde önemli gelirler elde etmişlerdir. Bunlardan Balat, XIV. asırda Anadolu’da birinci derecede pazar merkeziydi; sonra önemini yitirdi ve iş Hristiyan gemicilere terkedildi.
Menteşa hükümetinin Milas, Muğla, Peçin ve Balat’ta zamanına göre fakülte derecesinde yüksek medreseleri vardı.
Balat hükümdarı Mehmed Bey, Barçınlı (Peçini Mehmed oğlu Muhmud’a Bâznâme adında avcılıkla ilgili Farsça bir eseri Türkçeye çevirttiği gibi’ oğlu İlyas Bey namına da İlyasiye isminde biyolojiyle ilgili Türkçe bir eser daha vardır. Bunlardan Bâznâme’nin Milâno’daki Ambrozyana Kütüphanesi’nde bulunan yegâne nüshasını Hammer, 1840 yılında Almanca çevirisi ile birlikte yayınlamıştır.[15]
BATI VE ORTA ANADOLU’NUN MÜSLÜMANLAŞTIRILMASINDA KÜRTLERİN YERİ
Resmi ideolojiye bağlı Türk tarihçileri, günümüzde Anadolu ya da Türkiye olarak adlandırılan toprakların müslümanlaşma sürecini tamamıyla Türk /Türkmen toplulukların fetihlerine dayandırdıkları, başka etnik toplulukları inkâr ettikleri için Menteşaoğullarını da hiçbir ciddi kaynak ya da belge göstermeden Türk/Türkmen sayarlar. Oysa tarihte, Menteşaoğullarının ortaya çıktığı dönemden beri gelen yazılı İslam, Roma ve Avrupa kaynaklarında, onların Türk/Türkmen kökenli değil, Pers/ İrani topluluklardan sayıldıkları, çağdaşları arasında Kürt olarak bilinip tanındıkları gözlemlenir, hatta adlarının etimolojik anlamları bakımından da Kürtlüklerini gösteren önemli yazılı belge ve anlatımlar var.
Belirtilen açılardan Menteşaoğullarının etnik kimliklerine sağlıklı bir yaklaşım için önce ortası ve batısıyla bugünkü Anadolu’nun islamlaşmasında Kürtlerin oynadığı rolü belirtmekte yarar var.
İslam, Kürtlerin güney komşusu Araplar arasında doğdu. Arap olmayan bütün diğer kavimlerden önce kuzeydeki komşuları Kürtler İslamiyet’i kabul ettiler.
İslam doğduğunda Kürtlerin ülkesi Sasani ve Roma devletleri arasında ikiye bölünmüştü. Arap islamlaşma süreci, kuzeyinde ve kuzeybatısında Kürtlerle karşılaştı, bazen zorla, bazen de isteyerek onları islamlaştırdı. En erken islamlaşan Kürtler, kuzey ve batı yönünde İslam’ın ön cephesinde buldular kendilerini. Serhatlarda, uc boylarında islamlaşmamış dünyayla (darü’l harp) karşılaşmada mızrak ucu gibi en önde oldular. Azerbaycan, Ermenistan ve Kafkas bölgelerine yayıldılar, kuzeydoğuda Gilan ve Horasan’a uzandılar. Bu nedenle daha sonraki yüzyıllarda doğudan gelen Oğuz, Harezm ve Moğol istilalarında daha ilk başlarda basınç altında kalıp kuzeyde Gürcistan’a, Ermenistan’a, Kafkasya’ya, batıda Roma egemenliği altındaki topraklara göç ettiler. Bu arada bir kısım Kürt beyleri, komutanları İslam adına başarı ve zaferlerinden dolayı önemli mevzi, makam ve statüler elde ettiler. Şeddadi, Revadi (Rewadî), Mervani (Merwanî) ve Eyyubi gibi önemli Kürt devletleri bunun sonucuydu. Devletleşme, onların İslam dünyasındaki rollerini yükseltti, egemenlik alanlarını genişletti.
Sonradan Oğuz-Türkmenleri, İslam dünyasını istila edip yayılınca Kürtlere de çarpıp ciddi zararlar verdiler, ama son tahlilde ancak İslam dünyasının Roma diyarıyla sınırdaş en batısında tutunabildikleri için, başından beri en kuzey ve en batıdaki Kürtlerle yan yana geldiler, iç içe geçtiler. Bu durumda, Kürtlerle Türkler bazen birbirleriyle rekabet ve çatışmalara girdiler, bazen de birlikte cihada katıldılar, yeni yeni topraklar fethettiler, İslam’ı yaydılar. Tarihçiler, İslam’ı Türklere Araplardan ziyade İranî kavimlerin öğrettiklerinde hemfikirdirler. Hem yerli, yerleşik, daha kıdemli olduklarından hem de en uc ve serhat boylarında daha uzun süre iç içe yaşadıklarından Türkmenler İslam’ı en çok Kürtlerden öğrendi. Türk dini ve tasavvufi geleneklerinde, ortodoks ve heterodoks dini geleneklerin biçimlenmesinde Kürtlerin etkisi büyük oldu.
Tabi Oğuz Türkmenlerinden sonra Harezmîler, ardından Moğol istilaları geldi ve bunlar da en sonunda ancak batıda; Roma topraklarıyla serhat boylarında tutunabildiler. Araplardan sonra islamlaşan toplulukların arasında sadece İranlılar, Kürtler ve Türkler yoktu. Harezmîler de Müslümandı. Batıyı istila ve işgal eden Moğol İlhanlıları da sathi de olsa büyük oranda islamlaştılar. Ayrıca Rum, Ermeni, Asuri-Süryani ve Keldanilerden müslümanlaşan büyük topluluklar da Anadolu’nun müslümanlaşma sürecinde yer aldılar.
En batıda cihad, istila ve fetihlerde büyük başarı gösteren topluluklardan biri de Rum Selçukluları oldu.
Rum Selçuklularının ilk ataları Kutalmış ve etrafındaki yakın insanları, Büyük/İran Selçuklu devletinin kurucusu Tuğrul Bey’in amca çocukları, üvey kardeşleri idiler. Bunlar İran Selçuklu devletinin iktidar merkezinde yer alıp yükselemediler. Bazen, iktidar odakları, onları merkezden uzaklaştıran serhad boylarında, periferilerde tuttu. Bazen de kendileri merkezde yer bulamadıkları için isteyerek İslam dünyasının en batısında darü’l harple teması sağlayan serhad boylarına yerleştiler ve buradan Roma topraklarının içine cihad ve fetihler yaptılar.
Kutalmış’ın öldürülmesinden sonra, oğlu Süleyman Şah ve ardından Birinci Kılıçarslan, önce Suriye’ye geldiler, orda tam tutunamayınca ya da daha önce yerleşmiş olan İslam emirliklerinden dolayı boşluk bulamayınca, henüz Hristiyan olan Antakya’ya, Maraş’a, Malatya’ya, Sivas’a, Konya’ya, Kayseri’ye yöneldiler. Buraları ele geçirdiler. Daha Süleyman Şah zamanında ta Bursa ve İznik’e kadar kale ve şehirler fethettiler, İstanbul Boğazı’na dayandılar. Ancak Roma İmparatoru, Papalığı harekete geçirdi ve Birinci Haçlı seferinin başlamasına aracı oldu.
Birinci Haçlı seferi, çok erken Süleyman Şah komutasındaki İslam fetihçilerini geri püskürttü. Müslümanlar, Konya’ya, Sivas’a, Malatya’ya kadar geri çekildiler. Antakya ve pek çok Ak Deniz kaleleri İslam emirlerinin elinden geri alındı. Maraş ve Elbistan yöreleri pek çok kez el değiştirdi. Bu olaylar 11. yüzyılın sonu ile 12. yüzyılın başlarında oldu.
Süleyman Şah, kendisiyle beraber olan emirlerle birlikte Suriye’ye yöneldi, Halep ve Şam topraklarını Tutuş ve emirleri olan başka İran Selçuklu bey ve komutanlarından almak istedi. Aralarında savaşlar oldu. Süleyman Şah bu savaşlarda öldürüldü ve Halep yakınlarındaki Caber Kalesi’ne defn edildi.[16]
Rum Selçuklularının kurucusu Süleyman Şah bin Kutalmış’tır. Önce İznik, ardından Konya bu devletin yönetim merkezi oldu. Birinci Haçlı seferlerinin yarattığı geri çekilmeden sonra yeniden toparlanmalar oldu. Süleyman Şah öldürülünce yerine henüz buluğ çağına ermemiş oğlu Birinci Kılıçarslan tahta geçirildi. Rum Selçukluları toparlandılar, ama yeniden yayılma ve genişleme dönemine geçebilmek bir yüz yılı aldı.
İkinci yayılma, dört bir yana oldu. Batıda bugünkü Muğla, Aydın, Karahisar, Manisa, Isparta, Ankara’yı, kuzeyde Kütahya, Denizli, Kastamonu, Tokat ve Amasya’yı içine aldı. Sinop ve Samsun’a kadar uzandı, Erzincan’a dayandı. Kayseri, Sivas, Malatya, Maraş ve Elbistan doğuda bu devletin topraklarına katıldı. Kuzeydoğuda Ahlat’a, doğuda Amid’e, Meyafarkin’e kadar uzandı.
Rum Selçukluları Eyyubilerle bazen çatıştılar, yenildikleri de yendikleri de oldu. Bazen de Harezmîlere ve Moğollara karşı bu iki devlet birleştiler.
Daha batıda yayılmaya elverişli alanlardaki Rum Selçuklularının ömrü, Moğol basıncını daha geç hissettikleri için doğu ve güneydoğudaki Eyyubilerden daha uzun oldu. Eyyubiler, Harezmîlerle girilen çarpışmalarda gerçi galip çıktılar ama yıprandılar. Taht kavgaları, Selahattin Eyyubi’nin birinci ve ikince derece mirasçıları arasındaki rekabetler ve ardından gelen büyük Moğol istilalarının yarattığı basınç nedeniyle erken çöktü. Mumluklular bu devletin başına geçtiler. Memluk devletinin de Rum Selçuklularıyla daha çok kavgaları oldu.
Rum Selçukluları kendileriyle beraber olan, tabiiyetlerini kabullenen beylerin de zaferleriyle genişleyip yayıldıkça bu beylerini boyuna Ak Deniz ve Ege sahillerinden (Adalar Denizi) ta Sinop, Canik (Samsun), Giresun ve Trabzon yakınlarına kadar uzanan Kara Deniz sahillerinde uc beyleri (serhad beyleri) olarak yerleştirdiler. Bunlar Karamanlılar, Germiyanoğulları, Menteşaoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Eşrefoğulları, Hamidoğulları, Candaroğulları, Osmanoğulları, Pervaneoğulları, İnançoğulları vs. idiler. Bu beyler ele geçirdiklerinden ya da sonradan farklı sıkıntılar döneminde sultanlara karşı gösterdikleri yararlılıklar çerçevesinde buraların yöneticiliğini onun fermanıyla alıyor, mülk ediniyor ve yönetiyorlardı. Daha sonra Harezmîler, Moğollar geldi, onlar da bir takım beylikler kurdular ya da var olan beyliklere serpilip görevler üstlendiler.
Türklükleri açık olmayan, büyük ihtimalle müslümanlaşan Ermeni kökenden gelen ve aslen güney doğu İran topraklarından olan Danişmendiler daha Selçuklulardan önce Anadolu’da Danişmendi devletini kurdular. Eretnalılar sonradan gelen Moğol-Türkmen karışımı bir devletti. Onların mirasını Kadı Burhaneddin Ahmed ele geçirdi ve kendi devletini kurdu. Evlilik ilişkileri çerçevesinde Selçukluların son sultanı II. Mesut’la akraba olan Emir Bahaeddin Kürd ve ardından gelen oğulları Kutlu Şah, ondan sonra gelen Hacı Şadgeldi Paşa ve Emir Ahmed de Amasya Kürt Beyliği’ni kurdular, yönettiler. Bu anlamda daha pek çok irili ufaklı emirlik sayılabilir.
Elbette ki bunların tümü Türk değildi. Türk/Türkmen olanlar, sonradan türkleşenler çoğunluktaydı ama yanı sıra Kürtler, Harezmiler, Moğollar, kölemen (memluk) kökenliler, az da olsa Arap ve Farslar vardı. Müslümanlaşan Rum, Ermeni, Asuri-Süryani, Gürcü hanedanlarının kurdukları beylikler, emirlikler vardı. Dinlerini terk etmeyen Rum ve Ermeniler kuşkusuz yaygın bir nüfusu oluşturuyordu. Haçlı seferleri ve batıdan gelen ticari filolarla bağlantılı olarak Anadolu’da güçlenmiş Latin toplulukları da bu yapıya katmak gerekir. Karşı cephede Roma İmparatorluğu’na bağlı vasallar, Pontuslular, Ermeniler ve Gürcüler, bizzat Roma’nın kendi gücü vardı.
Tabi, bunlar bazen ittifak, akrabalık ve ortaklık ilişkileri çerçevesinde, sultanın ve ona bağlı emirlerin ordularının saflarında bulunabiliyorlar, bazen de bizzat sultanlar ya da emirler, ordularıyla İslam olmayan oluşumların saflarında yer alıyorlardı. Bunlar görülen olağan olaylardı.
13. yüzyılın ortalarında Moğol yayılmacılığı ve etkinliği artık Rum Selçuklu devletini de bağımsız nefes alamaz hale getirdi. 1243 Köse Dağı Savaşı’nda Selçukluların Moğol/İlhanlılara yenilmesiyle, dağılma süreci başladı. Önce bağımlı siyaset, ardından vasallık benzeri bağımlılık ilişkileri ve yarım asırdan bile kısa bir süre sonra; 14 yüzyılın başında dağılma süreci geldi.
Bu süreç pekiştikçe de eskiden Rum Selçuklu devletine bağlı iç ve uc beylikleri, emir sevahiller (Ak Deniz, Ege ve Kara Deniz’deki sahil emirleri) bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar.
Bu arada batı ve orta Anadolu’daki beylikler, kendi içlerinde rekabet ve çekişmelerle birbirlerini yıpratırlarken, en batıdaki Osmanlı Beyliği, Trakya ve Balkanlara yayılmanın getirdiği büyük olanaklarla kısa sürede en büyük beylik haline geldi. Ve tek tek diğer beylikleri bazen savaşarak, bazen sıkıştırarak, bazen satın alarak, bazen da ailevi, ticari ya da askeri ilişki ve ittifaklarla adım adım ele geçirdi.
15. yüzyılın başlarında ta Bursa ve İzmir’e kadar giden Moğol Hanı Timurlenk’in Ankara’da Birinci Bayezid’i yenmesi ve Osmanlı devletinde iktidar kavgalarının yarattığı boşluklarla bu beylikler yeniden dirilmeye çalıştılar. Ankara Savaşı’nda beylikler kendi safında yer alınca Timur bütün eski beylik topraklarını Osmanlılardan alarak beylere geri verdi ve bunlar yeniden kuruldular. Fakat ömürleri, kimisinin iki on yılı, kimisinin de yarım asrı geçmedi. Artık tamamıyla dağılıp Osmanlı topraklarına katıldılar.
ANADOLU’NUN İSLAMLAŞMASI SÜRECİNDE RUM SELÇUKLULARININ SAFLARINDAKİ KÜRTLER
Yazılı İslam, Selçuklu ve Bizans kaynakları ta başından beri Kürtlerin batı ve orta Anadolu’nun müslümanlaştırılmasında kayda değer bir rol oynadıklarını göstermektedir. Aslında Kürtler daha Türkler müslümanlaşmadan ve İslam diyarına gelmeden önce Arap İslam komutanlarının yönettikleri batıya doğru genişleme seferlerinde yer almışlardır. Bu nedenle onların kuzey Suriye; Halep, Antakya, Maraş, Malatya ve Sivas yörelerindeki varlıkları Türklerden öncedir.
Ancak bu seferler tek bir kereye özgü değildir. Oğuz Türkmenlerinin yayılma ve istilaları, Moğol istilaları, Harezmîlerin istilaları, İslam devlet ve hükümdarlıklarının kendi aralarındaki çekişmeler sonucu, batıya doğru Kürt genişleme ve yayılmaları birkaç yüz yıl içindeki birkaç dalgaya bölünmüştür. İslam’ın ilk dönemiyle gelenler, Oğuz-Türkmen istilalarından sonra gelenler, Moğollardan kaçarak gelenler. Bir de cihadı yaşam ve kârlılık alanı bularak hep uc boylarına doğru sefer edip gelenleri saymak gerekir. Bu seferler bazen kendi Kürt beylerinin ve komutanlarının önderliğinde olduğu gibi, bazen de küçük topluluklar halinde, daha önce giden komutanlara ve askeri seferlere katılmak için de olmuştur. Bazen de ulufeli askerlik (savaşçılık) denen paralı asker amacıyla da olmuştur. Tabi seferler genellikle orta çağın belirgin özelliği olan ailesiyle, maiyetiyle, taşınır varlıklarıyla yapılagelmiştir.
İbn Bibi’den anladığımıza göre daha Rum Selçuklularının kuruluş döneminde, yani 11. Yüzyılda Selçuklu emir ve sultanlarının yanında önemli bir Kürt gücü var. Örneğin İbn Bibi, daha çok erken bir dönemi, Rum Selçuklu devletinin kurucusu Süleyman Şah’ın, Halep yakınlarında İran Selçuklu devletinin Şam emiri Tutuş Bey’in ordularıyla yaptığı savaşta öldürülmesi olayını anlatırken, onun yanında savaşan ve ölümünden sonra yerine kimin geçeceği konusunda karar verme yetki ve gücüne sahip olan emirler arasında Kürtlere de işaret etmektedir:
İbn Bibi’ye göre, Sultan Rükneddin Süleyman Şah ölünce, daha önce mahruse-i Tokat’tan (Tokat eyaletinden) gelmiş ve saltanat büyüklerinin hizmetine girmiş, padişahın sırlarını paylaştığı büyük makamların sahibi Nuh Alp, Emir Mende ve Tüz Bey gibi devlet beyleri (ümera-yı devlet) ve saltanat büyükleri (ekâbir-i saltanat), henüz çocuk sınırını aşmamış, buluğ çağına ulaşmamış, fakat mutluluk ve büyüklük ışıkları açık alnında parlayan, yöneticilik ve padişahlık özellikleri hal ve hareketlerine hâkim olan Sultan’ın oğlu İzzeddin Kılıçarslan’ı etrafını aydınlatan bir hilal gibi tahta oturttular.[17]
Burada adı geçenlerden en az birinin daha sonra Menteşa adının etimolojisi üzerinde tartışırken ayrıntılarıyla ele alacağımız nedenlerle Kürt emiri olduğu söylenebilir; Emir Mende…
15. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı padişahı Sultan II. Murat döneminde İbn Bibi’nin Selçukname’sini değiştirerek, ekleyip çıkararak, hatta başka vakanüvis ve tarihçilerden bilgileri de ekleyerek Osmanlıcaya çeviren Ali Yazıcızade, Oğuzname de denenen Tarih-i Ali Selçuk’unda[18] Kılıçarslan’ın, babası Süleyman Şah’ın öldürülmesinden sonra tahta çıkarılmasında karar veren daha fazla emirden bahsetmektedir.[19] Burada Emir Mende’den ayrıca bir Kürt emirinin varlığını öğreniyoruz. Yazıcıoğlu çocuk yaştaki şehzadenin tahta geçiriliş olayını şöyle anlatıyor:
Nasıl Rükneddin Süleyman Şah öldü (ö. 1086), ta Tokat’tan Sultan’ın yol boyu hizmetince beraber gelmiş olan, en olmaz sırlara ve müşaverelere vakıf, geleceğin inşasında yetkili olan hükümeti, saltanatının büyükleri ve beyleri Nuh Alp, Aydın Alp, Kendüzi (Gündüz?) Alp, Mende Beg, Tüze Beg, Bedreddin Mahmud Beg, Şahabeddin Lu’lu Beg ve Şemseddin Kürd Beg, henüz çocukluk sınırından erginlik çağına erişmemiş (7 yaşında) … Sultan’ın oğlu İzzeddin Kılıç Arslan’ı (I. Kılıç Arslan 1079-1127) dolunay gibi padişahlık tahtına geçirdiler.[20]
Bu iki açıklamadan çok önemli bazı bilgilere ulaşıyoruz. Süleyman Şah’ın en yakınında bulunan emirlerin arasından en azından ikisi Kürt; Emir Mende (Mende Bey) ve Şemseddin Kürd Bey. Bunlar Süleyman Şah’a o kadar yakınlar ki devletinin en yüksek makamında, divanında onunla beraber bulunuyorlar. Tokat’tan Halep dolayına beraber gelmişler, yol, sefer ve savaş arkadaşları, en güvendiklerinden, sırdaşlarındandırlar. Bu bilgiler, aynı zamanda onların daha önceleri Tokat’a ve daha başka yörelere yönelik sefer ve fetihlerde birlikte olduklarını da gösterir.
Bunlar açıkça yeni kurulan Rum Selçuklu devletinin en üst düzey yöneticileri arasında yer alıyorlar. O kadar yetkilidirler ki Süleyman Şah’ın öldürülmesinden sonra Selçuklu devletinin başına kimin geçeceğine karar vermeye güçleri yetiyor, onların istedikleri Birinci Kılıçarslan henüz çocuk yaşta olsa bile tahta geçiyor. Bu, aynı zamanda bundan sonra bu emirlerin birlikte Selçuklu devletini belli bir süre çocuk sultan adına yönettikleri anlamına da geliyor.
Süleyman Şah 1086 yılında öldürüldü. Yani daha 11. yüzyılın sonundan beri Kürtler Anadolu’nun müslümanlaştırılmasında belirleyici bir öge olan Selçuklu devletinin yöneticileri arasında yer alıyorlardı. Tabi burada adları söz konusu olanların Kürtlükleri, doğrudan doğruya Kürt olarak anıldıkları ya da adlarının etimolojisinde Kürt toplumuna aidiyetleri ortaya konduğu için biliniyor. Doğrudan doğruya kavimlerine ya da etnik kökenlerine vurgu yapılmayan normal Müslüman adlarıyla anılan pek çok Kürt emir, bey, savaşçı ve yöneticinin de bu saflarda olduğu kuşku götürmez. En azından devletin ve toplumun hiyerarşisinin her düzeyinde güçlü bir Kürt varlığı bulunmasa adı geçen yöneticiler, o yerlere gelemezler ve o kadar güçlü olamazlardı.
İlginçtir, daha 11. yüzyılın ikinci yarısında devletin kurucusu Sultan Süleyman Şah’ın çok yakınında, önemli görevlerde Kürt emirlerini gördüğümüz gibi, aynı devletin 14. yüzyılın sonu ve 15. yüzyılın başında tam çöküşü sırasında da Selçuklu hanedanının çok yakınında, hatta yakın akrabalık ilişkisi içinde Kürt beylerinin varlığına da rastlıyoruz. Sultan II. Mesut bilindiği gibi en son sultandır. Ondan sonra devlet tamamıyla dağılmıştır. Amasya Emiri Bahaeddin Kürd, Sultan II. Mesut’un oğlu Şehzade Altunbaş’ın kızıyla evliydi. Kaç kez, Mesut’un şehzadeleri Moğolların saldırılarına maruz kaldı, her seferinde Emir Bahaeddin Kürd onları korudu.
Emir Bahaeddin Kürd’ün yerine geçen oğlu Hacı Kutlu Şah, emirliği döneminde Konya’yı Karamanlılardan alırken onlara karşı yeniden Selçuklu hanedanını iktidara getirmek için dedesi Altunbaş’ı Amasya’da sultan ilan ettirip tahta geçirdi. Bu çaba başarıya ulaşmadı ama Amasya Kürt emirleri mücadelelerden güçlü olarak çıktılar ve daha sonra bağımsızlıklarını ilan ettiler.[21] Bu, bize, kuruluşundan çöküşüne değin Kürt emirlerinin Selçuklu devletinin iktidar merkezinde önemli konumlara sahip olduklarını gösterir.
Bazı dönemlere ilişkin anlatılan olaylarda, Selçuklu sarayında Sultan’ın etrafındaki özel korumalar anlamına gelen candar rütbeli Kürt emirlerinin adları da veriliyor. İbn Bibi’nin anlattığı bir olaydan bu Kürt emirlerinden birinin adını biliyoruz. Sultan II. Giyaseddin Keyhüsrev zamanında (ki sultan çok gençti ve ülke atabeyler ve emirler tarafından yönetiliyordu), emiri şikâr iken sarayda sultanın çok yakınına kadar girmeyi ve onu yakından etkilemeyi, yönlendirmeyi başaran büyük fesat Emir Saadeddin Köpek bin Muhammed, pek çok emir, vezir ve komutanı hileyle öldürttü. Bunlardan biri de Çeşnigir Atabeg (ergenlik çağına ulaşmamış sultanın lalası, onun adına ülkeyi yöneten) Emir Şahabeddin Altunaba’yı öldürtmesidir. Bu cinayet sırasında sarayda bulunan bir Kürt emir candarından yardım almıştır. İbn Bibi şöyle anlatır: Saltanat divanının devlet büyükleri ve memleket ileri gelenleriyle süslendiği bir sırada [Atabeg Emir] Şemseddin Altunaba, divan fermanları üzerine nişan (emsile) koyarken, Sultan’ın huzurundan çıkan Taceddin Pervane ile [Saadeddin] Köpek oraya geldiler. Köpek ileri atıldı. Parmağında Sultan’ın yüzüğü olduğu halde Şemseddin’in aksakalından tutarak onu büyüklerin arasından aşağıya çekti ve muhafız Candar Kürd’e teslim etti. Candar da onu şehrin dışına götürerek şehitlik derecesine çıkardı. Devlet büyüklerinden ve emirlerden hiçbiri onun sebebini soramadı.[22]
Başka ilginç bir örnek de Zengi Atabeyleri’nin Musul valisi Bedreddin Lu’lu’nun Musul ve Şengal’deki Yezidilere karşı bir katliama girişmesinden ve Şeyh Hasan bin Adi’yi (Adi bin Müsafir’in kardeşi çocuklarından olan II. Şeyh Adi) 644/1246 yılında Musul Kalesi’nde idam ettirmesinden (ya da boğdurtmasından) sonra gelişen olaylardır. Terör ve şiddetin devam etmesi nedeniyle, büyük bir Yezidi topluluğu önce Halep’in kuzeyindeki Yezidi Kürtlerin arasına gitti ve Şeyh Hasan’ın oğlu Şerafeddin Muhammed burada şeyh ve emirlik makamına geldi. Bu arada Rum Selçuklularıyla yakın ilişki ve işbirliğine girişti. Önemli sayıda Kürt Yezidi büyüğü, Rum Selçuklu diyarına giderek devletin önemli kademelerinde görev aldılar.
Yaklaşık bir on yıl sonra, genç yaştaki Selçuklu şehzadeleri arasındaki rekabette, IV. Kılıçarslan kardeşi II. İzzeddin Keykavus’a karşı Moğolların desteğiyle savaşa girişti. Kılıçarslan Tokat’tan Selçukluların doğu bölgelerini, II. İzzeddin Keykavus ise Konya’dan geri kalan yerleri yönetiyordu, fakat Kılıçarslan İzzeddin’in yerine geçmek istiyordu.
665/1254’te, Rum Selçuklu Sultanı İzeddin Keykvus, kardeşine karşı kendisine yardım etmeleri için Şerafeddin Muhammed’in yardımına başvurdu. Kardeşi Kılıçaslan’la Moğollara karşı savaşması karşılığında kendisine Harput emirliği, komutanlarından Hakkârili Balbas oğlu Şerafeddin Ahmed’e de Malatya emirliği verildi.
Bu anlaşma çerçevesinde Şerafeddin Muhammed Harput’a geçti, fakat orada Moğollara karşı verilen savaşta öldürüldü. Yezidi Tarihi’nin yazarı John S. Guest, olayları Ebü’l Farac’dan ve batılı kaynaklardan detaylı anlatır. Moğolların Kılıçarslan’ın yardımına gelmesiyle ilk önce İzzeddin Keykavus’un Roma başkenti Konstantin’e kaçtığını fakat şartlar gerektirdiğinden erken Konya’ya döndüğünü belirtir: ‘’Lidersizlikten ve kış koşullarından hareket edemez bir durumda kalan [Moğol] Baycu’nun ordusu iletişim hatlarının kesilmiş olduğunu gördü. Zira İzzeddin’in adamları yukarı Fırat kesiminde yer alan anahtar niteliğindeki Malatya ve Harput kalelerini ele geçirmişlerdi. Malatya Hakkârili bir Kürt aşiret reisinin (Hakkârili Balbas oğlu Şerafeddin Ahmed’in) elindeydi. Harput ise Şerafeddin Muhammed’e emanet edilmişti. Fakat Hulagu’nun generali Alighaq önderliğindeki Moğol kuvveti Erzincan’da Türk direnişini kırdıktan sonra Şerafeddin Ahmed’in ordusunu akarsu ağzından 53 km uzaklıktaki Kemah boğazında karşıladı. Talihsiz Adavi’yi (kasıt Şerafeddin Muhammed’dir) yenip katletti.[23]
Bazı kaynaklara göre, Malatya’ya giden Şerafeddin Ahmed Moğol savunmasınca şehre sokulmadı, şehir kapıları kapatıldı ve savaş başladı. Savaşta 300 askerini kaybeden Hakkârili Balbas oğlu Şerafeddin Ahmed, Diyarbekir dolaylarına giderek oradaki kale ve şehirleri ele geçirmiş olan Moğollara karşı savaşır. Kuvvetlerinin azlığı nedeniyle herhangi bir başarı elde edemez ve öldürülür.[24]
Yezidi Kürtlerin şeyhi ve emiri Şerafeddin Muhammed’in Harput’ta öldürülmesi üzerine, yerine oğlu Zeynuddin Ebu’l Mehasin Yusuf bin Şerefeddin Muhammed bin Hasan bin Adi geçti. Zeynuddin’in sonradan idareyi oğluna bırakarak Mısır; Kahire’ye gittiği ve orada bir zaviye kurduğu belirtilir. Mezarı Kahire’deki Yezidi Zaviyesi’ndedir. Bazı kaynaklara göre, Şerefeddin Muhammed’in yerine geçen oğlu Zeynuddin değil, kardeşi Fahreddin’dir. Fahreddin, Moğol bir kızla evliydi ve onlarla daha yumuşak ilişkilere sahip olduğundan bu makama uygun görülmüştü.[25]
Kürtlerin Rum Selçuklu idaresindeki önemli rollerini gösteren başka bir bilgi de Baba İlyas ayaklanmasıyla bağlantılı olarak bize ulaşmıştır. İbn Bibi’de anlatılan Baba İlyas olayında, 1240 yılında Selçukluların Malatya serleşkeri (subaşısı) Mübarezeddin ibn Alişir Germiyani’nin isyan halindeki Baba İlyas taraftarlarının (aslında Amasya’daki Baba İlyas’ın halifesi olan Baba İshak’ın başında bulunduğu ve ta Adıyaman’ın Kefersud bölgesinden beri isyan halinde yayılıp gelen müritlerin) karşısına çıktığını, büyük bir yenilgiye uğradığını, gelip Germiyan ve Kürd askerlerinden yeniden bir ordu kurarak tekrar karşılarına çıktığını ama tekrar yenildiğini anlıyoruz.
Germiyan, başkenti Kütahya olan, Lâdik(Denizli)’i, Honas’ı, Tavşanlı’yı, Simav’ı, Emet (Eğrigöz)’i, bugünkü Afyon Karahisar’ı içine alan bir Selçuklu uc beyliği (eyaleti idi). Sadece İbn Bibi’den değil, dönemin başka kaynaklarından da bu hanedanın Kürt olduğunu ve Germiyani olarak adlandırıldıklarını biliyoruz.
1330’lu yıllarda seyahati sırasında batı Anadolu’ya da uğramış olan İbn Battuta, Germiyanları Yezid bin Muaviye’nin kavmi arasında saymakta ve Hambeli bir Sünni olarak korumasız bir şekilde onların yöresinden (Ladik’ten , şimdiki Denizli’den) geçmeye cesaret edemediğini anlatmaktadır. Fransız Türkolog ve doğu bilimcisi Claude Cahen buradan hareketle Germiyani Kürtlerin Yezidi inancına sahip olduklarını belirtir.
Germiyan başkenti Kütahya’nın ilk alınışı Kutalmış oğlu Süleyman Şah zamanında olmalı. Onun zamanından oğlu Birinci Kılıçarslan’ın Bizanslılara karşı uğradığı Dorile mağlubiyetine kadar Kütahya Rum Selçuklularının elindeydi. Tabi Selçukluların elindeydi derken, burayı fetheden ve yöneten Selçuklulara tabi bir emir anlaşılmalıdır. Bu bey, Türkmen de Kürt de olabilir. Bu ilk fethi kimin yaptığı hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz.
Birinci Haçlı seferleri sırasında, Selçuklular, Bizans İmparatoru Aleksi tarafından batı Anadolu’da ele geçirdikleri kale ve şehirlerden çıkarılıp geri püskürtüldüklerinde, Kütahya da elden çıkmış, ancak yöre, defalarca Selçukluların, daha doğru bir deyimle onlara bağlı beylerin saldırılarına uğramıştı. İkinci kez bir daha elden çıkmamak üzere alınması, büyük olasılıkla Birinci Alaeddin zamanında; 631/1233 tarihinden önceye rastlar.[26]
Kütahyalılar arasında yaygın olan tarihi bir söylenceye göre şehri Bizanslılardan fetheden komutan Selçuklu emirlerinden İmadüddin Hezardinarî’dir. Hezardinarî lakabı, bu komutanın geçmişte köle olduğu, bin altın dinara satın alınmış olabileceği ihtimalini akla getirmektedir. Bu durumda, onun köle olarak başladığı kariyerini, müslümanlaştıktan sonra büyük başarılarıyla emirlik rütbesine, askeri komutanlığa ve vezirlik makamına dek yükselttiği anlaşılabilir. Kütahya’daki bazı mezar ve yapıtlardan Hezardinarî adlı birinin orada yöneticilik yaptığı kesindir. Yani böyle bir zat tarihte gerçekten de var, 1200’lü yılların ilk yarısında yaşamış, bizzat kendisinin inşa ettirdiği Hıdırlık Mescidi ile Balıklı Camii kitabelerinden, onun Giyaseddin Keyhüsrev b. Keykubad döneminde (634/1236-644/1246), Kütahya’yı yönettiği anlaşılmaktadır.
Evliya Çelebi, seyahatnamesinde, Kütahya’yla ilgili bölümde, İmadüddin Hezardinarî’nin Kütahya emiri Germiyan Beyi Birinci Yakub bin Alişir’in veziri olduğunu belirtir. Hatta Ankara’nın (Engürü) ve Beypazarı Kalesi’nin, Germiyan Emiri Yakub Şah ile veziri Hezardinarî tarafından fethedildiklerini, bu fetihten dolayı halk arasında Beypazarı’na Germiyan Hazarı adı verildiğini belirtir.[27]
Bu bilgilerden hareket ederek Kütahya’nın bir daha elden çıkmamak üzere ikinci kez Rum Selçuklu beyi Germiyan emiri Alişir oğlu Birinci Yakub Bey ve onun kumandanı ve veziri olan İmadüddin Hezardinarî tarafından fethedildiği söylenebilir[28].
Mükrimin Halil Yinanç’ın Desturnameyi Enveri‘ye yazdığı giriş yazısındaki incelemeye göre, Bizans tarihçisi Nikétas Choniates, Sultan İkinci Kılıçarslan’ın, sonraları Aydınoğulları toprakları olacak bölgeye, daha 1186’da (yani 1200’lı yılların başından önce) Samés (Şems) adındaki emiri gaza ve fetih için gönderdiğini belirtir. Çok yaygın ve kutsal bir Yezidi adı olan Şems (Şemseddin’in kısaltılmışı) adının bir Kürt Germiyan emirine ait olması oldukça doğaldır.
Emir Şems, önemli bir güçle Lidya’ya girdi, Cilbianus (Küçük Menderes) nehrinin suladığı ovayı yağmalayarak pek çok esir aldı. [29]
Daha sonra Ahmed Eflakî’nin, Ariflerin Menkıbeleri‘nde belirttiği gibi, Aydınoğlu Mehmet Bey o yörede Germiyanilerin serleşkerliğini (subaşılığını) yapan bir komutan olduğuna göre, Şems onun öncülü bir Germiyanoğlu’ydu. Başka bir ifadeyle, Aydınoğullarının toprakları, Germiyan serleşkeri Aydınoğlu Mehmet Bey bağımsızlığını ilan etmeden önce Germiyanların egemenliğindeki topraklardı, o beyliğin bir parçasıydı.
Kütahya’yı fethettiği için de geleneksel işleyiş takip edilerek, şehir, Selçuklu sultanı Birinci Alaeddin tarafından Germiyani emire bağışlanmış olmalı. Dolayısıyla onun ilk kez orada Germiyan emirliğini kurduğu, bu andan itibaren de Kütahya’nın Germiyan ismiyle anıldığı akla hiç de uzak değil.
İbn Bibi de 1240 yılındaki Baba İlyas (aslında Baba İshak) isyanını bastırmaya giden Mübarezeddin bin Alişir Bey’in birinci savaşta yenildiğini, Germiyan ve Kürt askerlerinden yeniden asker toplayarak ikinci kez saldırıya geçtiğini, ikincisinde de yenildiğini belirtmektedir. Germiyan ve Kürt askeri topladığına göre, demek ki Baba İshak isyanı sırasında Germiyan emirliği vardı ve Alişir Bey oradan asker toplayacak yetkinlikte bir emirdi. Ta Şarezor’daki (Şehrizur, bugünkü Güney Kürdistan) Germiyan’a gidip asker getirmiş olması mümkün değil.
Bu nedenle bizim kanımıza göre, Rum Selçuklu yayılması döneminde Kütahya’nın ikinci kez fethi Selçukluların emiri Alişir Bey oğlu Birinci Yakup Bey ile veziri İmadüddin Hezardinari tarafından gerçekleştirilmiştir, Sultan, şehri ona bağışlamış, o da Germiyan beyliğini kurmuştur. En azından Kütahya şehrinin Germiyanlılar tarafından fethedildiği ve başından beri onların bu şehrin (ardından beyliğin) emirliğini yaptıkları ve ona adlarını verdikleri açıktır.
Daha sonraki önemlerde, Rum Selçukluları 1243’teki savaşta Moğollara yenilip gerilemeye ve çözülmeye başlayınca, Karamanoğullarının Konya’yı geçici ele geçirmeleri sırasında ve Cimri olayında Germiyani Alişiroğlu Yakup Bey’in önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Germiyanlılar, Yakub Bey’in komutasında Selçuklu Sultanı adına Karamanoğlu Mehmet Bey’e karşı savaşa katıldılar. Lakabı Cimri olan ve Selçuklu şehzadesidir diye Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından tahta geçirilen ama Selçuklu ordusunun gelmesiyle Konya’nın dışına çıkarak savaşı sürdüren sahte şehzade Siyavuş (Cimri), Germiyani Yakub Bey’in askerleri tarafından tutuklanarak sultana teslim edildi.
Germiyan Beyliği de diğer batı ve orta Anadolu beylikleri gibi, Selçukluların dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan etti.
Beylikler döneminin en büyükleri Karamanlılardı. Ondan sonra Germiyanoğulları geliyordu. Aydınoğulları Beyliği de daha önce Germiyanoğullarının bir parçasıydı. Aydınoğlu Mehmet Bey hem Germiyan beyliğinin Birgi’deki serleşkeri (subaşısı) hem de evlilik bağıyla akrabasıydı. Daha sonra güçlenince Germiyanoğullarından ayrılarak Aydınoğulları bağımsız beyliğini kurdu. Türk tarihçileri dâhil genel olarak tarihçilerce kabul gören görüş, Aydınoğulları gibi Saruhanoğullarının, Hamidoğullarının, Eşrefoğulllarının vs. önce Germiyanlılara bağlı oldukları, daha sonra kendi bağımsız beyliklerini kurdukları yönündedir.
Ayrıca görüldüğü gibi bu çalışmanın geniş bir bölümünde, Şikarî’nin Karamanname’sinde Hacı Bahaddin’i Kürdi ve İbn Bibi’nin Selçukname’sinde Mülukü’l Sevahil Emir Bahaeddin Muhammed olarak bahsettiği bir beyin ve onun ardıllarının Selçuklu devletinde ve batı Anadolu’nun müslümanlaştırılmasında oynadıkları role ayrıca değinilmektedir.
Başkentleri önceleri Kastamonu, sonra Sinop olan Candariler (Candaroğulları/İsfendiyaroğulları) da Kürt asıllıdırlar ve bunlar da Rum Selçuklularının uc beylerindendirler. Selçuklu devleti dağılınca onlar da bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Diğer Türkmen, Moğol, Harezm, müslümanlaşmış beylikler gibi Kürt beylikleri olan Germiyanoğulları, Menteşaoğulları, Candariler, Aydınoğulları, Hamidoğulları ve Eşrefoğulları, biraz daha sonraki döneme rastgelen Amasya Kürdoğulları Emirliği, Anadolu’da varlık sürdürmüşler ve bölgenin müslümanlaşmasında büyük rol almışlardır.
Öyleyse ta 11. yüzyılın ikinci yarısından beri Roma topraklarına yönelik cihad ve fetihlerde, pek çok kale, şehir ve yörenin ele geçirilmesinde Kürtlerin varlığı hiç de şaşırtıcı değil. Bu süreçlerde, Bizans’ın o dönem tarihçileri ve vakanüvisleri bu Kürt beylerinin yaptıklarına değinirlerken onları Türk ya da Türkmen değil Persi/İrani beyler ve topluluklar olarak tanımlamışlar. Örneğin 13. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı döneme ilişkin olayları anlatan Bizans tarihçisi Georges Pachyméres, Nichephorus Gregoras ve Ephesus’un Johannes Kilisesi katiplerinden olan Paulus Aeginete, Menteşa Bey’in, Aydınoğulları’ndan Sasa Bey’in, Germiyani Alişiroğlu’nun dâhil olduğu olayları anlatırlarken Persler(İranlılar) kavramlarını kullanıyorlar. Paul Wittek’in Menteşa Beyliği adlı eserinde zaman zaman verdiği eski Grek tekstlerinden bu tarihçilerin ’ Pers’ sözcüğünü kullandıkları anlaşılıyor. Eski Rumcaları, 19. yüzyılda İngilizce ya da Fransızcaya çeviren batılılar da ‘Persler’ diye, onlardan da dürüstçe çeviren Osmanlı ya da Türk çevirmenler Pers/İraniler diye çevirmişler, dürüst davranmayanlar Türk/Türkmen diye sallayıp gitmişler.
Romalılar, doğrudan komşu oldukları, daha yakından tanıdıkları, tarih boyunca karşılıklı ilişkiler içinde oldukları doğu komşularını etnik kökenleriyle adlandırmayı önemsemişler; Pers, Türkmen, Tatar(Moğol) vs. diye ayırt etmişlerdir. Ancak o dönemin Haçlıları, Ceneviz ve Venedik tüccarları, Frenkleri, Selçuklu yönetici hanedanının Türkmen kökenden gelmiş olmasından hareketle, bu devlete bağlı bütün bey ve toplulukları Türk/Türkmen diye adlandırmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojiye bağlı tarihçileri de buradan hareketle bütün beyliklerin, hanedanların ve toplulukların Türkmen etnik kökene sahip oldukları gibi bir iddiaya sarılmışlar. Bu, elbette ki Anadolu’yu ve Türkiye’yi Türkleştirme siyasetinin bir parçası olarak böyle gelmiştir.
Tabi kendi eserlerinde Bizans tarihçilerinden alıntı alırken onların Persler dediklerini açık açık gösterip buna rağmen bu ayrıntıyı bir tarafa atan Avrupalı çağdaş tarihçi ve Türkologlar da var. Avusturyalı Paul Wittek de ne yazık ki bazen bu yola başvurmaktadır. Pachyméres’in açık açık ‘Persler’ dediğini yazdığı halde, ‘onu bir tarafa at, bunlar Türkmenlerdi’ demeye getirmektedir. Onun gibi meselelerde çok detaylı ve duyarlı davranan birinin bu konuda öyle savurgan davranması düşündürücüdür. Aynı anlayışla Emir Sevahil Hacı Bahaeddin’i Kürdi’yi bildiği, ‘Menteşa’ adını yazıp ’Menteşe’nin çok yeni bir kelime olduğunu belirttiği halde, Kürtlüklerini bir yana atarak, Türkmen’dirler demiş olması da ilginçtir.
Bir noktayı belirtmekte yarar var. ‘Türkmen’, Oğuzlar kendi topraklarından kovulup batıya; İran, Azerbaycan, Kürdistan, Acem ve Arap Irakı’na geldiklerinde, müslümanlaşan Oğuzlara dendiği[30] halde, orta ve batı Anadolu’daki Roma topraklarının fethedilip İslamlaştırıldığı dönemlerde, yani yaklaşık yüz- yüz elli yıl sonra farklı bir anlama da bürünmüş ve göçebe aşiret anlamı, tanımda daha ön plana çıkmıştır. Göçebe nüfusları açısından batı Anadolu’da kendilerine Türkmen denenlerin, tümü değil, çoğunluğu Türk’tü. Azınlıktaki etnik olarak Türk olmayan göçebe topluluklara da Türkmen deniyordu.[31]
Ebü’l Fida (ölümü 1331) kendi coğrafya kitabında 13. yüzyılın başında (1204’ten itibaren) artık Müslümanlarca fethedilmiş olan Sinop’un batı noktasından, Kastamonu, Kütahya ve Denizli (Ladik, Laodikea)’yı içine alan, Akdeniz’de Mekri(Fethiye)’ye kadar uzanan topraklardaki Müslüman nüfus yapısına ilişkin, İbn Said adında Arap bir yazarın aydınlatıcı kayıtlarını iletiyor.[32] Ebü’l Fida’ya göre, İbn Said şöyle bir kayıt düşüyor bu yörenin Müslüman nüfusu için: ‘’Halkının çoğunluğunun Türk neslinden olanların oluşturduğu Türkmenler, Selçuklular zamanında Rum beldelerini fethettiler. Haraita’ya (Xeraite’ye)[33] mensup sahil yerleşimcilerine baskın yaparak çocuklarını kaçırıp Müslümanlara satmayı adet edindiler. Onlarda bütün ülkelere yollanan Türkmen halıları var. Kıyıda adı Mekri (bugünkü Fethiye) olan, seyyahlarca oldukça tanınan bir körfez var. Oradan İskenderiye’ye ve başka yerlere kereste yollanır. Bu körfeze büyük ve derin bir nehir dökülür. Battal nehri diye tanınmış olduğu söylenir.[34] Bu adın (Battal) Emeviler döneminde Rum’a pek çok gazalar yaptığı anlatılır. Nehrin üzerinde sürülür-çekilir bir köprü var, barış zamanlarında indirilir, savaş zamanlarında kaldırılır. Bu, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında sınırdır. Antalya’nın kuzeyinde Tağurla (Denizli) dağı vardır. Burada ve havalisinde Türkmenlerin 200 000 kadar çadırı olduğu söylenir. Uc diye adlandırılanlar bunlardır.’’ [35]
Görüldüğü gibi İslam yazarları 13. yüzyılın ilk yarısında Türkmenleri buranın Müslüman nüfusunun bir kısmı saymışlar ve tümü değil, çoğunluğu Türk kökenden gelen göçebeleri kastetmişlerdir. Öyleyse o dönemde Türkmen denen göçebeler arasında Türk olmayan, başka etnik kökenlerden gelen Müslüman topluluklar da vardı.
Bizans tarihçisi Georges Pachyméres, 13. yüzyılın sonlarında yaşayan ve bahsimize konu olan batı ve orta Anadolu’daki Müslüman-Roma savaşlarını, olay ve ilişkilerini anlatan bir tarihçidir.
Birinci Haçlı seferi sonucunda Haçlılar 1204 yılında Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun başkenti Konstantin’i ele geçirerek Latin İmparatorluğu’nu kurdular. Bizanslılar, gerileyerek başkentlerini İznik yaptılar, toprakları da küçük Bizans devletlerine bölündü. Bu durum, yarım asırdan fazla sürdü. 1261 yılında Bizanslılar Latinleri yenerek Konstantin’i kurtardılar ve başkentlerini tekrar bu şehre taşıdılar.
Georges Pachyméres adlı Bizans tarihçisi de İznik’ten Konstantin’e(İstanbul’a) taşındı. Zamanla İmparatorluk içinde önemli yerlere geldi. Patriklik mahkemesinde görev yaptı, imparatorluk ailesine ve yüksek devlet bürokrasisine oldukça yakın oldu. Yazdığı Relations Historikes adlı eseriyle 13. yüzyıl tarihçileri arasında yer aldı. Bu eserde 1255-1308 olaylarına değinir. Anlatılanlar bizzat onun yaşadığı dönemlerde meydana gelmiştir. Büyük bir özenle yazmış, ciddiyeti, verdiği bilgilerin değerini arttırmıştır.
Pachyméres, Müslümanlarla Romalılar arasındaki ilişkileri ele alırken güneybatı Anadolu’da, bugünkü Akdeniz ve Ege kıyılarındaki yörelerde Menteşa ve Germiyanoğullarına da değinmekte ve onları Türk olarak değil, Pers olarak tanıtmaktadır.
Bu sözcüklerin üzerinde de biraz durmak lazım. Daha İslamiyet’ten önce Pers-Grek ve Pers-Roma ilişkileri yoğundu. Persi topluluklar Roma İmparatorluğu’nun doğu komşularıydı. Savaşlarda bazen Romalılar ta Ermenistan ve Azerbaycan’a kadar ilerliyor, bazen da Persler ilerleyip orta Anadolu’ya, Kapadokya ve Kilikya’ya kadar olan yerleri ele geçiriyorlardı. İslamiyet’ten kısa bir süre önce Sasaniler ta Yeşil Irmak’a kadar olan toprakları ele geçirmişler ve bu nehri Romalılarla kendi aralarında sınır edinmişlerdi. Aslında bu açıdan değerlendirdiğimizde, batı ve orta Anadolu’daki Pers ve doğal olarak Kürt varlığı daha İslamiyet’ten öncesine dek götürülebilir. Bu dönem, bizim konumuz değil, ayrıca mesele daha derin ve detaylı araştırma ve incelemelerle ele alınmalıdır.
Ama en azından Romalıların Avrupalılara (Frenk, Venedikliler, Cenevizliler vs. ) nazaran kendi doğu komşularını etnik kökenleri, tarihleri ve yönetimleriyle daha yakından tanıdıkları, bunların Türk, Pers, Arap, Ermeni, Süryani vs. özelliklerini daha açık gördükleri ve o dönemdeki en baştaki egemen yöneticilerle yetinmeyip alt düzeydeki farklılıkları da sundukları söylenebilir. Latinler gibi toptancı davranarak tümüne Türk/Türkmen dememişler, örneğin bahsettiğimiz alanlardaki mücadelelerde Türk olmayan unsurların Pers kökenlerini belirtmişlerdir. Kürtler de bilindiği gibi İranilerin/Perslerin bir parçası olarak kabul edilirler.
Bizanslılar 1261’de Konstantin’i kurtarınca politikalarının ağırlık merkezi Balkanlara yöneldi. Doğal olarak Latinler onları çok korkutmuşlardı ve büyük bir tehlike olarak batıda, Trakya’da, yakınlarında duruyorlardı. Batıya yönelme politikasına bağlı olarak doğu sınırından, yani Müslümanların gelmiş oldukları orta ve Batı Anadolu’dan asker çekilerek Balkanlara gönderildi. Bu, birden bire İmparatorluğun doğu topraklarındaki Hristiyan halkı Müslüman akınlarına karşı korumasız bıraktı, üstelik vergiler de arttırılınca halk arasında hem büyük bir öfke patlaması, hem de korku ve panik başladı.
Aynı şey biraz önce Ebü’l Fida’dan aktardığımız olayların yaşandığı bölgelerde de oldu ki bu bölgenin sahil kesimlerinde Menteşalılar, onun kuzeyinde Denizli ve Kütahya’da Germiyanlar vardı. Ve bunlar beraberce ta Menderes ovasına kadar uzanıyorlardı.
Sınır bölgelerinde, Roma askeri çekilince yeni alanlar Müslümanların eline geçti. Bizans tarihçisi Georges Pachyméres, sınır bölgesi Bizans halkının, kendi yerlerini terk ederek Perslerin tarafına geçtiğini, onlarla işbirliği yaptıklarını, kılavuzluk ettiklerini belirtir ve ‘’ düşmanlar (Müslümanlar; Menteşalılar ve Germiyanlar MC) şimdiye kadar yağma akınlarıyla yetiniyorlardı, şimdi yerli ahalinin [Bizanslıların] bu ilgilerini kesmeleri sayesinde Bizans topraklarına ayaklarını sağlam bastılar’’ der.[36] Eserinde Türkmenleri de sık sık anan Pachyméres buraları Türkmen toprağı değil, Pers toprağı olarak adlandırır. Bunun elbette ki bir anlamı vardır. Çünkü burayı ele geçiren Müslümanlar Türk/Türkmen değil, Persiya/İran’dan (Açıktır ki Kürdistan bölgesinden) gelmiş olan topluluklardı.
Georges Pachyméres’e göre İmparator VIII. Michael 1269 (kaynakta yanlışlıkla 1296 yazılmıştır) yılında kardeşi Johannes’in komutasında bir ordu göndererek 1261 yılından sonra Müslümanların eline geçen Karia bölgesini geri alabilmek için Perslerle bir anlaşma yapmayı denemişti.[37] İmparator’un kendisi siyasi başarılarını abarttığı otobiyografisinde şöyle diyor: Persler aşağı yukarı Karia ve Frigya’yı kat eden Menderes kaynakları civarında ve daha başka yerlerde görünmüşlerdi. Biz bunları yok etmedik, fakat tabi kıldık.[38]
Paul Wittek, Pachyméres’e dayanarak İmparator Michael VIII, 1278’de tekrar, bu sefer oğlu Andronikos’un komutasında Anadolu’ya bir ordu göndermeye nihayet karar verdiği zaman artık iş işten geçmişti demekte ve ondan şu alıntıyı yapmaktadır: ‘’Menderes havalisi, Karia ve Antiochia’nın çoktan sonu gelmişti. Kaystros mıntıkası ve Priene, Milet, Magedon düşman tarafından alınmıştı. Tralles (bugünkü Aydın) gerçi yeni tahkim ve iskân edilmişti, fakat iş yeni bitmişti ki, 1282’de Persler kendi dillerinde cesur manasına gelen Salpakis (Salpaxis, kaynakta yanlışlıkla ‘Salkapis’ yazılmış) asıl adı Mentachias (Grekçe Mantaxias, Menteşa) kumandasında göründüler ve şehri muhasara ettiler. Korkunç açlığa, bilhassa susuzluğa rağmen Tralles, nihayet tamamen takatten düşüp muahede ile teslim olmak isteyinceye kadar dayandı, vereni de Persliler (Wittek’te burası Türkler diye çevirilmiş, ancak ardından birkaç sayfa sonra (s. 38) tekrar Pachyméres’in Salpakis’e bir persli dediği anlatılmatadır) kabul etmediler. Muhasaradakiler, bunun üzerine galiplere geride ancak bir harabe bırakmak üzere şehirlerinin duvarlarını kendileri yıktılar, bu sebeple de bunlar tarafından insafsızca kırıldılar Türkler ( doğrusu Persliler olması gerekir) bunun komşusu Nysa(Sultanhisar)’ı aynı şekilde ele geçirdiler. Menderes vadisi böylece elden giderken Andronikos, Nymphaion (Nif)’de bir şey yapmadan durup duruyordu ’’ [39]
1296’da İmparator’un baş generali Phlanthrop Alexios Bizans hükümdarlığını Karia’da yeniden tesis etmeyi bir kez daha denediği sırada Persli Salpakis (Σαλπαχι Πέρσου, burada yanlışlıkla Σαλαμπαχι Πέρσου –Persli Salampakis diye yazılmış-) [Mantaxias] çoktan ölmüştü. Onun dul karısı, yani hareminin ilk kadını, hazinelerini alarak kuşkusuz Latmos Körfezi’nde aranması gereken Melanudion yakınında bir kaleye çıkmıştı. Alexios ona evlenme teklif ederek kaleyi ele geçirmeyi umdu. Kadın ret edince kaleyi zorla aldı.[40]
Persli Mantaxias kumandanı Sasa deyimine başka bir Bizans tarihçisi olan Nichephorus Gregoras’ta da rastlanır. Sasa’nın Menderes’ten Ephesus’a kadar sahil bölgesine egemen olduğunu belirtir. Ephesus’u zapteden Persli diye not düşmektedir.[41]
Pachyméres de daha evvel Tire’de (Aydın) olduğu gibi Ephesus’un açlıkla sıkıştırılarak teslim alındığını yazıyor: Ephesus’un teslimi her ne kadar anlaşmayla olduysa da Johannes Kilisesi yağma edildi, pek çok insan korkudan eninde sonunda fetihçilerin yarattıkları tehlikelere duçar olacaklar diye Tire’ye göçtüler, diğer birçoğu kırıldı.
Olay, korkudan Ephesus’tan Girit’e kaçmış olan Ephesus’un Johannes Kilisesi kâtiplerinden Paulus Aeginete’nın yazmaları arasındaki notlarda da doğrulanıyor. Kâtip, doğduğu yer olan Ephesus’un Sasa’nın kumandası altındaki Persliler tarafından 24 Ekim 1304’te zapt edilmiş olduğunu belirtiyor.[42]
Nickephorus Gregoras, şu bilgileri de veriyor: ‘’Roma ordularının bu mıntıkadan çekilmesinden sonra denize kadar olan bütün arazi Türk satraplıkları( yazarların Pers dedikleri bu bölgenin fetihçilerine çevirmenler gene Türk demişlerdir) hegemonyasına geçti. Türkler Clergé ile anlaştıktan sonra Asya’da bir zamanlar Roma hegemonyasına girmiş bulunan yerlere muhacirler yerleştirdiler. Karmanos Alisurios (Germiyanlı Alişir), iç Frigya’nın büyük bir kısmını ve Phladelphiya’ya (şimdiki Alaşehir) kadar olan araziyi, Menderes çayı civarında bulunan Antiokyahia havalisini işgal etti. Oradan İzmir’e kadar uzanan bölge ile İyonia’nın sahilden uzak kısımlarını Sarkhanes (Saruhan. Bunlar da ayrılıp bağımsızlıklarını ilan etmeden önce Germiyanların bir parçası idi MC) adı verilen bir diğeri aldı. Sasan (Menteşa’lı Sasa Bey) adlı biri Manisa çevresini, Priene’ye ve Ephesus’a kadar uzanarak oraları kendisine satraplık yaptı. Lydia’dan, Eolia’dan Hellespont Misiası’na kadar olan sahayı Kalames ve onun oğlunun oğlu Karase (Karesi, Karesioğulları) aldı. Olympos civarını ve bütün Bithynia’yı Atman (Osman) adında bir başkası elde etti. Sakarya nehrinden Paphlagonia’ya kadar Amurios’un (Umur Beyin) oğulları aralarında paylaştılar.[43]
Pachyméres, başka bir yerde de Roma’nın güneydeki Ege ve Ak Deniz’deki deniz güçlerini rasyonalize edip pek çok donanmayı dağıtmalarının ilginç sonuçlarını anlatır. Bizanslıların, tersaneleri kapatmaları sonucunda, yığınlar halinde Hristiyan gemici işsiz kaldı, Menteşa yöneticileri bunlardan da istifade ederek bir donanma kurdu, bir yandan da denizde korsanlık faaliyetlerine başladılar.
Pachyméres, en azından bir bölümünü pers denizciler olarak sunar. O genel olarak Müslümanların deniz yoluyla adalara saldırılarından bahsederken onların bir ara Pers denizcilerini Kyklat adalarına gönderdiklerini ve bu korsanların saldırılarıyla o adaları insansızlaştırdıklarını belirtir:
Her gün, yalnız bir taraftan değil, her taraftan fena haberler duyuluyordu. Yalnız karada değil, denizde de korsanlık ederek önce Tenedos adasını hücumla aldılar. Orada birçok işkenceler yapıp yine geri döndüler. O vakit başkaları da kâh korkutarak, kâh razı ederek orada bulunan Pers gemicilerini Kyklatlar’a gönderdiler ve fena muamele ettiler; hem Sakız’a, hem Sisam’a, hem Kapathos’a, hem de Rodos ve daha birçok yerlere gemileriyle hücumlar yaparak halkı yurtlarından ettiler.[44] Bu dönemde, Rodos’ta, Kürdoğlu denen bir korsanın nam saldığını biliyoruz.
En azından üç Bizanslının (tarihçiler Georges Pachyméres ile Nickephorus Gregoras ve Ephesus’un Johannes Kilisesi kâtiplerinden Paulus Aeginete) yazdıkları, batı ve güney batı Anadolu’nun ta Menderes Ovası, Efes, Tire ve Birgi’ye kadar olan yerleri ele geçirenlerin Germiyanlar ile Menteşalar olduğunu, bunların Türk olarak değil, Persliler olarak bilindiklerini ortaya koyuyor. Bu yazılar, bildiğimiz en eski, olaylara çağdaş yazılı kaynaklar olarak, Menteşaoğullarıyla Germiyanlıların Kürt olduklarına dair diğer yazılı kaynakları destekliyor.
Çalışmamız kendisini Menteşaoğullarının Kürtlükleri konusuyla sınırladığı için onların Kürtlüğünü açıkça dile getiren ve destekleyen diğer bilgi ve belgelere değinip noktayı koyacağız.
MENTEŞA BEYLERİNİN KÜRTLÜĞÜNÜ AÇIKLAYAN DİĞER BİLGİLER
Menteşa, bir Rum Selçuklu emir sevahili (sahil beyi)[45] idi. Ataları Ege sahillerinde Rum Selçuklu sultanlarının emir sevahilleri olarak görev yapıyorlardı ve bugünkü Aydın ve Muğla yörelerine denk düşen alanlarına sahiplerdi. Menteşa Beyliği’inin kurucusu olan Menteşa Bey’in babası Şikarî’nin Karamanname adlı eserinde Hacı Bahaddin’i Kürdi[46], İbn Bibi’nin Selçukname’sinde de Mülukü’l Sevahil Emir Bahaeddin Muhammed[47] olarak verdiği Emir Bahaeddin’dir. Emir Bahaeddin’i Kürdi, Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konya’yı ele geçirerek Cimri olayını yarattığı isyanda Selçuklu başkenti Konya’yı savunmakla görevliydi ve az bir kuvvetle şehir içindeydi. O sırada şehri ele geçiren Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından başka bir iki Selçuklu emiriyle birlikte öldürüldü. Bahaeddin’in öldürülmesi üzerine oğlu Menteşa, Adalar Denizi(Ege) kıyılarında emir sevahil oldu.
Şikarî’nin iddiasına göre, Hacı Bahaddin’i Kürdi, ilk başta Sivas emiriydi. Oğlu Menteşa da o dönemde büyük bir sefer sırasında babasının yerine Sivas’ı vekâleten yönetiyordu. Şikarî’ye göre yaylak alanlarının cazipliği nedeniyle Karamanoğullarının bilinen ilk atalarından Nureddin (sonradan beyliği oğlu Karaman’a bırakarak Baba İlyas’ın müritlerinden oldu ve Nure Sofi olarak tanındı) Hacı Bahaeddin’in Sivas’ta olmadığı ve genç Menteşa’nın vekâleten yönetimde olduğu bir dönemde, hile ile şehri ele geçirdi. Menteşa’yı kendi tarafına kazandı ve onu kendine bağlı bey olarak tanıdı. Menteşa babasına durumu kabul etmesini, bunun en hayırlı sonuç olacağını bildirince hacı Bahaeddin Sivas’ın Karamanlılara tabi’ bir şehir olmasını kabul etti. Bundan sonra, Şikarî’de Hacı Bahaddin’i Kürdi’yi ve oğlu Menteşa’yı Ege sahillerinde Karamanoğulları’nın müttefiki olarak görürüz.
Ancak anlaşıldığı kadarıyla Şikarî farklı dönemlerdeki farklı olay ve kahramanlarla gerçekleşmiş bazı gelişmeleri karıştırarak ve Karamanoğullarını övme, yüceltme amacıyla abartarak anlatımlarını bazı açılardan kurgulamış, ciddi yanlışlar yapmıştır. Bizans kaynaklarına dayanılarak batı ve güney batıdaki Germiyan ve Menteşa varlıklarına değinilirken de görüldüğü gibi, akla daha yatkın olanı, Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin Selçuklu sultanları[48] tarafından Ege Denizi kıyılarına çok daha önce Melikü’l sevahil olarak gönderildiği ve onun Karamanoğullarına değil, doğrudan Selçuklu sultanlarına bağlı bir emir olduğudur. Hatta Karamanoğlu Mehmet Bey, Cimri olayını çıkarınca, Emir Bahaeddin Muhammed, Selçuklu başkenti Konya’nın savunmasıyla görevliydi ve isyan sırasında Karamanoğullarınca öldürüldü (Cimri olayı, dolayısıyla Emir Bahaeddin’nin ölümü 1277), yerine oğlu Menteşa geçti.
Ahmed Eflaki’nin Ariflerin Menkıbeleri’nde Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin oğlu Sultan Veled’in ve onun oğlu Arif Çelebi’nin Menteşa, Germiyan ve Aydınoğulları beyleriyle ilişkilerini anlatılan menkıbeler, Menteşa Bey, Alişiroğlu Yakub (Birinci Yakub) Bey ve Aydınoğlu Mehmet Bey’le ilgilidirler ve daha çok Bizans kaynaklarıyla uyuşuyor.
Menteşa beylerinin şecereleriyle ilgili en titiz çalışmayı Paul Wittek yapmış,[49] Bizans kaynaklarına, hem Şikarî, Müneccimbaşı, Ahmed Eflaki ve benzeri kroniklere, menkıbelere hem de son dönem Menteşa beylerinin mezar taşlarındaki yazıtlara ve diğer mimari eserlerdeki kitabelere dayanarak bir şecere çıkarmıştır. Wittek, kitabelerdeki yazıların okunamaz derecede aşınmış ve karışık olduklarından, şecere silsileleri ve adların birbirleriyle uyumlu olmadıklarından şikâyet etmektedir. Daha sonraki okumalardan onun üstünde karar kıldığı ve böyle olması gerekir dediği isimleri bile yanlış okuduğu görülmektedir.
Wittek bu zorluklara rağmen sadece Şikarî’de geçen Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin doğruya en yakın bilgi olduğunu kabul etmekte, ancak daha sonra çizdiği şecerede dikkat çekici bir biçimde, bu isme yer bile vermemektedir.
Wittek, Hacı Bahaddin’i Kürdi adı konusunda ikirciklenmesini iki nedene dayandırır. Birincisi, Şikarî’nin Karamanname ’sinin hepsi de sonradan istinsah edilen el yazma nüshalarında Hacı Bahaddin’in bazı yerlerde Hacı Bahadır olarak yazılmasıdır. İkincisi de Şikarî’nin Hacı Bahaeddin’e mal ettiği bazı olayların, aslında ondan sonraki dönemlere, 1277’den sonralara, 1290 hatta 1300’lı yıllara ait olmasıdır.
Kuşkusuz bu iki durum da izah edilebilecek niteliktedir. Hacı Bahaddin ve Hacı Bahadır adlarının ortaya çıkması iki farklı kişinin olmasından değil, Arap alfabesiyle el yazmalarda, son harflerinin birinin ‘ﻥ’ (nun), diğerinin ‘ﺮ’( ra) olması ve aralarındaki grafik farkın bir nokta olmasıdır. Nun’daki nokta yazılmadığı, unutulduğu ya da sonradan aşınma nedeniyle silindiğinde ‘’ra’’ olarak okunduğu ve ardından gelen istinsahçılarda aynı kişi için Bahaddin ve Bahadır gibi bir farka yol açtıkları kuşku götürmez.
İkinci neden ise; anlaşılıyor ki ne Şikarî ne de Wittek, Menteşaoğullarının atası Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin dışında, ondan bir-iki on yıl sonra varlık gösteren Amasya Emiri Bahaeddin Kürd’den haberdar değiller. Amasya Bağımsız Kürt Emirliği[50] adlı çalışmamda, Amasya Emiri Bahaeddin Kürd’ün hayatına ve dönemine ayrıntılı yer verdim. Amasya Emiri Kürd Bey 13. yüzyılın sonları ile 14. yüzyılın ilk dönemlerinde Amasya emiri, Kayseri emiri olmuş ve önceleri Sivas, Kayseri ve Amasya’ya sahip Eretna Beyliğinin emirliğini, vali ve vezirliğini yapmış biridir.
Kanımızca, Şikarî de eserinin bir iki yerinde Kürt Bey adını, oğulları Hacı Kutlu Şah İbn Kürd, kardeşi Hâce Ali’yi verdiği halde, onları tanımamakta, sadece eserinin ilk bölümlerini Farsçadan Türkçeye tercüme ettiği Yârîcanî ve Dehanni’den nakletmekte, ama Menteşaların atası Hacı Bahaddin’i Kürdi ile Amasya Emiri Bahaddin Kürd’ü birbirine karıştırmaktadır.[51] 1277’den sonra Emir Bahaddin Kürd’ün yaptıklarını da adı geçen Menteşa atasına mal etmektedir. Bu isimlerin iki ayrı emire ait olduğu anlaşıldığında taşlar daha yerli yerine oturmakta ve Wittek’i kuşkulandıran sebepler ortadan kalkmaktadır.
Paul Wittek’i ikirciklerinden başka bir durum daha var. Son dönem Menteşa beylerinden Ahmed Gazi bin İbrahim Bey’in 793/1391 yılına ait mezar taşında, soyu ile ilgili standart bilgilere uymayan isimler… Mezar taşında, Ahmed Gazi ibn İbrahim, ibn Orhan, ibn Mesud, ibn Menteşa, ibn Eblistan, ibn Karabay biçiminde okuduğu bir kitabe var.
Burada tanınmamış ilginç bir kısım ismin (Eblistan, Karabay) yanında Menteşa’nın adı var ama Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin adı yok. Olsaydı, muhtemelen Muhammed Bey biçiminde olmalıydı. Çünkü İbn Bibi’de Mülukü’l Sevahil Bahaeddin Muhammed diye geçer. Menteşa’nın babası adının yerinde ‘Eblistan’ var.
Eblistan’ı biz Maraş’a bağlı Elbistan’ın eski adı olarak biliriz. İsmail Hakkı Uzunçarşılıoğlu da Eblistan için şunları belirtir: Eblistan ismi dikkate şayandır. Bugün Maraş vilayetinin kazası olan Elbistan’ın eski adı Eblistin’di. Acaba bu memleket ismi ayni zamanda şahıs ismi midir? On dört ve on beşinci asırlarda tarihte Dimşik, Mısır, Bağdat, Mardin, Isfahan gibi şahıs isimlerine de tesadüf etmekteyiz. Bunun için kitabedeki Eblistan şahıs ismidir’’[52]
Ayrıca, yukarıdaki kitabeden önce, Milas’ta yapılan Ahmed Gazi Camisi’nin 780/1378’de yazılan kitabesinde daha farklı bir şecere var. ‘’Bu büyük camiyi ulu Emir ve Mükrim Sultan milletlerin rikabının maliki, Arap ve Acemlerin[53] hükümdarlarının sultanı Ahmed Gazi Bey –Allah ömrünü uzun etsin- ibn merhum ve mağfur bahtlı şehit İbrahim Beg bin Orhan, bin Mesud, bin Eblistan’’ denmiş. Dikkat edilirse burada (Ahmed Gazi sağken), hem mezar taşındaki kitabede en son ata diye okunmuş Karabay yok, hem de daha ilginci beyliğin bizzat kurucusu, Menteşa yok. Aynı caminin minbere çıkılan kapılarının kenarındaki kitabelerde de aynı şecere var.[54]
Wittek, Bizans tarihçisindeki bir bilgiden hareketle de, şecerede kuşkuya düşüyor. Pachyméres’in, ‘Karmanos Alisurios’ diye birinden bahsettiğine dikkat çekerek, Germiyanlı Alişir’in kastedildiğini anlıyor, ancak başka bir yerde ‘Karmanos Mantachiyas’ diye birini yazmasından dolayı, ‘’buradaki ‘Karmanos’u ‘Germiyan’ olarak anlayamayız, bu olanaksızdır’’ diyor[55]. Neden? Çünkü bu Menteşalı biridir. Aslında birbirine komşu, akraba ve iç içe geçmiş toplulukların birbirlerinin tanınmış şahsiyetlerinin adlarını seçmelerinden doğal bir şey olamaz ama onu bir kenara bırakalım.
Wittek’e göre bu, daha çok Kalkaşandi’nin 1412’de tamamlanmış olan devlet salnamesinde rastlanan ‘’Zervan ibn Karaman ibn Menteşa’’(الاميرذروان بن كرمان بن منتشا)daki Karaman ismiyle aynı olabilir. Buradan hareketle Wittek, Karaman adında karar kılıyor ve kitabın sonundaki şecereye de bunu yerleştiriyor.
Tabi, Wittek, aynı anda Kalkaşandi tekstinin Arapça yazılmış halini de veriyor ve buradan ‘Karaman’ diye birini kastetmiş olmasının mümkün olmadığı açıkça görülüyor. Bugünkü Türkçe’de ‘Karaman’ olarak yazılan adın Arapça alfabeye göre ‘Qaraman (قرمان )’ olarak yazılmış olması gerekiyor. Kalkaşandi ‘’Zervan ibn Kirman/Karman (Karaman da değil) ibn Menteşa’’ diye yazmış. İsim kesinlikle hem Pachyméres’te, hem Kalkaşandi’de ‘Karmanos/Karman/Kirman’dır, ya bunu ‘Germiyan’, ya da yazıldığı gibi ‘Karman/Kirman’ diye kabul etmekten başka çare yok. Kaldı ki tarihte, insanlara ad olmuş ‘Kirman/Karman ‘ sözcüğü de var. Karman Şah, sonra da Kermanşah / Kirmanşah’a ad olmuştur. Orta çağda, orta ve batı Avrupa’ya gelmiş olan Kürtlerin önemli bir bölümünün, bugünkü Irak’ın Şarezor/Germiyan yöreleri ile İran Kürdistanı’nın Kirman /Kirmanşah/Loristan bölgelerinden gelmiş oldukları hatırlanırsa ‘Germiyan’ ya da Karman/Kirman/Kerman’ isimleri daha uygun düşer.
Wittek’in, Ahmed Gazi Bey’in mezar taşındaki Karabay ismini de aslında yanlış okuduğu kendi eserinde teksti verilen kitabeden görülmektedir. Buradaki en son ata ismi ‘Karabay, Qarabay’ biçiminde okunamaz; ancak ‘Kurbi Bey/Qurbi Bey/Kuri Bey’ hatta Q[a]zi Beg biçiminde bile okunabilir. Aşındığı Wittek tarafından dile getirilen kitabe, net bir okuma ve çözümleme imkânı vermiyor, buna rağmen, eserinin sonundaki şecereye bu ismi ‘Karabay’ diye yerleştirmiş olması ilginçtir. İsmail Hakkı Uzunçarşılıoğlu da ‘’bu ismi Doktor P. Wittek Karabay Bey diye okumuş ise de ikinci kısım kitabelerde Kuri veya Kari Bey diye okunmuştur,’’ der. Uzunçarşılıoğlu bile ismi okuyamamıştır.
Ahmed Gazi Bey’in mezar taşındaki kitabe. Wittek’in kitabından
Geriye sıra dışı olarak ‘Eblistan’ ismi kalıyor ki Osmanlı yönetimi dönemine denk düşen bu yazmayı ‘Eblistani’ biçiminde okumak da mümkündür. Hatta daha doğrusu öyle okunmasıdır. Eski kitaplarda ‘hüruf-i imla’ denen şey yazılmaz, ama okunurdu. Kimi Osmanlı ve Türk tarihçileri bunu göz ardı eden yanlıştan dolayı, ‘Germiyani’yi ‘Germiyan’ ya da Germiyan Begi’ni ‘Germiyan Beg’ diye okumuşlardır. Böylece ‘Eblistani’(Elbistanî) adını bu hanedanın, İslamiyet dönemindeki bir Kürt şehri olarak bayındır olan Elbistan’la ilişkilendirmek mümkündür.
Ancak en iyisi, Osmanlı egemenlik ve onlarla bütünleşme dönemine rastlayan kitabelere bilinçli olarak gerçek şecereyle uyuşmayan isimlerin yazılmış olabileceği, bazı isimlerin atlanarak, bazılarının değiştirilebileceği ya da eklenebileceği ihtimalini göz önünde tutmaktır.
Batı ve orta Anadolu’ya gelen Kürtlerin hemen hemen tümü, önce Suriye ve Şam bölgelerine, Eyyubilere gelmişler. Ardından, oradan Maraş, Elbistan, Malatya ve Sivas, hatta Kayseri ve Amasya’ya yayılmış, pey der pey batı ve orta Anadolu’nun söz konusu ettiğimiz bölgelerine yerleşmişlerdir.
Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin ya da onun Qurbi/Qurbi/Q[a]zi Beg diye okunabilen atasının Elbistanlı olması şaşırtıcı değil. Nitekim Mülukü’l Sevahil Emir Bahaeddin Muhammed’in ilk yaşamı oralara çok yakın olan Sivas’ta geçmiştir.
Böylece eğer Menteşaoğullarına bir şecere oluşturulacaksa Wittek’in dile getirdiği Karabey ve Karaman Bey adlarını bir tarafa atmak ve belki de şöyle bir şecere oluşturmak gerekir:
Quri/Qurbi/Qazi Bey, onun oğlu Eblistan Bey/Emir Hacı Bahaeddin Muhammed Kürdi, onun oğlu Menteşa Bey, onun oğlu Kirman (Karmanos/Germiyan) Bey, onun oğlu Mesud Bey, onun oğlu Orhan Bey, onun oğlu İbrahim Bey, onun oğulları Musa, Muhammed ve Ahmed Gazi Beyler, (Ahmed Gazi’dan sonra kardeşi) Muhammed Bey, onun oğlu İlyas Bey, onun oğulları Ahmed ve Leys Beyler. Ahmed’in oğlu İlyas Bey. Aradaki bazı halkaların zayıf olduğu unutulmamalıdır.
Bizim konumuz açısından, sahil beyliğini Selçuklu sultanlarına bağlı olarak kuran Emir Hacı Bahaddin’i Kürdi (Melikü’l sevahil Bahaeddin Muhammed) ve bu beyliğe, bağımsızlığını ilan ederek adını veren oğlu Menteşa önemlidir.
Çalışmamızda esas amaç Menteşaoğullarının Kürtlüğü konusu olduğu için onların tarihine daha fazla yer verilmeyecek, etnik kökenleri üzerine yoğunlaşmakla yetinilecektir.
MENTEŞA İSMİNİN KÜRT ORTAMIYLA BAĞLARI
Wittek, Menteşa konusunda o kadar karamsar davranmıştır ki onun bir şahıs, aşiret ya da yer ismi olup olmadığına bile karar verememiştir. Oysa Menteşa’nın iki sözcükten meydana gelen bileşik bir insan ismi olduğu yüzeysel bir araştırma ortaya çıkarmaktadır.
‘’Menteşa’’ sözcüğünün insan adı ve Kürtlerin yaşam alanıyla içli dışlı ilişkisini derli toplu olarak Şeref Xan (Şeref Han), Şerefname’de Kilis beyleri ile ilgili bölümü ele alırken vermektedir:
‘’Dediklerine göre [Kilis Hükümdarları], doğru rivayet gereğince Hakkâri ve İmadiye hükümdarlarının amcaoğullarıdır. Bunlar üç̧ kardeşti ve adları Şemseddin, Bahaddin ve Menteşa’ydı. Hakkâri hükümdarları Şemseddin’in soyundandır ve Kürtler tarafından bunlara ‘Şemû’ denilmektedir; Bahaddin’in soyundan olan İmadiye hükümdarlarına da ‘Behdin’ denir; Kilis hükümdarlarına gelince, bunlar da Menteşa’nın soyundandır ve onlara ‘Mend’ denir.
Çeşitli rivayetlerden hangisi doğru olursa olsun, Mend, başlangıçta Kürtlerin bir aşiretini çevresinde toplamaya muvaffak oldu ve onlarla birlikte Şam ve Mısır’a gidip Eyyuboğulları hükümdarlarının hizmetine girdi. Onlar da kendisine Antakya Vilayeti yakınındaki Kusayr Nahiyesi’ni verdiler. Mend ve adamları kışın buraya yerleştiler. İş bununla da kalmadı; daha önce o diyarda oturan Kürt Yezidiler’den bir topluluk da Mend’in çevresinde toplandı. Bu da günden güne şanının yücelmesine ve nüfuzunun artmasına yolaçtı. Kendisine her taraftan Kürtler geldiler; ayrıca Cun ve Kilis taraflarında oturan Kürtler de kendisine katıldılar.
Al-ı Eyyub’un ulu hükümdarları kendisine ilgi gösterdiler ve onu Şam ve Halep’teki bütün Kürtlere beylerbeyi olarak tayin ettiler; bu topluluğu yönetmek, meseleleri karara ve çözüme bağlamak bakımından kendisini tamamen serbest bıraktılar. Böylece kendisini en yüksek askeri ve idari rütbeye yükselttiler. İşin başlangıcında, Hama ve Maraş̧ arasında yayılmış̧ olan Yezidi Kürtler’in şeyhleri bu yüce makam üzerine kendisiyle çatıştılar. Bu durum, zaman zaman kılıçların çekilmesine ve savaşa dahi yolaçtı. Fakat Mend onlara galebe çaldı ve bazen sertlikle, bazen yumuşak davranarak, bazen baskıyla, bazen de iyilik yaparak onları kendisine boyun eğecek duruma getirdi. Sonunda istediğine kavuştu ve o diyardaki bütün Kürtler onun mutlak hükümdarlığına boyun eğdiler.
Mend ölünce yerine oğlu Arab Bey geçti. Ondan sonra da oğlu Emir Cemal yönetimi aldı. Onun ölümünden sonra da yerine oğlu Ahmed Bey geçti. Bu beyin zamanında Al-ı Eyyub Devleti’nin günleri sona erdi ve büyük devletleri Çerkeş Memlükler’e geçti. Fakat Ahmed Bey Çerkeşlerin devletine boyun eğmedi ve günlerini bağımsız bir hükümdar olarak geçirdi. Sonunda iki çocuk bırakarak öldü.’’[56]
Kilis beylerinin tarihi, Şerefname’de bundan itibaren de Canpolatları da içine alarak devam ediyor, ancak bizim konumuzu doğrudan ilgilendirmediği için biz bu kadarıyla yetiniyoruz.
Şeref Han’ın verdiği bilgilerden Menteşa’nın bir bey adı olduğu ve Kürtlerin bu beyi Mend diye çağırdıkları, onun, zamanında Botan bölgesinden gidip Eyyubilerin hizmetine girdiği, Eyyubilerin, ona, Antakya bölgesinde beylik verdikleri anlaşılıyor. Mend adlı beyin başarıları nedeniyle ona bağlı topluluğun (aşiretin), hatta Kilis hükümdarları ailesinin Mend adıyla tanındıkları bilgisi de var. Mend, Antakya bölgesine yerleşmeden önce de orada Kürtler, özellikle Yezidi Kürtler kalabalık bir topluluk olarak varlar. Mend başarılı olunca hem (Cun ve Kilis tarafındaki) Müslüman Kürtler, hem de Yezidi Kürtler onun etrafında birleşiyorlar. Sonra Eyyubi Sultanları onu Halep ve Şam’daki (yaklaşık olarak bugünkü Kuzey Suriye, Hama, Halep, Şam ve Lübnan toprakları) bütün Kürtlerin başına beylerbeyi olarak atıyorlar. Mend’in gücü ve egemenlik alanı Hama’dan Maraş’a kadar genişliyor.
Tarihte, Musul, Şengal, Şarezor, Germiyan ve Loristan bölgelerinden batıya, Roma topraklarına giden Kürtlerin, doğu Toros ve Zagros sıra dağlarının, yüksek yaylaların ve buralardan inen Fırat, Murat, Dicle ve Zap gibi nehirlerin geçit vermemeleri nedeniyle, yolları, Germiyan, Şarezor, Musul, Mardin, Harran, Urfa, Halep alçak yayla ve çölleri (berri) ile adı geçen sıradağların, uzantıları Cudi, Şengal ve benzerinin güney eteklerinden geçmiştir.
Kürtler bugünkü İran’ın güneyinden, Irak’ın doğu ve kuzeydoğusundan bu güzergâhı takip ederek verimli Suriye, Halep, Şam ve Antakya kıyılarına gelmişlerdir. Buradan bir taraftan güneyi, Lübnan, Filistin, Mısır ve Yemeni, diğer taraftan Antakya’nın kuzey ve doğu yörelerini, Kilis, Elbistan, Maraş, Malatya, Sivas, Kayseri, Amasya, Tokat, Kütahya, Kastamonu, Ankara ve Sinop yörelerini hedeflemiş, ya da Adana, Antalya, Konya’yı konak edinerek Ege bölgesine ulaşmışlardır.
Şam ve Halep’in kuzey yöreleri, Antakya’nın doğusu ve kuzeyi ilk konak yeridir. Buralarda adını verdiğimiz şehirler, ilk Müslüman ve Kürt yerleşim yerleri ve idare merkezi olmuşlardır.
Aslında ilk Arap istilaları da bu güzergâhtan Roma İmparatorluğu’nun içlerine, ta İstanbul önlerine kadar varmıştır. Ardından Oğuz-Türkmenlerinin ve Moğolların İran’ın güneydoğusu, Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap üzeri gelen istila dalgaları da bu güzergâh ve konaklamaları izlemiştir. Bu, o dönemin coğrafi ve doğal koşullarının dayattığı bir zorunluluktu.
Bu nedenle, Hem ilk İslam yayılma dönemlerini hem de Oğuz-Türkmen ve Moğol yayılmalarını anlatan orta çağ İslam kaynaklarında Maraş, Harput, Elbistan, Sivas, Kayseri, Amasya, Tokat ve daha sonra Kütahya, Kastamonu, Sinop, Aydın ve Muğla bölgelerinde Kürt emir ve beylere rastlamak o kadar da şaşkınlığa yol açmamalıdır.
Çalışmanın daha önceki bölümlerinde, Süleyman Şah’ın 1086 yılında Antakya ve Halep yöresinde Tutuş’la savaşta öldürülmesini anlatılırken, İbn Bibi’nin ve Yazıcızade Ali’nin değindikleri bir adı tekrar hatırlatalım. Ta Tokat’tan beri diğer emirlerle beraber Süleyman Şah’ın yanında olan, onunla omuz omuza savaşan ve o öldürülünce, oğlu Kılıçarslan’ı, diğer emirlerle elbirliği ederek tahta oturtan Mende Bey/Emir Mende. Şeref Han’ın adını verdiği Mend Bey ile İbn Bibi ve Yazıcızade’nin adını verdikleri Mende Bey kanımızca ayni isimdir. Ayni kişiler oldukları eldeki bilgilerle iddia edilemez. Çünkü Şeref Han’ın Mend Bey’i sonraki bir tarihe, Eyyubilerin imparatorluk haline geldikleri en az bir asır sonraki bir döneme rastlıyor. Ama iki isim aynıdır ve bunların aynı bölgede tarih sahnesine çıkmış olmaları, oradan kuzeye, Anadolu’ya gitmiş olmaları önemli bir ipucudur, anlamlıdır.
Tabi Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin oğlu Menteşa ile bu iki Mend de ayrı kişilerdir. Menteşa onlardan çok sonra yaşamıştır. Ama bu, bize kendisi tarih sahnesine çıkmadan önce Mend ve Menteşa adlarının Kürtler arasında yaygın olduğunu, hatta Mend hanedan soyunun oluştuğunu ve bunun Antakya, Kilis, Maraş, Halep ve Hama yörelerini yönettiğini gösterir. Şahıslar aynı olmayabilir ama güneybatı Anadolu’da ortaya çıkıp Menteşa devletini kuran beyin geçmişte Sivas’ı yöneten atalarının, daha önceki tarihlerde daha güneyde Elbistan’ı ve başka yöreleri de yönetmiş olmaları ve hatta Mend hanedanı soyundan gelmiş olmaları pek ala mümkündür.
Sunduğumuz bilgilerle vardığımız sonuç şudur: Menteşa adının aslı ‘Mend/e’dir. Mend/e ilk başta Bey rütbesiyle adını duyurmuştur; Mend Bey, Mende Bey. Ancak Mend/e Bey, beylerbeyi rütbesi alıp eyaletleri, beylikleri yöneten emir haline gelince Mend/e Şah [57]olmuştur. ‘Amasya Bağımsız Kürt Emirliği’ çalışmamızda Emir Bahaeddin Kürd’ün oğlu Hacı Kutlu Bey’in Amasya emiri olunca Hacı Kutlu Şah adını aldığını gördük. Şeref Han’ın bahsettiği Mend Bey’in de daha sonra Hama’dan Maraş’a kadar olan bölgedeki Kürtlerin başında ‘’beylerbeyi’’ yani ‘Şah/Xan’’ olduğunu gördük.
Mende Şah adı, zamanla tanınıp sevilince, hanedan çevrelerinde, birleştirilerek ad olarak da verilmiştir; Mendeşa[h]. Zamanla bu kelime hafifleyerek ‘Menteşa’ ya dönüşmüştür. Zaten Şeref Xan da Şerefname’yi bu beylerden çok sonraları, 1597’de yazmıştır. O tarihte Mendeşah adının her tarafta Menteşa’ya dönüştüğünü, onun eserinde de bu haliyle yer ettiğini görüyoruz. Şeref Han’ın kendi adı da sonra böyle bir dönüşüme uğramıştır. Onun adı Şeref(Şerefeddin)’dir. Han (Xan )rütbesini daha İran’da iken Şah Tahmasp döneminde beylerbeyi olunca almış ve Şeref Xan olarak anılmıştır. Fakat sonraları, örneğin günümüzde bu isim birleştirilerek Şerefxan biçiminde insanlara ad oluyor.
Sonuç olarak verdiğimiz bilgi ve belgeler ışığında Menteşaoğulları hanedanının Kürt olduğu rahatlıkla görülebilir kanaatindeyiz. Beyliklerin tebaaları, orta çağdaki bütün beylik ve devletlerinde olduğu gibi, farklı etnik topluluklardan oluşmaktaydı, Müslüman olarak Kürtler, Türkmenler, Moğollar, Harezmiler, Araplar Farslar, Müslümanlaşan Ermeni ve Rumlar. Ayrıca Müslüman olmayan Rumlar, Ermeniler, Gürcüler, Yahudiler, Süryani-Asuri toplulukları, batıdan gelen Latinler, Frenkler…
Tabi bu hanedan, batı ve orta Anadolu’da, Türk kökenli bir hanedanın yönettiği Rum Selçuklu devleti içinde, çoğunluğu Türkmen olan emir, bey, yönetici, asker ve aşiretlerle haşır neşir olmuştur. Ta başından beri, kendi dilleri Kürtçe, Farsça ve Arapçanın yanında Türkçe, hatta Rumcayı günlük yaşamlarında geniş bir şekilde kullanmış oldukları varsyılabilir. Bu dillerle, onun kültürlerini taşıyan topluluklarla içli dışlı olmuşlardır. Özellikle Osmanlı egemenliği döneminde, Farsça ve Arapçanın büyük ölçüde terkedilmesinden sonra bu hanedanın üyeleri de daha çok Osmanlı yönetim çevreleri ve Türklerle entegre olmuşlardır. Ancak anladığımız kadarıyla Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar Kürtlüklerini bilmişler, önemli bir kısmı özellikle yönetici sınıf, dillerini unutmuş olsalar da onlara bağlı olan Kürt aşiretler ve yerleşik yaşama geçmiş olan köylüler Kürtçeyi unutmamışlar, kırsal yaşamda kullanmışlardır.
Günümüzde de orta ve batı Anadolu’da Kürtçe konuşan nüfusun ciddi bir bölümü o dönemden kalan Kürtlerdir. Önemli bir bölümü, artık Türkçe konuşsalar bile, Kürt asıllı olduklarını bilmektedirler. Ancak tarihleri hakkında ciddi bilimsel araştırmalar olmadığı için çoğu kez kulaktan dolma bilgiler vermekteler, ilk gelenlerle sonradan defalarca dalgalar halinde gelenlerin tarihleri birbirine karıştırılmaktadır, bilgisizlik ağır basmaktadır.
[1] İ. Hakkı Uzunçarşılıoğlu, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, TTK Yayınları, 1937 Ankara, s. 19-22.
[2] Rum Selçuklu Devleti’ne günümüz Türkiye’sinde Anadolu Selçuklu Devleti denir. Bu ad Cumhuriyet’ten sonra ortaya çıktı. Hem Selçukluların kendileri, hem de batılı ve doğulu kaynaklar hep Rum Selçuklu Devleti dedi. Biz de onları, kendilerini adlandırdıkları biçimiyle adlandırıyoruz.
[3] Paul Wittek, Menteşa Beyliği, Çeviren O. Ş. Gökyay, TTK Y, 3. Baskı, Ankara 1999, s. 170.
[4] Şikarî, Karamanname [Zamanın kahramanları Karamaniler’in tarihi], s. 145, hazırlayanlar Metin Sözen, Nejdet Sakaoğlu, Karaman Valiliği-Karaman elediyesi yayınları, 2005 İstanbul.
[5] İbn Bibi (El Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Caferi er-Rugadi) hazırlayan Prf. Dr. Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı, 1996 Ankara.
[6] Abdullah Bakır, Yazıcızde Ali’nin Selçuk-name İsimli Eserinin Edisyon Kritiği, yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2008.
[7] A.g. e.
[8] Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu, Gibons’un tercüme edilmiş nüshası s. 29. Aktr Wittek.
[9] Bazı kaynaklar Mesud Bey’i Menteşa Bey’in oğlu ve halefi, Orhan Bey’i Mesud’un oğlu olarak, bazıları da doğrudan doğruya Orhan Bey’i Menteşa’nın oğlu olarak işaret ederler.
[10] Kitabussülûk ….. 766 hicret senesi vukuat-ı arasında. Aktr, Wittek.
[11] Uzunçarşılıoğlu, Menteşe Beyliği bölümü.
[12] 1366 dan önce.
[13] Uzunçarşılıoğlu, Menteşe Beyliği bölümü.
[14] Uzunçarşılıoğlu. Menteşe Beyliği bölümü.
[15] İ. Hakkı Uzunçarşlıoğlu, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Beylikleri, TTK Yayınları, 1937 Ankara, Menteşe Beyliği bölümü.
[16] Bu Süleyman Şah, Osmanlıların ve çağımızdaki Türklerin Osmanlıların atası olarak göstermeye çalıştıkları Süleyman Şah’tır. Tabi Süleyman Şah’ın bu iddialarla hiçbir ilişkisi yok. Osmanlı kurucusu Osman Bey’in babası Ertuğrul Bey biliniyor, gerisi tümüyle karanlık. Ertuğrul’un bile babasının kim olduğu bilinmiyor.
[17] İbn Bibi (El-Hüseyin B. Muhammed B. Ali El-Ca’ferî er-Rugadî), El Evamir’ül-Ala’iyye Fi’l-Umuri’l-Ala’iyye (Selçuk-name), Farsçadan Türkçeye çeviren Prof. Dr. Mürsel Öztürk, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Yayınları, Birinci baskı, 1996, Ankara, c. 2 s. 96.
[18] Bakınız, Abdullah Bakır, Yazıcızade Ali’nin Selçuk-name İsimli Eserinin Edisyon Kritiği, yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2008.
[19] Belli ki İbn Bibi’den başka kaynaklardan alınan bilgilerle bu isimler artmıştır.
[20] (Yazıcızade, s. 176-177)Başka yerlerde tahta geçişi 1086 değil, 1092 gösterilir.
[21]Murad Ali Ciwan, ‘’Amasya Bağımsız Kürd Emirliği’’, https://muradciwan.com/2018/02/18/amasya-bagimsiz-kurd-emirligi/
[22] İbn Bibi (El Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Caferi er-Rugadi) hazırlayan Prf. Dr. Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı, 1996 Ankara. c. 2, s. 25.
Candar saray muhafaza kumandanı olup maiyetinde bu hizmette bulunmak üzere epeyi candar vardı. Candarlar süvari olup, bellerinde altın işlemeli hamayıl ile asılı kılıç taşırlardı. Alâeddin Keykubad, hükümdar ilan edilip Konya’ya geldiği zaman maiyetinde 120 muhafız candar vardı. Bunlar diğer mevcut candarların içinden seçilmiş cesur ve at oynatmaya kadir muhafızlardı. Hükümdar muhafızları olan candarların bir kısmı divan muhafaza olarak istihdam edilirlerdi. Candarlar harp zamanında ve konak yerlerinde “mufarede” denilen seçkin hassa kuvvetleriyle beraber hükümdarın etrafından muhafaza hizmetinde bulunurlardı. (aynı yerde).
[23] John S. Guest, Yezidilerin Tarihi, Çeviren İbrahim Bingöl, Avesta Yayınları, İstanbul 2001, s.53.
[24] Ahmet Demir, İslam’ın Anadolu’ya gelişi (Doğu ve Güneydoğu illeri), Kent Yayınları, İstanbul, 2004. S. 173
[25] Roger Lescot, Yezidiler, din tarih ve toplumsal hayat, Cebel Sıncar ve Suriye Yezidileri. Çeviren Ayşe Meral, Avesta Yayınları, İstanbul 2001, s. 95-96.
Ayrıca, Metin Bozan, Şeyh ‘Adi Bin Müsafîr, Hayatı, Menkıbevi kişiliği ve Yezidi inancındaki yeri, Nubihar, İstanbul 2012, s. 65-69.
[26] Uzunçarşılıoğlu, Kütahya Şehri, s. 9-10
[27] Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi YKY, c. … s. 519 ve 567.
Hezardinari Kütahya’da başka eserler de bırakmıştır. (Uzunçarşılıoğlu, Kütahya Şehri 23). Halk arasındaki söylencelerde onun türbesi sonradan Saadeddin Camii adı verilen mescidin mahallinde gömülüdür. Belirtilen yerde bir türbe varsa da kitabesi olmadığından kesin bir şey söylenememektedir. (Uzunçarşılıoğlu, Kütahya Şehri s. 24)
[28] Hatta bir ihtimalle ondan önceki bir bey tarafından da olabilir ama ipucu yok.
[29] Mukrimin Halil Yinanç, Desturnamei Enveri, İstanbul Evkaf Matbaası, 1929, s. 19.
[30] Türkmen, Arapça Farsça karışımı bir sözcük olup, Müslüman Arap ve İranlıların Oğuzlara verdikleri bir addı. Muhtemelen hem kendi Şaman dinlerini bırakıp müslümanlaştıkları, hem de topraklarını terk ederek batıya doğru yayıldıkları, hep göçebe, gezgin ve savaşçı bir yaşama sürdürdükleri için ‘Türkmen’ diye adlandırıldılar. Yani dinden dönenler, dinlerini ve yerlerini terk edenler.
[31] Asında göçebe anlamındaki !Türkmen tanımı daha sonra Osmanlı literatürüne de geçmiştir. Örneğin zaman zaman yazılı kaynaklarda göçebe Kürt aşiretlerine ‘’Ekrad-ı Türkmen/ Türkmen Ekradı’’(Türkmen Kürtleri) dendiği görülmektedir.
[32] Paul Wittek’e göre bu kayıtlar 1204’ten önce ve 1261’den sonraya ait olamaz, yani 13i yüzyılın ilk yarısına ait bir dönemde Ebü’l Fida’dan yaklaşık bir yüzyıl önce yazılmışlardır. Çünkü o bölgedeki Adalia ve Denizli yöreleri 1204 yılından sonra Müslüman egemenliği altındaki topraklara katıldı. 1261 yılından sonraya da olamaz, çünkü güney batı Anadolu’daki bu toprakların tümü 1261 yılından önce fethedilmiştir. (Menteşa Beyliği s. 1)
[33] Wittek’e göre bunlar sınırın Bizans tarafına yerleştirilen ve bir çeşit Müslüman gazi savaşçılarına denk düşen, Roma topraklarını Müslüman akınlarına karşı koruyan, zaman zaman da Müslüman nüfus içine akınlar düzenleyen Hristiyan savaşçılar olan Akarit’lerdi. (Menteşa Beyliği, s. 9)
[34] Wittek’e göre, bu nehir bugün Dalamançay denen nehirden başkası olamaz.
[35] Ebü’l Fida coğrafyasından İbn Said’in kayıtları, aktaran Paul Wittek, Menteşa Beyliği, sayfa 2
[36] Pachymérés, I 222 ve devamı B’de. Aktaran Wittek, Menteşa Beyliği 16.
[37] Georges Pachymére, I S. 215 B Wittek s. 24
[38] G. Troickij, Imperatoris Michaelis Paleologi de vita sua opusculum etc. Petersburg 185 s. 7
[39] Pachyméres, I S. 472 ve devmı, Ayrıca başka bir tarihçi olan Nickephorus Gregoras I s. 142 B. Aktran Paul Wittek, Menteşa Beyliği, Öeviren O. Ş. Gökyay, TTK Yayınları 3. Baskı 1999, s. 26-27
[40] Pachyméres, II s. 210 ve devamı, aktaran Wittek.
[41] Nickephorus Gregoras, I S. 214 B, aktaran Wittek s. 38
[42] Paulus Aeginete, Yazmalar, Marciana 292, aktran Wittek s. 39. Düsturnameyi Enveri’ye göre Menteşa Beyi Sasa Tire ve Ephesus’tan başka Birgi’yi de fethetti.
[43] Nickephorus Gregoras, I s. 214 B, aktaran Wittek s. 17.
[44] Pachyméres, II, s. 343 ve devamı B. Aktaran Wittek s. 45.
[45] Rum Selçuklularında karada serhad (sınır boyu) beyliği yapanlara ‘’uc beyi’’ denize sınır boylarında emirlik yapanlara ‘’emir sevahil, mülukü’l sevahil’’ (sahil beyi) denirdi.
[46] Şikarî,
[47] İbn Bibi (El Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Caferi er-Rugadi) hazırlayan Prf. Dr. Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı, 1996 Ankara.
[48] Muhtemelen Birinci Alaeddin ya da oğlu Giyaseddin Keyhüsrev.
[49] Paul Wittek, Menteşa Beyliği s. 24-55, 132-153, 177.
[50] Murad Ali Ciwan, ‘’Amasya Bağımsız Kürt Emirliği’’,
Bu çalışma, Türklerin ‘Menteşe Beyliği’, ’Menteşeoğulları’, ya da ‘Menteşe Emirliği’ diye adlandırdığı beyliğin kurucu ve yönetici hanedanının etnik kökenine bugüne kadar yapılagelenden farklı bir yönden bakmayı amaçlıyor.
Yalnız, başından belirtmek gerekiyor; beyliğin ve onun yönetici hanedanının adı, bütün İslam, Selçuklu ve Osmanlı kaynaklarında Menteşa, Menteşaoğulları, Veled-i Menteşa, Ferzend-i Menteşa ya da İbn Menteşa olarak geçer. Ayrıca Bizans, Ceneviz, Venedik ve diğer Avrupa kaynaklarında da bunu esas alan Grek ve latinize edilmiş formasyonları kullanılır; Mandachias, Mandasias, Mantaxias gibi. ‘Menteşe’ adı, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra uydurulmuştur. Bu nedenle çalışmamızda bundan sonra yeri geldikçe bu ad hep Menteşa olarak geçecek.[1]
MENTEŞAOĞULLARI
Daha önce Rum Selçuklu devletinin[2] bir sahil (Adalar Denizi’nde/Ege’de) [uc] beyliği olan idari-coğrafi birim, bu devletin dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan etti ve Menteşaoğulları Beyliği, İmareti Veled-i Menteşa ya da İmareti İbn Menteşa olarak tanındı, tarih kayıtlarına öyle geçti.
Müneccimbaşı Ahmed Efendi’ye göre Menteşaoğullarının egemen oldukları topraklar, pek çok şehri ve onlara bağlı nahiyeleri içeriyordu. Hükümet merkezleri Muğla’ydı. Balat, Bozöyük, Milas, Beçin (Peçin), Marin (Mazın), Çine, Tavas (Avas da denirdi), Burnaz (Pirnaz, Pirtaz), Mekri (Fethiye) ve Köyceğiz kasabaları bu toprakların içine dâhildi.
Menteşa Beyliği üzerine ayrıntılı bir araştırması bulunan Avusturyalı tarihçi Paul Wittek, Osmanlı dönemi Menteşa vilayetinin coğrafyasını ve Evliya Çelebi’nin Menteşa ili açıklamalarını ele aldıktan sonra bağımsız beyliğe ait Menteşa topraklarını şöyle belirler: Menteşa’nın doğal sınırı, kuzeyde Menderes nehri kabul edilebilir. Her hâlükârda bu nehrin güney kıyılarından başlayan ovalar ve sahil kesimleri, Menteşa Beyliği’ne aitti. Müneccimbaşı’ya dayanarak o da yukarıdaki şehirleri sayıyor ve bunlara Söke’nin bir bölüm topraklarını, Kaş’ı, Bozdoğan’ı ve Karacasu’yu ilave ediyor.[3] Bugünkü Bodrum, Marmaris ve Fethiye, Muğla’ya bağlı kasabalar olarak Menteşa Beyliği toprakları içindeydi.
Mesaliki’l Ebsar, Menteşa ilini Foke adıyla anıyor, sahibi Orhan bin Menteşa’nın, elli kadar şehre, iki yüz kadar kaleye ve yüz binden fazla askere sahip, Anadolu’da Germiyanoğullarından sonra gelen en ileri emirlik olduğunu yazıyor. Bu devletin varlığı 13. yüzyılın ikinci yarısında başlamış, bir iki ara dışında, 15. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar varmıştır. Aşağı yukarı 150 yıllık bir dönem bu.
Menteşaoğulları hanedanının ilk zamanları hakkında bilgiler azdır. Söz konusu yörelere ne zaman geldikleri bilinmemektedir. Şikarî, Karamanname[4] adlı eserinde, Menteşa’nın bu bölgelere gelmeden önce babası Hacı Bahaddin’i Kürdi ile birlikte Sivas’ı yönettiğini belirtir. Karamanoğulları Sivas’ı kendilerinden alınca, Hacı Bahaddin ile oğlu Menteşa Bey Karamanlılara tabi oldular ve adı geçen kıyı bölgelerine geldiler.
İbn Bibi, Selçuklu sultanlarının Emir Bahaeddin Muhammed’i Mülukü’l sevahil (sahil beyi) olarak bu bölgelere verdiğini yazar[5]. Yazıcızade Ali de Oğuzname /Selçuk-name’sinde,[6] Menteşa, Germiyan, Aydınoğlu, Saruhanoğulları, Hamitoğulları ve Eşrefoğulları beylerini, sultanların eyalet ve beylik verdikleri, onlara bağlı olarak yöneticilik yapan hanedan soyluları olarak gösterir. Bu çalışmanın ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi onların kökenleri Sivas’tan da öncesine, Maraş, Elbistan ve Şam-Halep içlerine, oralardan da Kürdistan’ın Zozan, Musul, Şarezor ve Germiyan bölgesine, daha da öteye, Loristan; Kirmanşah’a kadar götürülebilir, ama bu konudaki ip uçarı oldukça zayıftır, çok daha detaylı inceleme ve araştırmalar gerekiyor.
Uc ve sevahil beyliklerinin bağımsızlıklarını ilan etmelerinin, Rum Selçuklu Devleti’nin 14. yüzyılın başında tam olarak dağılmasıyla paralel ortaya çıktığı düşünülürse, Menteşa devletinin bağımsızlığı, Menteşa’nın melikü’l sevahilliği zamanında, on üçüncü asır sonları ya da on dördüncü asır başlarında ilan edildi. İbn Bibi’ye göre bu tarihlerden itibaren buralara Menteşa ili denmiştir.[7]
Bizans İmparatoru Michael Paleolog zamanında, Salpakis (Sahil begi)Mantaxias(Mantchias, Menteşa)’ın, 1280’de Tralle (Aydın) şehrini ve Nysa(Sultanhisar’ı)’yı aldığı biliniyor. Bu, bize, Menteşa öncüllerinin daha Selçuklular dağılmadan önce buralarda yaşadıklarını, yöneticilik yaptıklarını gösterir.
1300 yılında Menteşa hükümdarı, Romalılardan Rodos adasını aldı, adada deniz ticareti, korsanlık faaliyetleri yürütüldü, fakat on sene sonra Sen-Jan şövalyeleri Rodos’u Menteşalılar’dan geri aldılar. Menteşa beyi ile Aydınoğlu Mehmed Bey’in kardeşi Osman Bey, adayı tekrar ele geçirmek için çok uğraştılar, fakat başaramadılar. Özellikle Menteşaoğulları, adayı almak için sürekli uğraştılar ve bir ara şövalyeleri yenip adaya çıktılar ise de, hemen yardım gelmesi üzerine çekilmek zorunda kaldılar.[8]
Menteşa Bey’in ne zaman öldüğü bilinmemektedir. O ölünce yerine oğlu Mesut Bey (kimi kaynaklarda Mesud Bey’in adı yok, Orhan Bey oğlu olarak geçer MC), onun yerine de oğlu Orhan Bey[9] geçmiştir. Orhan Bey 1312 ile 1319 yılları arasında hayatta idi. Tanınmış gezgin İbn Battuta, Orhan Bey’le hükûmet merkezi olan Peçin’de, oğlu İbrahim Bey’le de Muğla’da görüşmüştür.
Orhan Bey de Rodos adasını geri almak için uğraşmış ama başaramamıştır. Makrizi, 1364 senesinde Kıbrıs kralına karşı yapılacak savaşta Memlûk sultanına yardım etmek için Orhan Bey’in iki yüz kadırga hazırladığını yazıyorsa[10] da bunun Orhan Bey değil, torunu Gazi Ahmed Bey olması gerekir.[11]
Dönemiyle ilgili pek bir şey bilinmeyen Orhan’ın oğlu İbrahim Bey, 1354 ten önce ölmüştür. Bundan sonra oğulları Musa, Ahmed ve Mehmed Beylerin arasında anlaşmazlık çıktığı ve Menteşa Beyliği’nin parçalandığı, anlaşılmaktadır.
Milâs’ta basılmış bir sikkesi ve Mısır ile haberleşmesi nedeniyle hanedan büyüğü olarak Menteşa hükümdarı olduğu anlaşılan Musa’nın hangi tarihte öldüğü belli değildir[12].
Ondan sonra İbrahim Bey’in ikinci oğlu Ahmed Bey, Menteşaoğullarının başı olmuştur; Mehmed Bey buna karşı koyarak kendisine Balat’ı (Palatia), Ahmed Bey de asıl hükümet merkezi olan Peçin’i merkez yapmıştır.
1364 tarihli bir sikkesi olan Mehmed Bey, 1390 senesinde Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid’le girdiği bir savaşta mağlûp olarak önce Mısır’a, oradan da Sinop’a; Candaroğlu İsfendiyar Bey’in yanına kaçmış, memleketi Osmanlıların eline geçmiştir. Mehmed Bey, daha sonra Moğol İlhanlı hükümdarı Timurlenk’n Osmanlılar üzerine yaptığı seferde, ona iltica etmiş, Timur ile Birinci Bayezid arasındaki Ankara Savaşı’nda Osmanlılar yenilince, Timur, kardeşi Ahmed Bey’in memleketi de dâhil olmak üzere Menteşa Beyliği’ni kendisine vermiştir. Bu savaştan sonra, diğer beylikler gibi Menteşa Beyliği de tekrar bağımsızlığa kavuşmuştur.
Muhtemelen 1402 sonlarında ölen Mehmed Bey’den sonra oğlu İlyas Bey’i Menteşa hükümdarı olarak görüyoruz. 1425 senesine kadar hükmeden İlyas Bey’in ilk yılları bağımsız geçmiş, 1410’dan sonra yeniden Osmanlıların vasallığına geçilmiştir.
İlyas Bey’in hükûmetinin ilk yılına(1402 ) ait bir gümüş sikkesi, 1415 tarihinde de Osmanlı hükümdarı Çelebi Mehmed namına bastırılmış diğer bir parası var. İlyas Bey’in Frenklerle ticari anlaşma yaptığına dair önemli belgeler var. Ölümü 1421’dir. İlyas Bey’den sonra oğlu Leys Menteşa emiri oldu. Bir sikkesinin de bulunduğunu, meskûkât katalogları yazarlar. [13]
İlyas Bey’in Osmanlılar tarafından rehin olarak alıkonan Uveys ve Ahmed isimlerinde iki oğlu, babalarının ölümünü duyunca hapiste oldukları Tokat Kalesi’nden kaçmışlarsa da Uveys yakalanarak öldürülmüş, Ahmed Bey ise Akkoyunlu hükümdarına iltica etmiştir.
Menteşaoğullarından, Milas, Peçin, Muğla taraflarına sahip olan Ahmed Bey’e gelince; babası İbrahim Bey’in ölümü ardından, Musa’dan sonra Menteşa beyliğine geçmiş, fakat kardeşi Balat Emiri Mehmed Bey karşı çıkınca Menteşa hükûmeti ikiye ayrılmıştır. Evliya Çelebi’nin yazdığına bakılırsa Ahmed Gazi, 1345’te Romalılardan Milas’ın doğusundaki Eski Hisar’ı almıştır. Bu bilgi doğruysa Ahmed Gazi’nin daha bu tarihten önce ve babasının sağlığında faaliyette bulunduğu anlaşılır.[14]
Ahmed Gazi, mükemmel bir donanmaya sahipti. Bu sayede 1391 Temmuz’unda ölümüne kadar başarılı bir dönem geçirmiştir. Kitabelerdeki ’’Emirü’l kebir mürabit Sultan-üs’sevahil’’ tabiri kendisinin sürekli mücadele ve başarılarının göstergesi olabilir.
Ahmed Bey’in ölümünden sonra Milâs ve Peçin’i Osmanlılar aldı. Ankara Savaşı’ndan sonra Timur tarafından burası da Menteşa hükümdarı Mehmed Bey’e verildi. Gazi Ahmed Bey’in Milâs ve Peçin’de çeşitli eserleri vardır.
Menteşaoğulları, mükemmel donanmaları sayesinde etrafa akınlar yapmışlar ve Rodos adasını bile bir ara ele geçirmişlerdi. Bunlar, donanmalarıyla Mısır ve Aydınoğulları hükûmetlerine de yardım etmişler. Memlûk hükûmetinin Kıbrıs üzerine yapacağı deniz harekâtına Menteşaoğlu’nun iki yüz gemi ile katılması, deniz güçleri hakkında bir fikir verebilir. Menteşaoğulları, ticaret gemileri aracılığıyla Frenk ülkeleri, Mısır ve civar adalarıyla da alışverişte bulunmuşlar. Venedik ile ticaret anlaşmaları yaptıklarına ilişkin belgeler var. On dördüncü asırda, Balat’ın (Palatia), Avrupa’ya ihraç edilen Anadolu eşyasının batıda birinci derece pazarlarından olduğunu batılı kaynaklar yazar.
Venedikliler son zamanlara kadar bu devletle ticari ilişkilerini sürdürdüler. Ticaret anlaşmalarının en önemlileri 1403 ve 1414 tarihli iki anlaşmadır. Anlaşmalar, İlyas Bey’le Venedikliler arasında yapılmıştır.
Menteşaoğulları, Balat ve Milas limanları sayesinde önemli gelirler elde etmişlerdir. Bunlardan Balat, XIV. asırda Anadolu’da birinci derecede pazar merkeziydi; sonra önemini yitirdi ve iş Hristiyan gemicilere terkedildi.
Menteşa hükümetinin Milas, Muğla, Peçin ve Balat’ta zamanına göre fakülte derecesinde yüksek medreseleri vardı.
Balat hükümdarı Mehmed Bey, Barçınlı (Peçini Mehmed oğlu Muhmud’a Bâznâme adında avcılıkla ilgili Farsça bir eseri Türkçeye çevirttiği gibi’ oğlu İlyas Bey namına da İlyasiye isminde biyolojiyle ilgili Türkçe bir eser daha vardır. Bunlardan Bâznâme’nin Milâno’daki Ambrozyana Kütüphanesi’nde bulunan yegâne nüshasını Hammer, 1840 yılında Almanca çevirisi ile birlikte yayınlamıştır.[15]
BATI VE ORTA ANADOLU’NUN MÜSLÜMANLAŞTIRILMASINDA KÜRTLERİN YERİ
Resmi ideolojiye bağlı Türk tarihçileri, günümüzde Anadolu ya da Türkiye olarak adlandırılan toprakların müslümanlaşma sürecini tamamıyla Türk /Türkmen toplulukların fetihlerine dayandırdıkları, başka etnik toplulukları inkâr ettikleri için Menteşaoğullarını da hiçbir ciddi kaynak ya da belge göstermeden Türk/Türkmen sayarlar. Oysa tarihte, Menteşaoğullarının ortaya çıktığı dönemden beri gelen yazılı İslam, Roma ve Avrupa kaynaklarında, onların Türk/Türkmen kökenli değil, Pers/ İrani topluluklardan sayıldıkları, çağdaşları arasında Kürt olarak bilinip tanındıkları gözlemlenir, hatta adlarının etimolojik anlamları bakımından da Kürtlüklerini gösteren önemli yazılı belge ve anlatımlar var.
Belirtilen açılardan Menteşaoğullarının etnik kimliklerine sağlıklı bir yaklaşım için önce ortası ve batısıyla bugünkü Anadolu’nun islamlaşmasında Kürtlerin oynadığı rolü belirtmekte yarar var.
İslam, Kürtlerin güney komşusu Araplar arasında doğdu. Arap olmayan bütün diğer kavimlerden önce kuzeydeki komşuları Kürtler İslamiyet’i kabul ettiler.
İslam doğduğunda Kürtlerin ülkesi Sasani ve Roma devletleri arasında ikiye bölünmüştü. Arap islamlaşma süreci, kuzeyinde ve kuzeybatısında Kürtlerle karşılaştı, bazen zorla, bazen de isteyerek onları islamlaştırdı. En erken islamlaşan Kürtler, kuzey ve batı yönünde İslam’ın ön cephesinde buldular kendilerini. Serhatlarda, uc boylarında islamlaşmamış dünyayla (darü’l harp) karşılaşmada mızrak ucu gibi en önde oldular. Azerbaycan, Ermenistan ve Kafkas bölgelerine yayıldılar, kuzeydoğuda Gilan ve Horasan’a uzandılar. Bu nedenle daha sonraki yüzyıllarda doğudan gelen Oğuz, Harezm ve Moğol istilalarında daha ilk başlarda basınç altında kalıp kuzeyde Gürcistan’a, Ermenistan’a, Kafkasya’ya, batıda Roma egemenliği altındaki topraklara göç ettiler. Bu arada bir kısım Kürt beyleri, komutanları İslam adına başarı ve zaferlerinden dolayı önemli mevzi, makam ve statüler elde ettiler. Şeddadi, Revadi (Rewadî), Mervani (Merwanî) ve Eyyubi gibi önemli Kürt devletleri bunun sonucuydu. Devletleşme, onların İslam dünyasındaki rollerini yükseltti, egemenlik alanlarını genişletti.
Sonradan Oğuz-Türkmenleri, İslam dünyasını istila edip yayılınca Kürtlere de çarpıp ciddi zararlar verdiler, ama son tahlilde ancak İslam dünyasının Roma diyarıyla sınırdaş en batısında tutunabildikleri için, başından beri en kuzey ve en batıdaki Kürtlerle yan yana geldiler, iç içe geçtiler. Bu durumda, Kürtlerle Türkler bazen birbirleriyle rekabet ve çatışmalara girdiler, bazen de birlikte cihada katıldılar, yeni yeni topraklar fethettiler, İslam’ı yaydılar. Tarihçiler, İslam’ı Türklere Araplardan ziyade İranî kavimlerin öğrettiklerinde hemfikirdirler. Hem yerli, yerleşik, daha kıdemli olduklarından hem de en uc ve serhat boylarında daha uzun süre iç içe yaşadıklarından Türkmenler İslam’ı en çok Kürtlerden öğrendi. Türk dini ve tasavvufi geleneklerinde, ortodoks ve heterodoks dini geleneklerin biçimlenmesinde Kürtlerin etkisi büyük oldu.
Tabi Oğuz Türkmenlerinden sonra Harezmîler, ardından Moğol istilaları geldi ve bunlar da en sonunda ancak batıda; Roma topraklarıyla serhat boylarında tutunabildiler. Araplardan sonra islamlaşan toplulukların arasında sadece İranlılar, Kürtler ve Türkler yoktu. Harezmîler de Müslümandı. Batıyı istila ve işgal eden Moğol İlhanlıları da sathi de olsa büyük oranda islamlaştılar. Ayrıca Rum, Ermeni, Asuri-Süryani ve Keldanilerden müslümanlaşan büyük topluluklar da Anadolu’nun müslümanlaşma sürecinde yer aldılar.
En batıda cihad, istila ve fetihlerde büyük başarı gösteren topluluklardan biri de Rum Selçukluları oldu.
Rum Selçuklularının ilk ataları Kutalmış ve etrafındaki yakın insanları, Büyük/İran Selçuklu devletinin kurucusu Tuğrul Bey’in amca çocukları, üvey kardeşleri idiler. Bunlar İran Selçuklu devletinin iktidar merkezinde yer alıp yükselemediler. Bazen, iktidar odakları, onları merkezden uzaklaştıran serhad boylarında, periferilerde tuttu. Bazen de kendileri merkezde yer bulamadıkları için isteyerek İslam dünyasının en batısında darü’l harple teması sağlayan serhad boylarına yerleştiler ve buradan Roma topraklarının içine cihad ve fetihler yaptılar.
Kutalmış’ın öldürülmesinden sonra, oğlu Süleyman Şah ve ardından Birinci Kılıçarslan, önce Suriye’ye geldiler, orda tam tutunamayınca ya da daha önce yerleşmiş olan İslam emirliklerinden dolayı boşluk bulamayınca, henüz Hristiyan olan Antakya’ya, Maraş’a, Malatya’ya, Sivas’a, Konya’ya, Kayseri’ye yöneldiler. Buraları ele geçirdiler. Daha Süleyman Şah zamanında ta Bursa ve İznik’e kadar kale ve şehirler fethettiler, İstanbul Boğazı’na dayandılar. Ancak Roma İmparatoru, Papalığı harekete geçirdi ve Birinci Haçlı seferinin başlamasına aracı oldu.
Birinci Haçlı seferi, çok erken Süleyman Şah komutasındaki İslam fetihçilerini geri püskürttü. Müslümanlar, Konya’ya, Sivas’a, Malatya’ya kadar geri çekildiler. Antakya ve pek çok Ak Deniz kaleleri İslam emirlerinin elinden geri alındı. Maraş ve Elbistan yöreleri pek çok kez el değiştirdi. Bu olaylar 11. yüzyılın sonu ile 12. yüzyılın başlarında oldu.
Süleyman Şah, kendisiyle beraber olan emirlerle birlikte Suriye’ye yöneldi, Halep ve Şam topraklarını Tutuş ve emirleri olan başka İran Selçuklu bey ve komutanlarından almak istedi. Aralarında savaşlar oldu. Süleyman Şah bu savaşlarda öldürüldü ve Halep yakınlarındaki Caber Kalesi’ne defn edildi.[16]
Rum Selçuklularının kurucusu Süleyman Şah bin Kutalmış’tır. Önce İznik, ardından Konya bu devletin yönetim merkezi oldu. Birinci Haçlı seferlerinin yarattığı geri çekilmeden sonra yeniden toparlanmalar oldu. Süleyman Şah öldürülünce yerine henüz buluğ çağına ermemiş oğlu Birinci Kılıçarslan tahta geçirildi. Rum Selçukluları toparlandılar, ama yeniden yayılma ve genişleme dönemine geçebilmek bir yüz yılı aldı.
İkinci yayılma, dört bir yana oldu. Batıda bugünkü Muğla, Aydın, Karahisar, Manisa, Isparta, Ankara’yı, kuzeyde Kütahya, Denizli, Kastamonu, Tokat ve Amasya’yı içine aldı. Sinop ve Samsun’a kadar uzandı, Erzincan’a dayandı. Kayseri, Sivas, Malatya, Maraş ve Elbistan doğuda bu devletin topraklarına katıldı. Kuzeydoğuda Ahlat’a, doğuda Amid’e, Meyafarkin’e kadar uzandı.
Rum Selçukluları Eyyubilerle bazen çatıştılar, yenildikleri de yendikleri de oldu. Bazen de Harezmîlere ve Moğollara karşı bu iki devlet birleştiler.
Daha batıda yayılmaya elverişli alanlardaki Rum Selçuklularının ömrü, Moğol basıncını daha geç hissettikleri için doğu ve güneydoğudaki Eyyubilerden daha uzun oldu. Eyyubiler, Harezmîlerle girilen çarpışmalarda gerçi galip çıktılar ama yıprandılar. Taht kavgaları, Selahattin Eyyubi’nin birinci ve ikince derece mirasçıları arasındaki rekabetler ve ardından gelen büyük Moğol istilalarının yarattığı basınç nedeniyle erken çöktü. Mumluklular bu devletin başına geçtiler. Memluk devletinin de Rum Selçuklularıyla daha çok kavgaları oldu.
Rum Selçukluları kendileriyle beraber olan, tabiiyetlerini kabullenen beylerin de zaferleriyle genişleyip yayıldıkça bu beylerini boyuna Ak Deniz ve Ege sahillerinden (Adalar Denizi) ta Sinop, Canik (Samsun), Giresun ve Trabzon yakınlarına kadar uzanan Kara Deniz sahillerinde uc beyleri (serhad beyleri) olarak yerleştirdiler. Bunlar Karamanlılar, Germiyanoğulları, Menteşaoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Eşrefoğulları, Hamidoğulları, Candaroğulları, Osmanoğulları, Pervaneoğulları, İnançoğulları vs. idiler. Bu beyler ele geçirdiklerinden ya da sonradan farklı sıkıntılar döneminde sultanlara karşı gösterdikleri yararlılıklar çerçevesinde buraların yöneticiliğini onun fermanıyla alıyor, mülk ediniyor ve yönetiyorlardı. Daha sonra Harezmîler, Moğollar geldi, onlar da bir takım beylikler kurdular ya da var olan beyliklere serpilip görevler üstlendiler.
Türklükleri açık olmayan, büyük ihtimalle müslümanlaşan Ermeni kökenden gelen ve aslen güney doğu İran topraklarından olan Danişmendiler daha Selçuklulardan önce Anadolu’da Danişmendi devletini kurdular. Eretnalılar sonradan gelen Moğol-Türkmen karışımı bir devletti. Onların mirasını Kadı Burhaneddin Ahmed ele geçirdi ve kendi devletini kurdu. Evlilik ilişkileri çerçevesinde Selçukluların son sultanı II. Mesut’la akraba olan Emir Bahaeddin Kürd ve ardından gelen oğulları Kutlu Şah, ondan sonra gelen Hacı Şadgeldi Paşa ve Emir Ahmed de Amasya Kürt Beyliği’ni kurdular, yönettiler. Bu anlamda daha pek çok irili ufaklı emirlik sayılabilir.
Elbette ki bunların tümü Türk değildi. Türk/Türkmen olanlar, sonradan türkleşenler çoğunluktaydı ama yanı sıra Kürtler, Harezmiler, Moğollar, kölemen (memluk) kökenliler, az da olsa Arap ve Farslar vardı. Müslümanlaşan Rum, Ermeni, Asuri-Süryani, Gürcü hanedanlarının kurdukları beylikler, emirlikler vardı. Dinlerini terk etmeyen Rum ve Ermeniler kuşkusuz yaygın bir nüfusu oluşturuyordu. Haçlı seferleri ve batıdan gelen ticari filolarla bağlantılı olarak Anadolu’da güçlenmiş Latin toplulukları da bu yapıya katmak gerekir. Karşı cephede Roma İmparatorluğu’na bağlı vasallar, Pontuslular, Ermeniler ve Gürcüler, bizzat Roma’nın kendi gücü vardı.
Tabi, bunlar bazen ittifak, akrabalık ve ortaklık ilişkileri çerçevesinde, sultanın ve ona bağlı emirlerin ordularının saflarında bulunabiliyorlar, bazen de bizzat sultanlar ya da emirler, ordularıyla İslam olmayan oluşumların saflarında yer alıyorlardı. Bunlar görülen olağan olaylardı.
13. yüzyılın ortalarında Moğol yayılmacılığı ve etkinliği artık Rum Selçuklu devletini de bağımsız nefes alamaz hale getirdi. 1243 Köse Dağı Savaşı’nda Selçukluların Moğol/İlhanlılara yenilmesiyle, dağılma süreci başladı. Önce bağımlı siyaset, ardından vasallık benzeri bağımlılık ilişkileri ve yarım asırdan bile kısa bir süre sonra; 14 yüzyılın başında dağılma süreci geldi.
Bu süreç pekiştikçe de eskiden Rum Selçuklu devletine bağlı iç ve uc beylikleri, emir sevahiller (Ak Deniz, Ege ve Kara Deniz’deki sahil emirleri) bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar.
Bu arada batı ve orta Anadolu’daki beylikler, kendi içlerinde rekabet ve çekişmelerle birbirlerini yıpratırlarken, en batıdaki Osmanlı Beyliği, Trakya ve Balkanlara yayılmanın getirdiği büyük olanaklarla kısa sürede en büyük beylik haline geldi. Ve tek tek diğer beylikleri bazen savaşarak, bazen sıkıştırarak, bazen satın alarak, bazen da ailevi, ticari ya da askeri ilişki ve ittifaklarla adım adım ele geçirdi.
15. yüzyılın başlarında ta Bursa ve İzmir’e kadar giden Moğol Hanı Timurlenk’in Ankara’da Birinci Bayezid’i yenmesi ve Osmanlı devletinde iktidar kavgalarının yarattığı boşluklarla bu beylikler yeniden dirilmeye çalıştılar. Ankara Savaşı’nda beylikler kendi safında yer alınca Timur bütün eski beylik topraklarını Osmanlılardan alarak beylere geri verdi ve bunlar yeniden kuruldular. Fakat ömürleri, kimisinin iki on yılı, kimisinin de yarım asrı geçmedi. Artık tamamıyla dağılıp Osmanlı topraklarına katıldılar.
ANADOLU’NUN İSLAMLAŞMASI SÜRECİNDE RUM SELÇUKLULARININ SAFLARINDAKİ KÜRTLER
Yazılı İslam, Selçuklu ve Bizans kaynakları ta başından beri Kürtlerin batı ve orta Anadolu’nun müslümanlaştırılmasında kayda değer bir rol oynadıklarını göstermektedir. Aslında Kürtler daha Türkler müslümanlaşmadan ve İslam diyarına gelmeden önce Arap İslam komutanlarının yönettikleri batıya doğru genişleme seferlerinde yer almışlardır. Bu nedenle onların kuzey Suriye; Halep, Antakya, Maraş, Malatya ve Sivas yörelerindeki varlıkları Türklerden öncedir.
Ancak bu seferler tek bir kereye özgü değildir. Oğuz Türkmenlerinin yayılma ve istilaları, Moğol istilaları, Harezmîlerin istilaları, İslam devlet ve hükümdarlıklarının kendi aralarındaki çekişmeler sonucu, batıya doğru Kürt genişleme ve yayılmaları birkaç yüz yıl içindeki birkaç dalgaya bölünmüştür. İslam’ın ilk dönemiyle gelenler, Oğuz-Türkmen istilalarından sonra gelenler, Moğollardan kaçarak gelenler. Bir de cihadı yaşam ve kârlılık alanı bularak hep uc boylarına doğru sefer edip gelenleri saymak gerekir. Bu seferler bazen kendi Kürt beylerinin ve komutanlarının önderliğinde olduğu gibi, bazen de küçük topluluklar halinde, daha önce giden komutanlara ve askeri seferlere katılmak için de olmuştur. Bazen de ulufeli askerlik (savaşçılık) denen paralı asker amacıyla da olmuştur. Tabi seferler genellikle orta çağın belirgin özelliği olan ailesiyle, maiyetiyle, taşınır varlıklarıyla yapılagelmiştir.
İbn Bibi’den anladığımıza göre daha Rum Selçuklularının kuruluş döneminde, yani 11. Yüzyılda Selçuklu emir ve sultanlarının yanında önemli bir Kürt gücü var. Örneğin İbn Bibi, daha çok erken bir dönemi, Rum Selçuklu devletinin kurucusu Süleyman Şah’ın, Halep yakınlarında İran Selçuklu devletinin Şam emiri Tutuş Bey’in ordularıyla yaptığı savaşta öldürülmesi olayını anlatırken, onun yanında savaşan ve ölümünden sonra yerine kimin geçeceği konusunda karar verme yetki ve gücüne sahip olan emirler arasında Kürtlere de işaret etmektedir:
İbn Bibi’ye göre, Sultan Rükneddin Süleyman Şah ölünce, daha önce mahruse-i Tokat’tan (Tokat eyaletinden) gelmiş ve saltanat büyüklerinin hizmetine girmiş, padişahın sırlarını paylaştığı büyük makamların sahibi Nuh Alp, Emir Mende ve Tüz Bey gibi devlet beyleri (ümera-yı devlet) ve saltanat büyükleri (ekâbir-i saltanat), henüz çocuk sınırını aşmamış, buluğ çağına ulaşmamış, fakat mutluluk ve büyüklük ışıkları açık alnında parlayan, yöneticilik ve padişahlık özellikleri hal ve hareketlerine hâkim olan Sultan’ın oğlu İzzeddin Kılıçarslan’ı etrafını aydınlatan bir hilal gibi tahta oturttular.[17]
Burada adı geçenlerden en az birinin daha sonra Menteşa adının etimolojisi üzerinde tartışırken ayrıntılarıyla ele alacağımız nedenlerle Kürt emiri olduğu söylenebilir; Emir Mende…
15. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı padişahı Sultan II. Murat döneminde İbn Bibi’nin Selçukname’sini değiştirerek, ekleyip çıkararak, hatta başka vakanüvis ve tarihçilerden bilgileri de ekleyerek Osmanlıcaya çeviren Ali Yazıcızade, Oğuzname de denenen Tarih-i Ali Selçuk’unda[18] Kılıçarslan’ın, babası Süleyman Şah’ın öldürülmesinden sonra tahta çıkarılmasında karar veren daha fazla emirden bahsetmektedir.[19] Burada Emir Mende’den ayrıca bir Kürt emirinin varlığını öğreniyoruz. Yazıcıoğlu çocuk yaştaki şehzadenin tahta geçiriliş olayını şöyle anlatıyor:
Nasıl Rükneddin Süleyman Şah öldü (ö. 1086), ta Tokat’tan Sultan’ın yol boyu hizmetince beraber gelmiş olan, en olmaz sırlara ve müşaverelere vakıf, geleceğin inşasında yetkili olan hükümeti, saltanatının büyükleri ve beyleri Nuh Alp, Aydın Alp, Kendüzi (Gündüz?) Alp, Mende Beg, Tüze Beg, Bedreddin Mahmud Beg, Şahabeddin Lu’lu Beg ve Şemseddin Kürd Beg, henüz çocukluk sınırından erginlik çağına erişmemiş (7 yaşında) … Sultan’ın oğlu İzzeddin Kılıç Arslan’ı (I. Kılıç Arslan 1079-1127) dolunay gibi padişahlık tahtına geçirdiler.[20]
Bu iki açıklamadan çok önemli bazı bilgilere ulaşıyoruz. Süleyman Şah’ın en yakınında bulunan emirlerin arasından en azından ikisi Kürt; Emir Mende (Mende Bey) ve Şemseddin Kürd Bey. Bunlar Süleyman Şah’a o kadar yakınlar ki devletinin en yüksek makamında, divanında onunla beraber bulunuyorlar. Tokat’tan Halep dolayına beraber gelmişler, yol, sefer ve savaş arkadaşları, en güvendiklerinden, sırdaşlarındandırlar. Bu bilgiler, aynı zamanda onların daha önceleri Tokat’a ve daha başka yörelere yönelik sefer ve fetihlerde birlikte olduklarını da gösterir.
Bunlar açıkça yeni kurulan Rum Selçuklu devletinin en üst düzey yöneticileri arasında yer alıyorlar. O kadar yetkilidirler ki Süleyman Şah’ın öldürülmesinden sonra Selçuklu devletinin başına kimin geçeceğine karar vermeye güçleri yetiyor, onların istedikleri Birinci Kılıçarslan henüz çocuk yaşta olsa bile tahta geçiyor. Bu, aynı zamanda bundan sonra bu emirlerin birlikte Selçuklu devletini belli bir süre çocuk sultan adına yönettikleri anlamına da geliyor.
Süleyman Şah 1086 yılında öldürüldü. Yani daha 11. yüzyılın sonundan beri Kürtler Anadolu’nun müslümanlaştırılmasında belirleyici bir öge olan Selçuklu devletinin yöneticileri arasında yer alıyorlardı. Tabi burada adları söz konusu olanların Kürtlükleri, doğrudan doğruya Kürt olarak anıldıkları ya da adlarının etimolojisinde Kürt toplumuna aidiyetleri ortaya konduğu için biliniyor. Doğrudan doğruya kavimlerine ya da etnik kökenlerine vurgu yapılmayan normal Müslüman adlarıyla anılan pek çok Kürt emir, bey, savaşçı ve yöneticinin de bu saflarda olduğu kuşku götürmez. En azından devletin ve toplumun hiyerarşisinin her düzeyinde güçlü bir Kürt varlığı bulunmasa adı geçen yöneticiler, o yerlere gelemezler ve o kadar güçlü olamazlardı.
İlginçtir, daha 11. yüzyılın ikinci yarısında devletin kurucusu Sultan Süleyman Şah’ın çok yakınında, önemli görevlerde Kürt emirlerini gördüğümüz gibi, aynı devletin 14. yüzyılın sonu ve 15. yüzyılın başında tam çöküşü sırasında da Selçuklu hanedanının çok yakınında, hatta yakın akrabalık ilişkisi içinde Kürt beylerinin varlığına da rastlıyoruz. Sultan II. Mesut bilindiği gibi en son sultandır. Ondan sonra devlet tamamıyla dağılmıştır. Amasya Emiri Bahaeddin Kürd, Sultan II. Mesut’un oğlu Şehzade Altunbaş’ın kızıyla evliydi. Kaç kez, Mesut’un şehzadeleri Moğolların saldırılarına maruz kaldı, her seferinde Emir Bahaeddin Kürd onları korudu.
Emir Bahaeddin Kürd’ün yerine geçen oğlu Hacı Kutlu Şah, emirliği döneminde Konya’yı Karamanlılardan alırken onlara karşı yeniden Selçuklu hanedanını iktidara getirmek için dedesi Altunbaş’ı Amasya’da sultan ilan ettirip tahta geçirdi. Bu çaba başarıya ulaşmadı ama Amasya Kürt emirleri mücadelelerden güçlü olarak çıktılar ve daha sonra bağımsızlıklarını ilan ettiler.[21] Bu, bize, kuruluşundan çöküşüne değin Kürt emirlerinin Selçuklu devletinin iktidar merkezinde önemli konumlara sahip olduklarını gösterir.
Bazı dönemlere ilişkin anlatılan olaylarda, Selçuklu sarayında Sultan’ın etrafındaki özel korumalar anlamına gelen candar rütbeli Kürt emirlerinin adları da veriliyor. İbn Bibi’nin anlattığı bir olaydan bu Kürt emirlerinden birinin adını biliyoruz. Sultan II. Giyaseddin Keyhüsrev zamanında (ki sultan çok gençti ve ülke atabeyler ve emirler tarafından yönetiliyordu), emiri şikâr iken sarayda sultanın çok yakınına kadar girmeyi ve onu yakından etkilemeyi, yönlendirmeyi başaran büyük fesat Emir Saadeddin Köpek bin Muhammed, pek çok emir, vezir ve komutanı hileyle öldürttü. Bunlardan biri de Çeşnigir Atabeg (ergenlik çağına ulaşmamış sultanın lalası, onun adına ülkeyi yöneten) Emir Şahabeddin Altunaba’yı öldürtmesidir. Bu cinayet sırasında sarayda bulunan bir Kürt emir candarından yardım almıştır. İbn Bibi şöyle anlatır: Saltanat divanının devlet büyükleri ve memleket ileri gelenleriyle süslendiği bir sırada [Atabeg Emir] Şemseddin Altunaba, divan fermanları üzerine nişan (emsile) koyarken, Sultan’ın huzurundan çıkan Taceddin Pervane ile [Saadeddin] Köpek oraya geldiler. Köpek ileri atıldı. Parmağında Sultan’ın yüzüğü olduğu halde Şemseddin’in aksakalından tutarak onu büyüklerin arasından aşağıya çekti ve muhafız Candar Kürd’e teslim etti. Candar da onu şehrin dışına götürerek şehitlik derecesine çıkardı. Devlet büyüklerinden ve emirlerden hiçbiri onun sebebini soramadı.[22]
Başka ilginç bir örnek de Zengi Atabeyleri’nin Musul valisi Bedreddin Lu’lu’nun Musul ve Şengal’deki Yezidilere karşı bir katliama girişmesinden ve Şeyh Hasan bin Adi’yi (Adi bin Müsafir’in kardeşi çocuklarından olan II. Şeyh Adi) 644/1246 yılında Musul Kalesi’nde idam ettirmesinden (ya da boğdurtmasından) sonra gelişen olaylardır. Terör ve şiddetin devam etmesi nedeniyle, büyük bir Yezidi topluluğu önce Halep’in kuzeyindeki Yezidi Kürtlerin arasına gitti ve Şeyh Hasan’ın oğlu Şerafeddin Muhammed burada şeyh ve emirlik makamına geldi. Bu arada Rum Selçuklularıyla yakın ilişki ve işbirliğine girişti. Önemli sayıda Kürt Yezidi büyüğü, Rum Selçuklu diyarına giderek devletin önemli kademelerinde görev aldılar.
Yaklaşık bir on yıl sonra, genç yaştaki Selçuklu şehzadeleri arasındaki rekabette, IV. Kılıçarslan kardeşi II. İzzeddin Keykavus’a karşı Moğolların desteğiyle savaşa girişti. Kılıçarslan Tokat’tan Selçukluların doğu bölgelerini, II. İzzeddin Keykavus ise Konya’dan geri kalan yerleri yönetiyordu, fakat Kılıçarslan İzzeddin’in yerine geçmek istiyordu.
665/1254’te, Rum Selçuklu Sultanı İzeddin Keykvus, kardeşine karşı kendisine yardım etmeleri için Şerafeddin Muhammed’in yardımına başvurdu. Kardeşi Kılıçaslan’la Moğollara karşı savaşması karşılığında kendisine Harput emirliği, komutanlarından Hakkârili Balbas oğlu Şerafeddin Ahmed’e de Malatya emirliği verildi.
Bu anlaşma çerçevesinde Şerafeddin Muhammed Harput’a geçti, fakat orada Moğollara karşı verilen savaşta öldürüldü. Yezidi Tarihi’nin yazarı John S. Guest, olayları Ebü’l Farac’dan ve batılı kaynaklardan detaylı anlatır. Moğolların Kılıçarslan’ın yardımına gelmesiyle ilk önce İzzeddin Keykavus’un Roma başkenti Konstantin’e kaçtığını fakat şartlar gerektirdiğinden erken Konya’ya döndüğünü belirtir: ‘’Lidersizlikten ve kış koşullarından hareket edemez bir durumda kalan [Moğol] Baycu’nun ordusu iletişim hatlarının kesilmiş olduğunu gördü. Zira İzzeddin’in adamları yukarı Fırat kesiminde yer alan anahtar niteliğindeki Malatya ve Harput kalelerini ele geçirmişlerdi. Malatya Hakkârili bir Kürt aşiret reisinin (Hakkârili Balbas oğlu Şerafeddin Ahmed’in) elindeydi. Harput ise Şerafeddin Muhammed’e emanet edilmişti. Fakat Hulagu’nun generali Alighaq önderliğindeki Moğol kuvveti Erzincan’da Türk direnişini kırdıktan sonra Şerafeddin Ahmed’in ordusunu akarsu ağzından 53 km uzaklıktaki Kemah boğazında karşıladı. Talihsiz Adavi’yi (kasıt Şerafeddin Muhammed’dir) yenip katletti.[23]
Bazı kaynaklara göre, Malatya’ya giden Şerafeddin Ahmed Moğol savunmasınca şehre sokulmadı, şehir kapıları kapatıldı ve savaş başladı. Savaşta 300 askerini kaybeden Hakkârili Balbas oğlu Şerafeddin Ahmed, Diyarbekir dolaylarına giderek oradaki kale ve şehirleri ele geçirmiş olan Moğollara karşı savaşır. Kuvvetlerinin azlığı nedeniyle herhangi bir başarı elde edemez ve öldürülür.[24]
Yezidi Kürtlerin şeyhi ve emiri Şerafeddin Muhammed’in Harput’ta öldürülmesi üzerine, yerine oğlu Zeynuddin Ebu’l Mehasin Yusuf bin Şerefeddin Muhammed bin Hasan bin Adi geçti. Zeynuddin’in sonradan idareyi oğluna bırakarak Mısır; Kahire’ye gittiği ve orada bir zaviye kurduğu belirtilir. Mezarı Kahire’deki Yezidi Zaviyesi’ndedir. Bazı kaynaklara göre, Şerefeddin Muhammed’in yerine geçen oğlu Zeynuddin değil, kardeşi Fahreddin’dir. Fahreddin, Moğol bir kızla evliydi ve onlarla daha yumuşak ilişkilere sahip olduğundan bu makama uygun görülmüştü.[25]
Kürtlerin Rum Selçuklu idaresindeki önemli rollerini gösteren başka bir bilgi de Baba İlyas ayaklanmasıyla bağlantılı olarak bize ulaşmıştır. İbn Bibi’de anlatılan Baba İlyas olayında, 1240 yılında Selçukluların Malatya serleşkeri (subaşısı) Mübarezeddin ibn Alişir Germiyani’nin isyan halindeki Baba İlyas taraftarlarının (aslında Amasya’daki Baba İlyas’ın halifesi olan Baba İshak’ın başında bulunduğu ve ta Adıyaman’ın Kefersud bölgesinden beri isyan halinde yayılıp gelen müritlerin) karşısına çıktığını, büyük bir yenilgiye uğradığını, gelip Germiyan ve Kürd askerlerinden yeniden bir ordu kurarak tekrar karşılarına çıktığını ama tekrar yenildiğini anlıyoruz.
Germiyan, başkenti Kütahya olan, Lâdik(Denizli)’i, Honas’ı, Tavşanlı’yı, Simav’ı, Emet (Eğrigöz)’i, bugünkü Afyon Karahisar’ı içine alan bir Selçuklu uc beyliği (eyaleti idi). Sadece İbn Bibi’den değil, dönemin başka kaynaklarından da bu hanedanın Kürt olduğunu ve Germiyani olarak adlandırıldıklarını biliyoruz.
1330’lu yıllarda seyahati sırasında batı Anadolu’ya da uğramış olan İbn Battuta, Germiyanları Yezid bin Muaviye’nin kavmi arasında saymakta ve Hambeli bir Sünni olarak korumasız bir şekilde onların yöresinden (Ladik’ten , şimdiki Denizli’den) geçmeye cesaret edemediğini anlatmaktadır. Fransız Türkolog ve doğu bilimcisi Claude Cahen buradan hareketle Germiyani Kürtlerin Yezidi inancına sahip olduklarını belirtir.
Germiyan başkenti Kütahya’nın ilk alınışı Kutalmış oğlu Süleyman Şah zamanında olmalı. Onun zamanından oğlu Birinci Kılıçarslan’ın Bizanslılara karşı uğradığı Dorile mağlubiyetine kadar Kütahya Rum Selçuklularının elindeydi. Tabi Selçukluların elindeydi derken, burayı fetheden ve yöneten Selçuklulara tabi bir emir anlaşılmalıdır. Bu bey, Türkmen de Kürt de olabilir. Bu ilk fethi kimin yaptığı hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz.
Birinci Haçlı seferleri sırasında, Selçuklular, Bizans İmparatoru Aleksi tarafından batı Anadolu’da ele geçirdikleri kale ve şehirlerden çıkarılıp geri püskürtüldüklerinde, Kütahya da elden çıkmış, ancak yöre, defalarca Selçukluların, daha doğru bir deyimle onlara bağlı beylerin saldırılarına uğramıştı. İkinci kez bir daha elden çıkmamak üzere alınması, büyük olasılıkla Birinci Alaeddin zamanında; 631/1233 tarihinden önceye rastlar.[26]
Kütahyalılar arasında yaygın olan tarihi bir söylenceye göre şehri Bizanslılardan fetheden komutan Selçuklu emirlerinden İmadüddin Hezardinarî’dir. Hezardinarî lakabı, bu komutanın geçmişte köle olduğu, bin altın dinara satın alınmış olabileceği ihtimalini akla getirmektedir. Bu durumda, onun köle olarak başladığı kariyerini, müslümanlaştıktan sonra büyük başarılarıyla emirlik rütbesine, askeri komutanlığa ve vezirlik makamına dek yükselttiği anlaşılabilir. Kütahya’daki bazı mezar ve yapıtlardan Hezardinarî adlı birinin orada yöneticilik yaptığı kesindir. Yani böyle bir zat tarihte gerçekten de var, 1200’lü yılların ilk yarısında yaşamış, bizzat kendisinin inşa ettirdiği Hıdırlık Mescidi ile Balıklı Camii kitabelerinden, onun Giyaseddin Keyhüsrev b. Keykubad döneminde (634/1236-644/1246), Kütahya’yı yönettiği anlaşılmaktadır.
Evliya Çelebi, seyahatnamesinde, Kütahya’yla ilgili bölümde, İmadüddin Hezardinarî’nin Kütahya emiri Germiyan Beyi Birinci Yakub bin Alişir’in veziri olduğunu belirtir. Hatta Ankara’nın (Engürü) ve Beypazarı Kalesi’nin, Germiyan Emiri Yakub Şah ile veziri Hezardinarî tarafından fethedildiklerini, bu fetihten dolayı halk arasında Beypazarı’na Germiyan Hazarı adı verildiğini belirtir.[27]
Bu bilgilerden hareket ederek Kütahya’nın bir daha elden çıkmamak üzere ikinci kez Rum Selçuklu beyi Germiyan emiri Alişir oğlu Birinci Yakub Bey ve onun kumandanı ve veziri olan İmadüddin Hezardinarî tarafından fethedildiği söylenebilir[28].
Mükrimin Halil Yinanç’ın Desturnameyi Enveri‘ye yazdığı giriş yazısındaki incelemeye göre, Bizans tarihçisi Nikétas Choniates, Sultan İkinci Kılıçarslan’ın, sonraları Aydınoğulları toprakları olacak bölgeye, daha 1186’da (yani 1200’lı yılların başından önce) Samés (Şems) adındaki emiri gaza ve fetih için gönderdiğini belirtir. Çok yaygın ve kutsal bir Yezidi adı olan Şems (Şemseddin’in kısaltılmışı) adının bir Kürt Germiyan emirine ait olması oldukça doğaldır.
Emir Şems, önemli bir güçle Lidya’ya girdi, Cilbianus (Küçük Menderes) nehrinin suladığı ovayı yağmalayarak pek çok esir aldı. [29]
Daha sonra Ahmed Eflakî’nin, Ariflerin Menkıbeleri‘nde belirttiği gibi, Aydınoğlu Mehmet Bey o yörede Germiyanilerin serleşkerliğini (subaşılığını) yapan bir komutan olduğuna göre, Şems onun öncülü bir Germiyanoğlu’ydu. Başka bir ifadeyle, Aydınoğullarının toprakları, Germiyan serleşkeri Aydınoğlu Mehmet Bey bağımsızlığını ilan etmeden önce Germiyanların egemenliğindeki topraklardı, o beyliğin bir parçasıydı.
Kütahya’yı fethettiği için de geleneksel işleyiş takip edilerek, şehir, Selçuklu sultanı Birinci Alaeddin tarafından Germiyani emire bağışlanmış olmalı. Dolayısıyla onun ilk kez orada Germiyan emirliğini kurduğu, bu andan itibaren de Kütahya’nın Germiyan ismiyle anıldığı akla hiç de uzak değil.
İbn Bibi de 1240 yılındaki Baba İlyas (aslında Baba İshak) isyanını bastırmaya giden Mübarezeddin bin Alişir Bey’in birinci savaşta yenildiğini, Germiyan ve Kürt askerlerinden yeniden asker toplayarak ikinci kez saldırıya geçtiğini, ikincisinde de yenildiğini belirtmektedir. Germiyan ve Kürt askeri topladığına göre, demek ki Baba İshak isyanı sırasında Germiyan emirliği vardı ve Alişir Bey oradan asker toplayacak yetkinlikte bir emirdi. Ta Şarezor’daki (Şehrizur, bugünkü Güney Kürdistan) Germiyan’a gidip asker getirmiş olması mümkün değil.
Bu nedenle bizim kanımıza göre, Rum Selçuklu yayılması döneminde Kütahya’nın ikinci kez fethi Selçukluların emiri Alişir Bey oğlu Birinci Yakup Bey ile veziri İmadüddin Hezardinari tarafından gerçekleştirilmiştir, Sultan, şehri ona bağışlamış, o da Germiyan beyliğini kurmuştur. En azından Kütahya şehrinin Germiyanlılar tarafından fethedildiği ve başından beri onların bu şehrin (ardından beyliğin) emirliğini yaptıkları ve ona adlarını verdikleri açıktır.
Daha sonraki önemlerde, Rum Selçukluları 1243’teki savaşta Moğollara yenilip gerilemeye ve çözülmeye başlayınca, Karamanoğullarının Konya’yı geçici ele geçirmeleri sırasında ve Cimri olayında Germiyani Alişiroğlu Yakup Bey’in önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Germiyanlılar, Yakub Bey’in komutasında Selçuklu Sultanı adına Karamanoğlu Mehmet Bey’e karşı savaşa katıldılar. Lakabı Cimri olan ve Selçuklu şehzadesidir diye Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından tahta geçirilen ama Selçuklu ordusunun gelmesiyle Konya’nın dışına çıkarak savaşı sürdüren sahte şehzade Siyavuş (Cimri), Germiyani Yakub Bey’in askerleri tarafından tutuklanarak sultana teslim edildi.
Germiyan Beyliği de diğer batı ve orta Anadolu beylikleri gibi, Selçukluların dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan etti.
Beylikler döneminin en büyükleri Karamanlılardı. Ondan sonra Germiyanoğulları geliyordu. Aydınoğulları Beyliği de daha önce Germiyanoğullarının bir parçasıydı. Aydınoğlu Mehmet Bey hem Germiyan beyliğinin Birgi’deki serleşkeri (subaşısı) hem de evlilik bağıyla akrabasıydı. Daha sonra güçlenince Germiyanoğullarından ayrılarak Aydınoğulları bağımsız beyliğini kurdu. Türk tarihçileri dâhil genel olarak tarihçilerce kabul gören görüş, Aydınoğulları gibi Saruhanoğullarının, Hamidoğullarının, Eşrefoğulllarının vs. önce Germiyanlılara bağlı oldukları, daha sonra kendi bağımsız beyliklerini kurdukları yönündedir.
Ayrıca görüldüğü gibi bu çalışmanın geniş bir bölümünde, Şikarî’nin Karamanname’sinde Hacı Bahaddin’i Kürdi ve İbn Bibi’nin Selçukname’sinde Mülukü’l Sevahil Emir Bahaeddin Muhammed olarak bahsettiği bir beyin ve onun ardıllarının Selçuklu devletinde ve batı Anadolu’nun müslümanlaştırılmasında oynadıkları role ayrıca değinilmektedir.
Başkentleri önceleri Kastamonu, sonra Sinop olan Candariler (Candaroğulları/İsfendiyaroğulları) da Kürt asıllıdırlar ve bunlar da Rum Selçuklularının uc beylerindendirler. Selçuklu devleti dağılınca onlar da bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Diğer Türkmen, Moğol, Harezm, müslümanlaşmış beylikler gibi Kürt beylikleri olan Germiyanoğulları, Menteşaoğulları, Candariler, Aydınoğulları, Hamidoğulları ve Eşrefoğulları, biraz daha sonraki döneme rastgelen Amasya Kürdoğulları Emirliği, Anadolu’da varlık sürdürmüşler ve bölgenin müslümanlaşmasında büyük rol almışlardır.
Öyleyse ta 11. yüzyılın ikinci yarısından beri Roma topraklarına yönelik cihad ve fetihlerde, pek çok kale, şehir ve yörenin ele geçirilmesinde Kürtlerin varlığı hiç de şaşırtıcı değil. Bu süreçlerde, Bizans’ın o dönem tarihçileri ve vakanüvisleri bu Kürt beylerinin yaptıklarına değinirlerken onları Türk ya da Türkmen değil Persi/İrani beyler ve topluluklar olarak tanımlamışlar. Örneğin 13. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı döneme ilişkin olayları anlatan Bizans tarihçisi Georges Pachyméres, Nichephorus Gregoras ve Ephesus’un Johannes Kilisesi katiplerinden olan Paulus Aeginete, Menteşa Bey’in, Aydınoğulları’ndan Sasa Bey’in, Germiyani Alişiroğlu’nun dâhil olduğu olayları anlatırlarken Persler(İranlılar) kavramlarını kullanıyorlar. Paul Wittek’in Menteşa Beyliği adlı eserinde zaman zaman verdiği eski Grek tekstlerinden bu tarihçilerin ’ Pers’ sözcüğünü kullandıkları anlaşılıyor. Eski Rumcaları, 19. yüzyılda İngilizce ya da Fransızcaya çeviren batılılar da ‘Persler’ diye, onlardan da dürüstçe çeviren Osmanlı ya da Türk çevirmenler Pers/İraniler diye çevirmişler, dürüst davranmayanlar Türk/Türkmen diye sallayıp gitmişler.
Romalılar, doğrudan komşu oldukları, daha yakından tanıdıkları, tarih boyunca karşılıklı ilişkiler içinde oldukları doğu komşularını etnik kökenleriyle adlandırmayı önemsemişler; Pers, Türkmen, Tatar(Moğol) vs. diye ayırt etmişlerdir. Ancak o dönemin Haçlıları, Ceneviz ve Venedik tüccarları, Frenkleri, Selçuklu yönetici hanedanının Türkmen kökenden gelmiş olmasından hareketle, bu devlete bağlı bütün bey ve toplulukları Türk/Türkmen diye adlandırmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojiye bağlı tarihçileri de buradan hareketle bütün beyliklerin, hanedanların ve toplulukların Türkmen etnik kökene sahip oldukları gibi bir iddiaya sarılmışlar. Bu, elbette ki Anadolu’yu ve Türkiye’yi Türkleştirme siyasetinin bir parçası olarak böyle gelmiştir.
Tabi kendi eserlerinde Bizans tarihçilerinden alıntı alırken onların Persler dediklerini açık açık gösterip buna rağmen bu ayrıntıyı bir tarafa atan Avrupalı çağdaş tarihçi ve Türkologlar da var. Avusturyalı Paul Wittek de ne yazık ki bazen bu yola başvurmaktadır. Pachyméres’in açık açık ‘Persler’ dediğini yazdığı halde, ‘onu bir tarafa at, bunlar Türkmenlerdi’ demeye getirmektedir. Onun gibi meselelerde çok detaylı ve duyarlı davranan birinin bu konuda öyle savurgan davranması düşündürücüdür. Aynı anlayışla Emir Sevahil Hacı Bahaeddin’i Kürdi’yi bildiği, ‘Menteşa’ adını yazıp ’Menteşe’nin çok yeni bir kelime olduğunu belirttiği halde, Kürtlüklerini bir yana atarak, Türkmen’dirler demiş olması da ilginçtir.
Bir noktayı belirtmekte yarar var. ‘Türkmen’, Oğuzlar kendi topraklarından kovulup batıya; İran, Azerbaycan, Kürdistan, Acem ve Arap Irakı’na geldiklerinde, müslümanlaşan Oğuzlara dendiği[30] halde, orta ve batı Anadolu’daki Roma topraklarının fethedilip İslamlaştırıldığı dönemlerde, yani yaklaşık yüz- yüz elli yıl sonra farklı bir anlama da bürünmüş ve göçebe aşiret anlamı, tanımda daha ön plana çıkmıştır. Göçebe nüfusları açısından batı Anadolu’da kendilerine Türkmen denenlerin, tümü değil, çoğunluğu Türk’tü. Azınlıktaki etnik olarak Türk olmayan göçebe topluluklara da Türkmen deniyordu.[31]
Ebü’l Fida (ölümü 1331) kendi coğrafya kitabında 13. yüzyılın başında (1204’ten itibaren) artık Müslümanlarca fethedilmiş olan Sinop’un batı noktasından, Kastamonu, Kütahya ve Denizli (Ladik, Laodikea)’yı içine alan, Akdeniz’de Mekri(Fethiye)’ye kadar uzanan topraklardaki Müslüman nüfus yapısına ilişkin, İbn Said adında Arap bir yazarın aydınlatıcı kayıtlarını iletiyor.[32] Ebü’l Fida’ya göre, İbn Said şöyle bir kayıt düşüyor bu yörenin Müslüman nüfusu için: ‘’Halkının çoğunluğunun Türk neslinden olanların oluşturduğu Türkmenler, Selçuklular zamanında Rum beldelerini fethettiler. Haraita’ya (Xeraite’ye)[33] mensup sahil yerleşimcilerine baskın yaparak çocuklarını kaçırıp Müslümanlara satmayı adet edindiler. Onlarda bütün ülkelere yollanan Türkmen halıları var. Kıyıda adı Mekri (bugünkü Fethiye) olan, seyyahlarca oldukça tanınan bir körfez var. Oradan İskenderiye’ye ve başka yerlere kereste yollanır. Bu körfeze büyük ve derin bir nehir dökülür. Battal nehri diye tanınmış olduğu söylenir.[34] Bu adın (Battal) Emeviler döneminde Rum’a pek çok gazalar yaptığı anlatılır. Nehrin üzerinde sürülür-çekilir bir köprü var, barış zamanlarında indirilir, savaş zamanlarında kaldırılır. Bu, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında sınırdır. Antalya’nın kuzeyinde Tağurla (Denizli) dağı vardır. Burada ve havalisinde Türkmenlerin 200 000 kadar çadırı olduğu söylenir. Uc diye adlandırılanlar bunlardır.’’ [35]
Görüldüğü gibi İslam yazarları 13. yüzyılın ilk yarısında Türkmenleri buranın Müslüman nüfusunun bir kısmı saymışlar ve tümü değil, çoğunluğu Türk kökenden gelen göçebeleri kastetmişlerdir. Öyleyse o dönemde Türkmen denen göçebeler arasında Türk olmayan, başka etnik kökenlerden gelen Müslüman topluluklar da vardı.
Bizans tarihçisi Georges Pachyméres, 13. yüzyılın sonlarında yaşayan ve bahsimize konu olan batı ve orta Anadolu’daki Müslüman-Roma savaşlarını, olay ve ilişkilerini anlatan bir tarihçidir.
Birinci Haçlı seferi sonucunda Haçlılar 1204 yılında Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun başkenti Konstantin’i ele geçirerek Latin İmparatorluğu’nu kurdular. Bizanslılar, gerileyerek başkentlerini İznik yaptılar, toprakları da küçük Bizans devletlerine bölündü. Bu durum, yarım asırdan fazla sürdü. 1261 yılında Bizanslılar Latinleri yenerek Konstantin’i kurtardılar ve başkentlerini tekrar bu şehre taşıdılar.
Georges Pachyméres adlı Bizans tarihçisi de İznik’ten Konstantin’e(İstanbul’a) taşındı. Zamanla İmparatorluk içinde önemli yerlere geldi. Patriklik mahkemesinde görev yaptı, imparatorluk ailesine ve yüksek devlet bürokrasisine oldukça yakın oldu. Yazdığı Relations Historikes adlı eseriyle 13. yüzyıl tarihçileri arasında yer aldı. Bu eserde 1255-1308 olaylarına değinir. Anlatılanlar bizzat onun yaşadığı dönemlerde meydana gelmiştir. Büyük bir özenle yazmış, ciddiyeti, verdiği bilgilerin değerini arttırmıştır.
Pachyméres, Müslümanlarla Romalılar arasındaki ilişkileri ele alırken güneybatı Anadolu’da, bugünkü Akdeniz ve Ege kıyılarındaki yörelerde Menteşa ve Germiyanoğullarına da değinmekte ve onları Türk olarak değil, Pers olarak tanıtmaktadır.
Bu sözcüklerin üzerinde de biraz durmak lazım. Daha İslamiyet’ten önce Pers-Grek ve Pers-Roma ilişkileri yoğundu. Persi topluluklar Roma İmparatorluğu’nun doğu komşularıydı. Savaşlarda bazen Romalılar ta Ermenistan ve Azerbaycan’a kadar ilerliyor, bazen da Persler ilerleyip orta Anadolu’ya, Kapadokya ve Kilikya’ya kadar olan yerleri ele geçiriyorlardı. İslamiyet’ten kısa bir süre önce Sasaniler ta Yeşil Irmak’a kadar olan toprakları ele geçirmişler ve bu nehri Romalılarla kendi aralarında sınır edinmişlerdi. Aslında bu açıdan değerlendirdiğimizde, batı ve orta Anadolu’daki Pers ve doğal olarak Kürt varlığı daha İslamiyet’ten öncesine dek götürülebilir. Bu dönem, bizim konumuz değil, ayrıca mesele daha derin ve detaylı araştırma ve incelemelerle ele alınmalıdır.
Ama en azından Romalıların Avrupalılara (Frenk, Venedikliler, Cenevizliler vs. ) nazaran kendi doğu komşularını etnik kökenleri, tarihleri ve yönetimleriyle daha yakından tanıdıkları, bunların Türk, Pers, Arap, Ermeni, Süryani vs. özelliklerini daha açık gördükleri ve o dönemdeki en baştaki egemen yöneticilerle yetinmeyip alt düzeydeki farklılıkları da sundukları söylenebilir. Latinler gibi toptancı davranarak tümüne Türk/Türkmen dememişler, örneğin bahsettiğimiz alanlardaki mücadelelerde Türk olmayan unsurların Pers kökenlerini belirtmişlerdir. Kürtler de bilindiği gibi İranilerin/Perslerin bir parçası olarak kabul edilirler.
Bizanslılar 1261’de Konstantin’i kurtarınca politikalarının ağırlık merkezi Balkanlara yöneldi. Doğal olarak Latinler onları çok korkutmuşlardı ve büyük bir tehlike olarak batıda, Trakya’da, yakınlarında duruyorlardı. Batıya yönelme politikasına bağlı olarak doğu sınırından, yani Müslümanların gelmiş oldukları orta ve Batı Anadolu’dan asker çekilerek Balkanlara gönderildi. Bu, birden bire İmparatorluğun doğu topraklarındaki Hristiyan halkı Müslüman akınlarına karşı korumasız bıraktı, üstelik vergiler de arttırılınca halk arasında hem büyük bir öfke patlaması, hem de korku ve panik başladı.
Aynı şey biraz önce Ebü’l Fida’dan aktardığımız olayların yaşandığı bölgelerde de oldu ki bu bölgenin sahil kesimlerinde Menteşalılar, onun kuzeyinde Denizli ve Kütahya’da Germiyanlar vardı. Ve bunlar beraberce ta Menderes ovasına kadar uzanıyorlardı.
Sınır bölgelerinde, Roma askeri çekilince yeni alanlar Müslümanların eline geçti. Bizans tarihçisi Georges Pachyméres, sınır bölgesi Bizans halkının, kendi yerlerini terk ederek Perslerin tarafına geçtiğini, onlarla işbirliği yaptıklarını, kılavuzluk ettiklerini belirtir ve ‘’ düşmanlar (Müslümanlar; Menteşalılar ve Germiyanlar MC) şimdiye kadar yağma akınlarıyla yetiniyorlardı, şimdi yerli ahalinin [Bizanslıların] bu ilgilerini kesmeleri sayesinde Bizans topraklarına ayaklarını sağlam bastılar’’ der.[36] Eserinde Türkmenleri de sık sık anan Pachyméres buraları Türkmen toprağı değil, Pers toprağı olarak adlandırır. Bunun elbette ki bir anlamı vardır. Çünkü burayı ele geçiren Müslümanlar Türk/Türkmen değil, Persiya/İran’dan (Açıktır ki Kürdistan bölgesinden) gelmiş olan topluluklardı.
Georges Pachyméres’e göre İmparator VIII. Michael 1269 (kaynakta yanlışlıkla 1296 yazılmıştır) yılında kardeşi Johannes’in komutasında bir ordu göndererek 1261 yılından sonra Müslümanların eline geçen Karia bölgesini geri alabilmek için Perslerle bir anlaşma yapmayı denemişti.[37] İmparator’un kendisi siyasi başarılarını abarttığı otobiyografisinde şöyle diyor: Persler aşağı yukarı Karia ve Frigya’yı kat eden Menderes kaynakları civarında ve daha başka yerlerde görünmüşlerdi. Biz bunları yok etmedik, fakat tabi kıldık.[38]
Paul Wittek, Pachyméres’e dayanarak İmparator Michael VIII, 1278’de tekrar, bu sefer oğlu Andronikos’un komutasında Anadolu’ya bir ordu göndermeye nihayet karar verdiği zaman artık iş işten geçmişti demekte ve ondan şu alıntıyı yapmaktadır: ‘’Menderes havalisi, Karia ve Antiochia’nın çoktan sonu gelmişti. Kaystros mıntıkası ve Priene, Milet, Magedon düşman tarafından alınmıştı. Tralles (bugünkü Aydın) gerçi yeni tahkim ve iskân edilmişti, fakat iş yeni bitmişti ki, 1282’de Persler kendi dillerinde cesur manasına gelen Salpakis (Salpaxis, kaynakta yanlışlıkla ‘Salkapis’ yazılmış) asıl adı Mentachias (Grekçe Mantaxias, Menteşa) kumandasında göründüler ve şehri muhasara ettiler. Korkunç açlığa, bilhassa susuzluğa rağmen Tralles, nihayet tamamen takatten düşüp muahede ile teslim olmak isteyinceye kadar dayandı, vereni de Persliler (Wittek’te burası Türkler diye çevirilmiş, ancak ardından birkaç sayfa sonra (s. 38) tekrar Pachyméres’in Salpakis’e bir persli dediği anlatılmatadır) kabul etmediler. Muhasaradakiler, bunun üzerine galiplere geride ancak bir harabe bırakmak üzere şehirlerinin duvarlarını kendileri yıktılar, bu sebeple de bunlar tarafından insafsızca kırıldılar Türkler ( doğrusu Persliler olması gerekir) bunun komşusu Nysa(Sultanhisar)’ı aynı şekilde ele geçirdiler. Menderes vadisi böylece elden giderken Andronikos, Nymphaion (Nif)’de bir şey yapmadan durup duruyordu ’’ [39]
1296’da İmparator’un baş generali Phlanthrop Alexios Bizans hükümdarlığını Karia’da yeniden tesis etmeyi bir kez daha denediği sırada Persli Salpakis (Σαλπαχι Πέρσου, burada yanlışlıkla Σαλαμπαχι Πέρσου –Persli Salampakis diye yazılmış-) [Mantaxias] çoktan ölmüştü. Onun dul karısı, yani hareminin ilk kadını, hazinelerini alarak kuşkusuz Latmos Körfezi’nde aranması gereken Melanudion yakınında bir kaleye çıkmıştı. Alexios ona evlenme teklif ederek kaleyi ele geçirmeyi umdu. Kadın ret edince kaleyi zorla aldı.[40]
Persli Mantaxias kumandanı Sasa deyimine başka bir Bizans tarihçisi olan Nichephorus Gregoras’ta da rastlanır. Sasa’nın Menderes’ten Ephesus’a kadar sahil bölgesine egemen olduğunu belirtir. Ephesus’u zapteden Persli diye not düşmektedir.[41]
Pachyméres de daha evvel Tire’de (Aydın) olduğu gibi Ephesus’un açlıkla sıkıştırılarak teslim alındığını yazıyor: Ephesus’un teslimi her ne kadar anlaşmayla olduysa da Johannes Kilisesi yağma edildi, pek çok insan korkudan eninde sonunda fetihçilerin yarattıkları tehlikelere duçar olacaklar diye Tire’ye göçtüler, diğer birçoğu kırıldı.
Olay, korkudan Ephesus’tan Girit’e kaçmış olan Ephesus’un Johannes Kilisesi kâtiplerinden Paulus Aeginete’nın yazmaları arasındaki notlarda da doğrulanıyor. Kâtip, doğduğu yer olan Ephesus’un Sasa’nın kumandası altındaki Persliler tarafından 24 Ekim 1304’te zapt edilmiş olduğunu belirtiyor.[42]
Nickephorus Gregoras, şu bilgileri de veriyor: ‘’Roma ordularının bu mıntıkadan çekilmesinden sonra denize kadar olan bütün arazi Türk satraplıkları( yazarların Pers dedikleri bu bölgenin fetihçilerine çevirmenler gene Türk demişlerdir) hegemonyasına geçti. Türkler Clergé ile anlaştıktan sonra Asya’da bir zamanlar Roma hegemonyasına girmiş bulunan yerlere muhacirler yerleştirdiler. Karmanos Alisurios (Germiyanlı Alişir), iç Frigya’nın büyük bir kısmını ve Phladelphiya’ya (şimdiki Alaşehir) kadar olan araziyi, Menderes çayı civarında bulunan Antiokyahia havalisini işgal etti. Oradan İzmir’e kadar uzanan bölge ile İyonia’nın sahilden uzak kısımlarını Sarkhanes (Saruhan. Bunlar da ayrılıp bağımsızlıklarını ilan etmeden önce Germiyanların bir parçası idi MC) adı verilen bir diğeri aldı. Sasan (Menteşa’lı Sasa Bey) adlı biri Manisa çevresini, Priene’ye ve Ephesus’a kadar uzanarak oraları kendisine satraplık yaptı. Lydia’dan, Eolia’dan Hellespont Misiası’na kadar olan sahayı Kalames ve onun oğlunun oğlu Karase (Karesi, Karesioğulları) aldı. Olympos civarını ve bütün Bithynia’yı Atman (Osman) adında bir başkası elde etti. Sakarya nehrinden Paphlagonia’ya kadar Amurios’un (Umur Beyin) oğulları aralarında paylaştılar.[43]
Pachyméres, başka bir yerde de Roma’nın güneydeki Ege ve Ak Deniz’deki deniz güçlerini rasyonalize edip pek çok donanmayı dağıtmalarının ilginç sonuçlarını anlatır. Bizanslıların, tersaneleri kapatmaları sonucunda, yığınlar halinde Hristiyan gemici işsiz kaldı, Menteşa yöneticileri bunlardan da istifade ederek bir donanma kurdu, bir yandan da denizde korsanlık faaliyetlerine başladılar.
Pachyméres, en azından bir bölümünü pers denizciler olarak sunar. O genel olarak Müslümanların deniz yoluyla adalara saldırılarından bahsederken onların bir ara Pers denizcilerini Kyklat adalarına gönderdiklerini ve bu korsanların saldırılarıyla o adaları insansızlaştırdıklarını belirtir:
Her gün, yalnız bir taraftan değil, her taraftan fena haberler duyuluyordu. Yalnız karada değil, denizde de korsanlık ederek önce Tenedos adasını hücumla aldılar. Orada birçok işkenceler yapıp yine geri döndüler. O vakit başkaları da kâh korkutarak, kâh razı ederek orada bulunan Pers gemicilerini Kyklatlar’a gönderdiler ve fena muamele ettiler; hem Sakız’a, hem Sisam’a, hem Kapathos’a, hem de Rodos ve daha birçok yerlere gemileriyle hücumlar yaparak halkı yurtlarından ettiler.[44] Bu dönemde, Rodos’ta, Kürdoğlu denen bir korsanın nam saldığını biliyoruz.
En azından üç Bizanslının (tarihçiler Georges Pachyméres ile Nickephorus Gregoras ve Ephesus’un Johannes Kilisesi kâtiplerinden Paulus Aeginete) yazdıkları, batı ve güney batı Anadolu’nun ta Menderes Ovası, Efes, Tire ve Birgi’ye kadar olan yerleri ele geçirenlerin Germiyanlar ile Menteşalar olduğunu, bunların Türk olarak değil, Persliler olarak bilindiklerini ortaya koyuyor. Bu yazılar, bildiğimiz en eski, olaylara çağdaş yazılı kaynaklar olarak, Menteşaoğullarıyla Germiyanlıların Kürt olduklarına dair diğer yazılı kaynakları destekliyor.
Çalışmamız kendisini Menteşaoğullarının Kürtlükleri konusuyla sınırladığı için onların Kürtlüğünü açıkça dile getiren ve destekleyen diğer bilgi ve belgelere değinip noktayı koyacağız.
MENTEŞA BEYLERİNİN KÜRTLÜĞÜNÜ AÇIKLAYAN DİĞER BİLGİLER
Menteşa, bir Rum Selçuklu emir sevahili (sahil beyi)[45] idi. Ataları Ege sahillerinde Rum Selçuklu sultanlarının emir sevahilleri olarak görev yapıyorlardı ve bugünkü Aydın ve Muğla yörelerine denk düşen alanlarına sahiplerdi. Menteşa Beyliği’inin kurucusu olan Menteşa Bey’in babası Şikarî’nin Karamanname adlı eserinde Hacı Bahaddin’i Kürdi[46], İbn Bibi’nin Selçukname’sinde de Mülukü’l Sevahil Emir Bahaeddin Muhammed[47] olarak verdiği Emir Bahaeddin’dir. Emir Bahaeddin’i Kürdi, Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konya’yı ele geçirerek Cimri olayını yarattığı isyanda Selçuklu başkenti Konya’yı savunmakla görevliydi ve az bir kuvvetle şehir içindeydi. O sırada şehri ele geçiren Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından başka bir iki Selçuklu emiriyle birlikte öldürüldü. Bahaeddin’in öldürülmesi üzerine oğlu Menteşa, Adalar Denizi(Ege) kıyılarında emir sevahil oldu.
Şikarî’nin iddiasına göre, Hacı Bahaddin’i Kürdi, ilk başta Sivas emiriydi. Oğlu Menteşa da o dönemde büyük bir sefer sırasında babasının yerine Sivas’ı vekâleten yönetiyordu. Şikarî’ye göre yaylak alanlarının cazipliği nedeniyle Karamanoğullarının bilinen ilk atalarından Nureddin (sonradan beyliği oğlu Karaman’a bırakarak Baba İlyas’ın müritlerinden oldu ve Nure Sofi olarak tanındı) Hacı Bahaeddin’in Sivas’ta olmadığı ve genç Menteşa’nın vekâleten yönetimde olduğu bir dönemde, hile ile şehri ele geçirdi. Menteşa’yı kendi tarafına kazandı ve onu kendine bağlı bey olarak tanıdı. Menteşa babasına durumu kabul etmesini, bunun en hayırlı sonuç olacağını bildirince hacı Bahaeddin Sivas’ın Karamanlılara tabi’ bir şehir olmasını kabul etti. Bundan sonra, Şikarî’de Hacı Bahaddin’i Kürdi’yi ve oğlu Menteşa’yı Ege sahillerinde Karamanoğulları’nın müttefiki olarak görürüz.
Ancak anlaşıldığı kadarıyla Şikarî farklı dönemlerdeki farklı olay ve kahramanlarla gerçekleşmiş bazı gelişmeleri karıştırarak ve Karamanoğullarını övme, yüceltme amacıyla abartarak anlatımlarını bazı açılardan kurgulamış, ciddi yanlışlar yapmıştır. Bizans kaynaklarına dayanılarak batı ve güney batıdaki Germiyan ve Menteşa varlıklarına değinilirken de görüldüğü gibi, akla daha yatkın olanı, Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin Selçuklu sultanları[48] tarafından Ege Denizi kıyılarına çok daha önce Melikü’l sevahil olarak gönderildiği ve onun Karamanoğullarına değil, doğrudan Selçuklu sultanlarına bağlı bir emir olduğudur. Hatta Karamanoğlu Mehmet Bey, Cimri olayını çıkarınca, Emir Bahaeddin Muhammed, Selçuklu başkenti Konya’nın savunmasıyla görevliydi ve isyan sırasında Karamanoğullarınca öldürüldü (Cimri olayı, dolayısıyla Emir Bahaeddin’nin ölümü 1277), yerine oğlu Menteşa geçti.
Ahmed Eflaki’nin Ariflerin Menkıbeleri’nde Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin oğlu Sultan Veled’in ve onun oğlu Arif Çelebi’nin Menteşa, Germiyan ve Aydınoğulları beyleriyle ilişkilerini anlatılan menkıbeler, Menteşa Bey, Alişiroğlu Yakub (Birinci Yakub) Bey ve Aydınoğlu Mehmet Bey’le ilgilidirler ve daha çok Bizans kaynaklarıyla uyuşuyor.
Menteşa beylerinin şecereleriyle ilgili en titiz çalışmayı Paul Wittek yapmış,[49] Bizans kaynaklarına, hem Şikarî, Müneccimbaşı, Ahmed Eflaki ve benzeri kroniklere, menkıbelere hem de son dönem Menteşa beylerinin mezar taşlarındaki yazıtlara ve diğer mimari eserlerdeki kitabelere dayanarak bir şecere çıkarmıştır. Wittek, kitabelerdeki yazıların okunamaz derecede aşınmış ve karışık olduklarından, şecere silsileleri ve adların birbirleriyle uyumlu olmadıklarından şikâyet etmektedir. Daha sonraki okumalardan onun üstünde karar kıldığı ve böyle olması gerekir dediği isimleri bile yanlış okuduğu görülmektedir.
Wittek bu zorluklara rağmen sadece Şikarî’de geçen Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin doğruya en yakın bilgi olduğunu kabul etmekte, ancak daha sonra çizdiği şecerede dikkat çekici bir biçimde, bu isme yer bile vermemektedir.
Wittek, Hacı Bahaddin’i Kürdi adı konusunda ikirciklenmesini iki nedene dayandırır. Birincisi, Şikarî’nin Karamanname ’sinin hepsi de sonradan istinsah edilen el yazma nüshalarında Hacı Bahaddin’in bazı yerlerde Hacı Bahadır olarak yazılmasıdır. İkincisi de Şikarî’nin Hacı Bahaeddin’e mal ettiği bazı olayların, aslında ondan sonraki dönemlere, 1277’den sonralara, 1290 hatta 1300’lı yıllara ait olmasıdır.
Kuşkusuz bu iki durum da izah edilebilecek niteliktedir. Hacı Bahaddin ve Hacı Bahadır adlarının ortaya çıkması iki farklı kişinin olmasından değil, Arap alfabesiyle el yazmalarda, son harflerinin birinin ‘ﻥ’ (nun), diğerinin ‘ﺮ’( ra) olması ve aralarındaki grafik farkın bir nokta olmasıdır. Nun’daki nokta yazılmadığı, unutulduğu ya da sonradan aşınma nedeniyle silindiğinde ‘’ra’’ olarak okunduğu ve ardından gelen istinsahçılarda aynı kişi için Bahaddin ve Bahadır gibi bir farka yol açtıkları kuşku götürmez.
İkinci neden ise; anlaşılıyor ki ne Şikarî ne de Wittek, Menteşaoğullarının atası Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin dışında, ondan bir-iki on yıl sonra varlık gösteren Amasya Emiri Bahaeddin Kürd’den haberdar değiller. Amasya Bağımsız Kürt Emirliği[50] adlı çalışmamda, Amasya Emiri Bahaeddin Kürd’ün hayatına ve dönemine ayrıntılı yer verdim. Amasya Emiri Kürd Bey 13. yüzyılın sonları ile 14. yüzyılın ilk dönemlerinde Amasya emiri, Kayseri emiri olmuş ve önceleri Sivas, Kayseri ve Amasya’ya sahip Eretna Beyliğinin emirliğini, vali ve vezirliğini yapmış biridir.
Kanımızca, Şikarî de eserinin bir iki yerinde Kürt Bey adını, oğulları Hacı Kutlu Şah İbn Kürd, kardeşi Hâce Ali’yi verdiği halde, onları tanımamakta, sadece eserinin ilk bölümlerini Farsçadan Türkçeye tercüme ettiği Yârîcanî ve Dehanni’den nakletmekte, ama Menteşaların atası Hacı Bahaddin’i Kürdi ile Amasya Emiri Bahaddin Kürd’ü birbirine karıştırmaktadır.[51] 1277’den sonra Emir Bahaddin Kürd’ün yaptıklarını da adı geçen Menteşa atasına mal etmektedir. Bu isimlerin iki ayrı emire ait olduğu anlaşıldığında taşlar daha yerli yerine oturmakta ve Wittek’i kuşkulandıran sebepler ortadan kalkmaktadır.
Paul Wittek’i ikirciklerinden başka bir durum daha var. Son dönem Menteşa beylerinden Ahmed Gazi bin İbrahim Bey’in 793/1391 yılına ait mezar taşında, soyu ile ilgili standart bilgilere uymayan isimler… Mezar taşında, Ahmed Gazi ibn İbrahim, ibn Orhan, ibn Mesud, ibn Menteşa, ibn Eblistan, ibn Karabay biçiminde okuduğu bir kitabe var.
Burada tanınmamış ilginç bir kısım ismin (Eblistan, Karabay) yanında Menteşa’nın adı var ama Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin adı yok. Olsaydı, muhtemelen Muhammed Bey biçiminde olmalıydı. Çünkü İbn Bibi’de Mülukü’l Sevahil Bahaeddin Muhammed diye geçer. Menteşa’nın babası adının yerinde ‘Eblistan’ var.
Eblistan’ı biz Maraş’a bağlı Elbistan’ın eski adı olarak biliriz. İsmail Hakkı Uzunçarşılıoğlu da Eblistan için şunları belirtir: Eblistan ismi dikkate şayandır. Bugün Maraş vilayetinin kazası olan Elbistan’ın eski adı Eblistin’di. Acaba bu memleket ismi ayni zamanda şahıs ismi midir? On dört ve on beşinci asırlarda tarihte Dimşik, Mısır, Bağdat, Mardin, Isfahan gibi şahıs isimlerine de tesadüf etmekteyiz. Bunun için kitabedeki Eblistan şahıs ismidir’’[52]
Ayrıca, yukarıdaki kitabeden önce, Milas’ta yapılan Ahmed Gazi Camisi’nin 780/1378’de yazılan kitabesinde daha farklı bir şecere var. ‘’Bu büyük camiyi ulu Emir ve Mükrim Sultan milletlerin rikabının maliki, Arap ve Acemlerin[53] hükümdarlarının sultanı Ahmed Gazi Bey –Allah ömrünü uzun etsin- ibn merhum ve mağfur bahtlı şehit İbrahim Beg bin Orhan, bin Mesud, bin Eblistan’’ denmiş. Dikkat edilirse burada (Ahmed Gazi sağken), hem mezar taşındaki kitabede en son ata diye okunmuş Karabay yok, hem de daha ilginci beyliğin bizzat kurucusu, Menteşa yok. Aynı caminin minbere çıkılan kapılarının kenarındaki kitabelerde de aynı şecere var.[54]
Wittek, Bizans tarihçisindeki bir bilgiden hareketle de, şecerede kuşkuya düşüyor. Pachyméres’in, ‘Karmanos Alisurios’ diye birinden bahsettiğine dikkat çekerek, Germiyanlı Alişir’in kastedildiğini anlıyor, ancak başka bir yerde ‘Karmanos Mantachiyas’ diye birini yazmasından dolayı, ‘’buradaki ‘Karmanos’u ‘Germiyan’ olarak anlayamayız, bu olanaksızdır’’ diyor[55]. Neden? Çünkü bu Menteşalı biridir. Aslında birbirine komşu, akraba ve iç içe geçmiş toplulukların birbirlerinin tanınmış şahsiyetlerinin adlarını seçmelerinden doğal bir şey olamaz ama onu bir kenara bırakalım.
Wittek’e göre bu, daha çok Kalkaşandi’nin 1412’de tamamlanmış olan devlet salnamesinde rastlanan ‘’Zervan ibn Karaman ibn Menteşa’’(الاميرذروان بن كرمان بن منتشا)daki Karaman ismiyle aynı olabilir. Buradan hareketle Wittek, Karaman adında karar kılıyor ve kitabın sonundaki şecereye de bunu yerleştiriyor.
Tabi, Wittek, aynı anda Kalkaşandi tekstinin Arapça yazılmış halini de veriyor ve buradan ‘Karaman’ diye birini kastetmiş olmasının mümkün olmadığı açıkça görülüyor. Bugünkü Türkçe’de ‘Karaman’ olarak yazılan adın Arapça alfabeye göre ‘Qaraman (قرمان )’ olarak yazılmış olması gerekiyor. Kalkaşandi ‘’Zervan ibn Kirman/Karman (Karaman da değil) ibn Menteşa’’ diye yazmış. İsim kesinlikle hem Pachyméres’te, hem Kalkaşandi’de ‘Karmanos/Karman/Kirman’dır, ya bunu ‘Germiyan’, ya da yazıldığı gibi ‘Karman/Kirman’ diye kabul etmekten başka çare yok. Kaldı ki tarihte, insanlara ad olmuş ‘Kirman/Karman ‘ sözcüğü de var. Karman Şah, sonra da Kermanşah / Kirmanşah’a ad olmuştur. Orta çağda, orta ve batı Avrupa’ya gelmiş olan Kürtlerin önemli bir bölümünün, bugünkü Irak’ın Şarezor/Germiyan yöreleri ile İran Kürdistanı’nın Kirman /Kirmanşah/Loristan bölgelerinden gelmiş oldukları hatırlanırsa ‘Germiyan’ ya da Karman/Kirman/Kerman’ isimleri daha uygun düşer.
Wittek’in, Ahmed Gazi Bey’in mezar taşındaki Karabay ismini de aslında yanlış okuduğu kendi eserinde teksti verilen kitabeden görülmektedir. Buradaki en son ata ismi ‘Karabay, Qarabay’ biçiminde okunamaz; ancak ‘Kurbi Bey/Qurbi Bey/Kuri Bey’ hatta Q[a]zi Beg biçiminde bile okunabilir. Aşındığı Wittek tarafından dile getirilen kitabe, net bir okuma ve çözümleme imkânı vermiyor, buna rağmen, eserinin sonundaki şecereye bu ismi ‘Karabay’ diye yerleştirmiş olması ilginçtir. İsmail Hakkı Uzunçarşılıoğlu da ‘’bu ismi Doktor P. Wittek Karabay Bey diye okumuş ise de ikinci kısım kitabelerde Kuri veya Kari Bey diye okunmuştur,’’ der. Uzunçarşılıoğlu bile ismi okuyamamıştır.
Ahmed Gazi Bey’in mezar taşındaki kitabe. Wittek’in kitabından
Geriye sıra dışı olarak ‘Eblistan’ ismi kalıyor ki Osmanlı yönetimi dönemine denk düşen bu yazmayı ‘Eblistani’ biçiminde okumak da mümkündür. Hatta daha doğrusu öyle okunmasıdır. Eski kitaplarda ‘hüruf-i imla’ denen şey yazılmaz, ama okunurdu. Kimi Osmanlı ve Türk tarihçileri bunu göz ardı eden yanlıştan dolayı, ‘Germiyani’yi ‘Germiyan’ ya da Germiyan Begi’ni ‘Germiyan Beg’ diye okumuşlardır. Böylece ‘Eblistani’(Elbistanî) adını bu hanedanın, İslamiyet dönemindeki bir Kürt şehri olarak bayındır olan Elbistan’la ilişkilendirmek mümkündür.
Ancak en iyisi, Osmanlı egemenlik ve onlarla bütünleşme dönemine rastlayan kitabelere bilinçli olarak gerçek şecereyle uyuşmayan isimlerin yazılmış olabileceği, bazı isimlerin atlanarak, bazılarının değiştirilebileceği ya da eklenebileceği ihtimalini göz önünde tutmaktır.
Batı ve orta Anadolu’ya gelen Kürtlerin hemen hemen tümü, önce Suriye ve Şam bölgelerine, Eyyubilere gelmişler. Ardından, oradan Maraş, Elbistan, Malatya ve Sivas, hatta Kayseri ve Amasya’ya yayılmış, pey der pey batı ve orta Anadolu’nun söz konusu ettiğimiz bölgelerine yerleşmişlerdir.
Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin ya da onun Qurbi/Qurbi/Q[a]zi Beg diye okunabilen atasının Elbistanlı olması şaşırtıcı değil. Nitekim Mülukü’l Sevahil Emir Bahaeddin Muhammed’in ilk yaşamı oralara çok yakın olan Sivas’ta geçmiştir.
Böylece eğer Menteşaoğullarına bir şecere oluşturulacaksa Wittek’in dile getirdiği Karabey ve Karaman Bey adlarını bir tarafa atmak ve belki de şöyle bir şecere oluşturmak gerekir:
Quri/Qurbi/Qazi Bey, onun oğlu Eblistan Bey/Emir Hacı Bahaeddin Muhammed Kürdi, onun oğlu Menteşa Bey, onun oğlu Kirman (Karmanos/Germiyan) Bey, onun oğlu Mesud Bey, onun oğlu Orhan Bey, onun oğlu İbrahim Bey, onun oğulları Musa, Muhammed ve Ahmed Gazi Beyler, (Ahmed Gazi’dan sonra kardeşi) Muhammed Bey, onun oğlu İlyas Bey, onun oğulları Ahmed ve Leys Beyler. Ahmed’in oğlu İlyas Bey. Aradaki bazı halkaların zayıf olduğu unutulmamalıdır.
Bizim konumuz açısından, sahil beyliğini Selçuklu sultanlarına bağlı olarak kuran Emir Hacı Bahaddin’i Kürdi (Melikü’l sevahil Bahaeddin Muhammed) ve bu beyliğe, bağımsızlığını ilan ederek adını veren oğlu Menteşa önemlidir.
Çalışmamızda esas amaç Menteşaoğullarının Kürtlüğü konusu olduğu için onların tarihine daha fazla yer verilmeyecek, etnik kökenleri üzerine yoğunlaşmakla yetinilecektir.
MENTEŞA İSMİNİN KÜRT ORTAMIYLA BAĞLARI
Wittek, Menteşa konusunda o kadar karamsar davranmıştır ki onun bir şahıs, aşiret ya da yer ismi olup olmadığına bile karar verememiştir. Oysa Menteşa’nın iki sözcükten meydana gelen bileşik bir insan ismi olduğu yüzeysel bir araştırma ortaya çıkarmaktadır.
‘’Menteşa’’ sözcüğünün insan adı ve Kürtlerin yaşam alanıyla içli dışlı ilişkisini derli toplu olarak Şeref Xan (Şeref Han), Şerefname’de Kilis beyleri ile ilgili bölümü ele alırken vermektedir:
‘’Dediklerine göre [Kilis Hükümdarları], doğru rivayet gereğince Hakkâri ve İmadiye hükümdarlarının amcaoğullarıdır. Bunlar üç̧ kardeşti ve adları Şemseddin, Bahaddin ve Menteşa’ydı. Hakkâri hükümdarları Şemseddin’in soyundandır ve Kürtler tarafından bunlara ‘Şemû’ denilmektedir; Bahaddin’in soyundan olan İmadiye hükümdarlarına da ‘Behdin’ denir; Kilis hükümdarlarına gelince, bunlar da Menteşa’nın soyundandır ve onlara ‘Mend’ denir.
Çeşitli rivayetlerden hangisi doğru olursa olsun, Mend, başlangıçta Kürtlerin bir aşiretini çevresinde toplamaya muvaffak oldu ve onlarla birlikte Şam ve Mısır’a gidip Eyyuboğulları hükümdarlarının hizmetine girdi. Onlar da kendisine Antakya Vilayeti yakınındaki Kusayr Nahiyesi’ni verdiler. Mend ve adamları kışın buraya yerleştiler. İş bununla da kalmadı; daha önce o diyarda oturan Kürt Yezidiler’den bir topluluk da Mend’in çevresinde toplandı. Bu da günden güne şanının yücelmesine ve nüfuzunun artmasına yolaçtı. Kendisine her taraftan Kürtler geldiler; ayrıca Cun ve Kilis taraflarında oturan Kürtler de kendisine katıldılar.
Al-ı Eyyub’un ulu hükümdarları kendisine ilgi gösterdiler ve onu Şam ve Halep’teki bütün Kürtlere beylerbeyi olarak tayin ettiler; bu topluluğu yönetmek, meseleleri karara ve çözüme bağlamak bakımından kendisini tamamen serbest bıraktılar. Böylece kendisini en yüksek askeri ve idari rütbeye yükselttiler. İşin başlangıcında, Hama ve Maraş̧ arasında yayılmış̧ olan Yezidi Kürtler’in şeyhleri bu yüce makam üzerine kendisiyle çatıştılar. Bu durum, zaman zaman kılıçların çekilmesine ve savaşa dahi yolaçtı. Fakat Mend onlara galebe çaldı ve bazen sertlikle, bazen yumuşak davranarak, bazen baskıyla, bazen de iyilik yaparak onları kendisine boyun eğecek duruma getirdi. Sonunda istediğine kavuştu ve o diyardaki bütün Kürtler onun mutlak hükümdarlığına boyun eğdiler.
Mend ölünce yerine oğlu Arab Bey geçti. Ondan sonra da oğlu Emir Cemal yönetimi aldı. Onun ölümünden sonra da yerine oğlu Ahmed Bey geçti. Bu beyin zamanında Al-ı Eyyub Devleti’nin günleri sona erdi ve büyük devletleri Çerkeş Memlükler’e geçti. Fakat Ahmed Bey Çerkeşlerin devletine boyun eğmedi ve günlerini bağımsız bir hükümdar olarak geçirdi. Sonunda iki çocuk bırakarak öldü.’’[56]
Kilis beylerinin tarihi, Şerefname’de bundan itibaren de Canpolatları da içine alarak devam ediyor, ancak bizim konumuzu doğrudan ilgilendirmediği için biz bu kadarıyla yetiniyoruz.
Şeref Han’ın verdiği bilgilerden Menteşa’nın bir bey adı olduğu ve Kürtlerin bu beyi Mend diye çağırdıkları, onun, zamanında Botan bölgesinden gidip Eyyubilerin hizmetine girdiği, Eyyubilerin, ona, Antakya bölgesinde beylik verdikleri anlaşılıyor. Mend adlı beyin başarıları nedeniyle ona bağlı topluluğun (aşiretin), hatta Kilis hükümdarları ailesinin Mend adıyla tanındıkları bilgisi de var. Mend, Antakya bölgesine yerleşmeden önce de orada Kürtler, özellikle Yezidi Kürtler kalabalık bir topluluk olarak varlar. Mend başarılı olunca hem (Cun ve Kilis tarafındaki) Müslüman Kürtler, hem de Yezidi Kürtler onun etrafında birleşiyorlar. Sonra Eyyubi Sultanları onu Halep ve Şam’daki (yaklaşık olarak bugünkü Kuzey Suriye, Hama, Halep, Şam ve Lübnan toprakları) bütün Kürtlerin başına beylerbeyi olarak atıyorlar. Mend’in gücü ve egemenlik alanı Hama’dan Maraş’a kadar genişliyor.
Tarihte, Musul, Şengal, Şarezor, Germiyan ve Loristan bölgelerinden batıya, Roma topraklarına giden Kürtlerin, doğu Toros ve Zagros sıra dağlarının, yüksek yaylaların ve buralardan inen Fırat, Murat, Dicle ve Zap gibi nehirlerin geçit vermemeleri nedeniyle, yolları, Germiyan, Şarezor, Musul, Mardin, Harran, Urfa, Halep alçak yayla ve çölleri (berri) ile adı geçen sıradağların, uzantıları Cudi, Şengal ve benzerinin güney eteklerinden geçmiştir.
Kürtler bugünkü İran’ın güneyinden, Irak’ın doğu ve kuzeydoğusundan bu güzergâhı takip ederek verimli Suriye, Halep, Şam ve Antakya kıyılarına gelmişlerdir. Buradan bir taraftan güneyi, Lübnan, Filistin, Mısır ve Yemeni, diğer taraftan Antakya’nın kuzey ve doğu yörelerini, Kilis, Elbistan, Maraş, Malatya, Sivas, Kayseri, Amasya, Tokat, Kütahya, Kastamonu, Ankara ve Sinop yörelerini hedeflemiş, ya da Adana, Antalya, Konya’yı konak edinerek Ege bölgesine ulaşmışlardır.
Şam ve Halep’in kuzey yöreleri, Antakya’nın doğusu ve kuzeyi ilk konak yeridir. Buralarda adını verdiğimiz şehirler, ilk Müslüman ve Kürt yerleşim yerleri ve idare merkezi olmuşlardır.
Aslında ilk Arap istilaları da bu güzergâhtan Roma İmparatorluğu’nun içlerine, ta İstanbul önlerine kadar varmıştır. Ardından Oğuz-Türkmenlerinin ve Moğolların İran’ın güneydoğusu, Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap üzeri gelen istila dalgaları da bu güzergâh ve konaklamaları izlemiştir. Bu, o dönemin coğrafi ve doğal koşullarının dayattığı bir zorunluluktu.
Bu nedenle, Hem ilk İslam yayılma dönemlerini hem de Oğuz-Türkmen ve Moğol yayılmalarını anlatan orta çağ İslam kaynaklarında Maraş, Harput, Elbistan, Sivas, Kayseri, Amasya, Tokat ve daha sonra Kütahya, Kastamonu, Sinop, Aydın ve Muğla bölgelerinde Kürt emir ve beylere rastlamak o kadar da şaşkınlığa yol açmamalıdır.
Çalışmanın daha önceki bölümlerinde, Süleyman Şah’ın 1086 yılında Antakya ve Halep yöresinde Tutuş’la savaşta öldürülmesini anlatılırken, İbn Bibi’nin ve Yazıcızade Ali’nin değindikleri bir adı tekrar hatırlatalım. Ta Tokat’tan beri diğer emirlerle beraber Süleyman Şah’ın yanında olan, onunla omuz omuza savaşan ve o öldürülünce, oğlu Kılıçarslan’ı, diğer emirlerle elbirliği ederek tahta oturtan Mende Bey/Emir Mende. Şeref Han’ın adını verdiği Mend Bey ile İbn Bibi ve Yazıcızade’nin adını verdikleri Mende Bey kanımızca ayni isimdir. Ayni kişiler oldukları eldeki bilgilerle iddia edilemez. Çünkü Şeref Han’ın Mend Bey’i sonraki bir tarihe, Eyyubilerin imparatorluk haline geldikleri en az bir asır sonraki bir döneme rastlıyor. Ama iki isim aynıdır ve bunların aynı bölgede tarih sahnesine çıkmış olmaları, oradan kuzeye, Anadolu’ya gitmiş olmaları önemli bir ipucudur, anlamlıdır.
Tabi Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin oğlu Menteşa ile bu iki Mend de ayrı kişilerdir. Menteşa onlardan çok sonra yaşamıştır. Ama bu, bize kendisi tarih sahnesine çıkmadan önce Mend ve Menteşa adlarının Kürtler arasında yaygın olduğunu, hatta Mend hanedan soyunun oluştuğunu ve bunun Antakya, Kilis, Maraş, Halep ve Hama yörelerini yönettiğini gösterir. Şahıslar aynı olmayabilir ama güneybatı Anadolu’da ortaya çıkıp Menteşa devletini kuran beyin geçmişte Sivas’ı yöneten atalarının, daha önceki tarihlerde daha güneyde Elbistan’ı ve başka yöreleri de yönetmiş olmaları ve hatta Mend hanedanı soyundan gelmiş olmaları pek ala mümkündür.
Sunduğumuz bilgilerle vardığımız sonuç şudur: Menteşa adının aslı ‘Mend/e’dir. Mend/e ilk başta Bey rütbesiyle adını duyurmuştur; Mend Bey, Mende Bey. Ancak Mend/e Bey, beylerbeyi rütbesi alıp eyaletleri, beylikleri yöneten emir haline gelince Mend/e Şah [57]olmuştur. ‘Amasya Bağımsız Kürt Emirliği’ çalışmamızda Emir Bahaeddin Kürd’ün oğlu Hacı Kutlu Bey’in Amasya emiri olunca Hacı Kutlu Şah adını aldığını gördük. Şeref Han’ın bahsettiği Mend Bey’in de daha sonra Hama’dan Maraş’a kadar olan bölgedeki Kürtlerin başında ‘’beylerbeyi’’ yani ‘Şah/Xan’’ olduğunu gördük.
Mende Şah adı, zamanla tanınıp sevilince, hanedan çevrelerinde, birleştirilerek ad olarak da verilmiştir; Mendeşa[h]. Zamanla bu kelime hafifleyerek ‘Menteşa’ ya dönüşmüştür. Zaten Şeref Xan da Şerefname’yi bu beylerden çok sonraları, 1597’de yazmıştır. O tarihte Mendeşah adının her tarafta Menteşa’ya dönüştüğünü, onun eserinde de bu haliyle yer ettiğini görüyoruz. Şeref Han’ın kendi adı da sonra böyle bir dönüşüme uğramıştır. Onun adı Şeref(Şerefeddin)’dir. Han (Xan )rütbesini daha İran’da iken Şah Tahmasp döneminde beylerbeyi olunca almış ve Şeref Xan olarak anılmıştır. Fakat sonraları, örneğin günümüzde bu isim birleştirilerek Şerefxan biçiminde insanlara ad oluyor.
Sonuç olarak verdiğimiz bilgi ve belgeler ışığında Menteşaoğulları hanedanının Kürt olduğu rahatlıkla görülebilir kanaatindeyiz. Beyliklerin tebaaları, orta çağdaki bütün beylik ve devletlerinde olduğu gibi, farklı etnik topluluklardan oluşmaktaydı, Müslüman olarak Kürtler, Türkmenler, Moğollar, Harezmiler, Araplar Farslar, Müslümanlaşan Ermeni ve Rumlar. Ayrıca Müslüman olmayan Rumlar, Ermeniler, Gürcüler, Yahudiler, Süryani-Asuri toplulukları, batıdan gelen Latinler, Frenkler…
Tabi bu hanedan, batı ve orta Anadolu’da, Türk kökenli bir hanedanın yönettiği Rum Selçuklu devleti içinde, çoğunluğu Türkmen olan emir, bey, yönetici, asker ve aşiretlerle haşır neşir olmuştur. Ta başından beri, kendi dilleri Kürtçe, Farsça ve Arapçanın yanında Türkçe, hatta Rumcayı günlük yaşamlarında geniş bir şekilde kullanmış oldukları varsyılabilir. Bu dillerle, onun kültürlerini taşıyan topluluklarla içli dışlı olmuşlardır. Özellikle Osmanlı egemenliği döneminde, Farsça ve Arapçanın büyük ölçüde terkedilmesinden sonra bu hanedanın üyeleri de daha çok Osmanlı yönetim çevreleri ve Türklerle entegre olmuşlardır. Ancak anladığımız kadarıyla Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar Kürtlüklerini bilmişler, önemli bir kısmı özellikle yönetici sınıf, dillerini unutmuş olsalar da onlara bağlı olan Kürt aşiretler ve yerleşik yaşama geçmiş olan köylüler Kürtçeyi unutmamışlar, kırsal yaşamda kullanmışlardır.
Günümüzde de orta ve batı Anadolu’da Kürtçe konuşan nüfusun ciddi bir bölümü o dönemden kalan Kürtlerdir. Önemli bir bölümü, artık Türkçe konuşsalar bile, Kürt asıllı olduklarını bilmektedirler. Ancak tarihleri hakkında ciddi bilimsel araştırmalar olmadığı için çoğu kez kulaktan dolma bilgiler vermekteler, ilk gelenlerle sonradan defalarca dalgalar halinde gelenlerin tarihleri birbirine karıştırılmaktadır, bilgisizlik ağır basmaktadır.
[1] İ. Hakkı Uzunçarşılıoğlu, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, TTK Yayınları, 1937 Ankara, s. 19-22.
[2] Rum Selçuklu Devleti’ne günümüz Türkiye’sinde Anadolu Selçuklu Devleti denir. Bu ad Cumhuriyet’ten sonra ortaya çıktı. Hem Selçukluların kendileri, hem de batılı ve doğulu kaynaklar hep Rum Selçuklu Devleti dedi. Biz de onları, kendilerini adlandırdıkları biçimiyle adlandırıyoruz.
[3] Paul Wittek, Menteşa Beyliği, Çeviren O. Ş. Gökyay, TTK Y, 3. Baskı, Ankara 1999, s. 170.
[4] Şikarî, Karamanname [Zamanın kahramanları Karamaniler’in tarihi], s. 145, hazırlayanlar Metin Sözen, Nejdet Sakaoğlu, Karaman Valiliği-Karaman elediyesi yayınları, 2005 İstanbul.
[5] İbn Bibi (El Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Caferi er-Rugadi) hazırlayan Prf. Dr. Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı, 1996 Ankara.
[6] Abdullah Bakır, Yazıcızde Ali’nin Selçuk-name İsimli Eserinin Edisyon Kritiği, yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2008.
[7] A.g. e.
[8] Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu, Gibons’un tercüme edilmiş nüshası s. 29. Aktr Wittek.
[9] Bazı kaynaklar Mesud Bey’i Menteşa Bey’in oğlu ve halefi, Orhan Bey’i Mesud’un oğlu olarak, bazıları da doğrudan doğruya Orhan Bey’i Menteşa’nın oğlu olarak işaret ederler.
[10] Kitabussülûk ….. 766 hicret senesi vukuat-ı arasında. Aktr, Wittek.
[11] Uzunçarşılıoğlu, Menteşe Beyliği bölümü.
[12] 1366 dan önce.
[13] Uzunçarşılıoğlu, Menteşe Beyliği bölümü.
[14] Uzunçarşılıoğlu. Menteşe Beyliği bölümü.
[15] İ. Hakkı Uzunçarşlıoğlu, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Beylikleri, TTK Yayınları, 1937 Ankara, Menteşe Beyliği bölümü.
[16] Bu Süleyman Şah, Osmanlıların ve çağımızdaki Türklerin Osmanlıların atası olarak göstermeye çalıştıkları Süleyman Şah’tır. Tabi Süleyman Şah’ın bu iddialarla hiçbir ilişkisi yok. Osmanlı kurucusu Osman Bey’in babası Ertuğrul Bey biliniyor, gerisi tümüyle karanlık. Ertuğrul’un bile babasının kim olduğu bilinmiyor.
[17] İbn Bibi (El-Hüseyin B. Muhammed B. Ali El-Ca’ferî er-Rugadî), El Evamir’ül-Ala’iyye Fi’l-Umuri’l-Ala’iyye (Selçuk-name), Farsçadan Türkçeye çeviren Prof. Dr. Mürsel Öztürk, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Yayınları, Birinci baskı, 1996, Ankara, c. 2 s. 96.
[18] Bakınız, Abdullah Bakır, Yazıcızade Ali’nin Selçuk-name İsimli Eserinin Edisyon Kritiği, yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2008.
[19] Belli ki İbn Bibi’den başka kaynaklardan alınan bilgilerle bu isimler artmıştır.
[20] (Yazıcızade, s. 176-177)Başka yerlerde tahta geçişi 1086 değil, 1092 gösterilir.
[21]Murad Ali Ciwan, ‘’Amasya Bağımsız Kürd Emirliği’’, https://muradciwan.com/2018/02/18/amasya-bagimsiz-kurd-emirligi/
[22] İbn Bibi (El Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Caferi er-Rugadi) hazırlayan Prf. Dr. Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı, 1996 Ankara. c. 2, s. 25.
Candar saray muhafaza kumandanı olup maiyetinde bu hizmette bulunmak üzere epeyi candar vardı. Candarlar süvari olup, bellerinde altın işlemeli hamayıl ile asılı kılıç taşırlardı. Alâeddin Keykubad, hükümdar ilan edilip Konya’ya geldiği zaman maiyetinde 120 muhafız candar vardı. Bunlar diğer mevcut candarların içinden seçilmiş cesur ve at oynatmaya kadir muhafızlardı. Hükümdar muhafızları olan candarların bir kısmı divan muhafaza olarak istihdam edilirlerdi. Candarlar harp zamanında ve konak yerlerinde “mufarede” denilen seçkin hassa kuvvetleriyle beraber hükümdarın etrafından muhafaza hizmetinde bulunurlardı. (aynı yerde).
[23] John S. Guest, Yezidilerin Tarihi, Çeviren İbrahim Bingöl, Avesta Yayınları, İstanbul 2001, s.53.
[24] Ahmet Demir, İslam’ın Anadolu’ya gelişi (Doğu ve Güneydoğu illeri), Kent Yayınları, İstanbul, 2004. S. 173
[25] Roger Lescot, Yezidiler, din tarih ve toplumsal hayat, Cebel Sıncar ve Suriye Yezidileri. Çeviren Ayşe Meral, Avesta Yayınları, İstanbul 2001, s. 95-96.
Ayrıca, Metin Bozan, Şeyh ‘Adi Bin Müsafîr, Hayatı, Menkıbevi kişiliği ve Yezidi inancındaki yeri, Nubihar, İstanbul 2012, s. 65-69.
[26] Uzunçarşılıoğlu, Kütahya Şehri, s. 9-10
[27] Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi YKY, c. … s. 519 ve 567.
Hezardinari Kütahya’da başka eserler de bırakmıştır. (Uzunçarşılıoğlu, Kütahya Şehri 23). Halk arasındaki söylencelerde onun türbesi sonradan Saadeddin Camii adı verilen mescidin mahallinde gömülüdür. Belirtilen yerde bir türbe varsa da kitabesi olmadığından kesin bir şey söylenememektedir. (Uzunçarşılıoğlu, Kütahya Şehri s. 24)
[28] Hatta bir ihtimalle ondan önceki bir bey tarafından da olabilir ama ipucu yok.
[29] Mukrimin Halil Yinanç, Desturnamei Enveri, İstanbul Evkaf Matbaası, 1929, s. 19.
[30] Türkmen, Arapça Farsça karışımı bir sözcük olup, Müslüman Arap ve İranlıların Oğuzlara verdikleri bir addı. Muhtemelen hem kendi Şaman dinlerini bırakıp müslümanlaştıkları, hem de topraklarını terk ederek batıya doğru yayıldıkları, hep göçebe, gezgin ve savaşçı bir yaşama sürdürdükleri için ‘Türkmen’ diye adlandırıldılar. Yani dinden dönenler, dinlerini ve yerlerini terk edenler.
[31] Asında göçebe anlamındaki !Türkmen tanımı daha sonra Osmanlı literatürüne de geçmiştir. Örneğin zaman zaman yazılı kaynaklarda göçebe Kürt aşiretlerine ‘’Ekrad-ı Türkmen/ Türkmen Ekradı’’(Türkmen Kürtleri) dendiği görülmektedir.
[32] Paul Wittek’e göre bu kayıtlar 1204’ten önce ve 1261’den sonraya ait olamaz, yani 13i yüzyılın ilk yarısına ait bir dönemde Ebü’l Fida’dan yaklaşık bir yüzyıl önce yazılmışlardır. Çünkü o bölgedeki Adalia ve Denizli yöreleri 1204 yılından sonra Müslüman egemenliği altındaki topraklara katıldı. 1261 yılından sonraya da olamaz, çünkü güney batı Anadolu’daki bu toprakların tümü 1261 yılından önce fethedilmiştir. (Menteşa Beyliği s. 1)
[33] Wittek’e göre bunlar sınırın Bizans tarafına yerleştirilen ve bir çeşit Müslüman gazi savaşçılarına denk düşen, Roma topraklarını Müslüman akınlarına karşı koruyan, zaman zaman da Müslüman nüfus içine akınlar düzenleyen Hristiyan savaşçılar olan Akarit’lerdi. (Menteşa Beyliği, s. 9)
[34] Wittek’e göre, bu nehir bugün Dalamançay denen nehirden başkası olamaz.
[35] Ebü’l Fida coğrafyasından İbn Said’in kayıtları, aktaran Paul Wittek, Menteşa Beyliği, sayfa 2
[36] Pachymérés, I 222 ve devamı B’de. Aktaran Wittek, Menteşa Beyliği 16.
[37] Georges Pachymére, I S. 215 B Wittek s. 24
[38] G. Troickij, Imperatoris Michaelis Paleologi de vita sua opusculum etc. Petersburg 185 s. 7
[39] Pachyméres, I S. 472 ve devmı, Ayrıca başka bir tarihçi olan Nickephorus Gregoras I s. 142 B. Aktran Paul Wittek, Menteşa Beyliği, Öeviren O. Ş. Gökyay, TTK Yayınları 3. Baskı 1999, s. 26-27
[40] Pachyméres, II s. 210 ve devamı, aktaran Wittek.
[41] Nickephorus Gregoras, I S. 214 B, aktaran Wittek s. 38
[42] Paulus Aeginete, Yazmalar, Marciana 292, aktran Wittek s. 39. Düsturnameyi Enveri’ye göre Menteşa Beyi Sasa Tire ve Ephesus’tan başka Birgi’yi de fethetti.
[43] Nickephorus Gregoras, I s. 214 B, aktaran Wittek s. 17.
[44] Pachyméres, II, s. 343 ve devamı B. Aktaran Wittek s. 45.
[45] Rum Selçuklularında karada serhad (sınır boyu) beyliği yapanlara ‘’uc beyi’’ denize sınır boylarında emirlik yapanlara ‘’emir sevahil, mülukü’l sevahil’’ (sahil beyi) denirdi.
[46] Şikarî,
[47] İbn Bibi (El Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Caferi er-Rugadi) hazırlayan Prf. Dr. Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı, 1996 Ankara.
[48] Muhtemelen Birinci Alaeddin ya da oğlu Giyaseddin Keyhüsrev.
[49] Paul Wittek, Menteşa Beyliği s. 24-55, 132-153, 177.
[50] Murad Ali Ciwan, ‘’Amasya Bağımsız Kürt Emirliği’’, https://muradciwan.com/2018/02/18/amasya-bagimsiz-kurd-emirligi/
[51] Karamanname, aslında uzun aralıklarla üç aşamada üç kişi tarafından yazılmıştır. Bunlar Dehhânî, Yârîcanî ve Şikarî’dir.
Dehhânî Rum Selçuklu Sultanı III. Alaeddin Keykubad(ö. 1303) adına İranlı Şair Firdevsi’nin Şehnamesi tarzında Farsça bir eser nazmetmiş, eserin sonuna da Karamanoğulları için 600 beyitlik bir bölüm yazmış, fakat bu bölümü bitiremeden ölmüştür. Yaklaşık üç çeyrek asır sonra sayılabilecek bir dönemde gelen Karamanoğlu Alaeddin Bey (1361-1397), Yârîcanî adlı şairden Dehhânî’nin yarım bıraktığı bu eseri o güne dek getirerek tamamlamasını istemiştir. Eser vezin olarak Farsça tamamlanmıştır. Yârîcanî’den yaklaşık 125 yıl sonra, 16. yüzyılın ikinci çeyreğinde, Şikarî önce bu iki kişinin manzum farsça yazdıkları bölümleri kendince nesir olarak Türkçe ‘ye çevirmiş, son bölümde de kendisi Karamanoğullarının tarihlerinin en son dönemlerini yazmıştır. Dolayısıyla 13 ve 14 yüzyıla ait bilgilere sahip olanlar Dehhânî ve Yarîcanî’dirler, Şikarî değil. Bu nedenle onun o dönemin kısır koşullarında Osmanlı muhalifi bir kroniker olarak iki Bahaddin’den haberdar olmaması mümkündür.
[52] İ. Hakkı Uzunçarşılıoğlu, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, TTK Yayınları, 1937 Ankara, s. 19-22.
[53] Wittek’i çeviren burada persler/İranlılar hatırlatılmasıyla yeniden karşılaşmamak için olsa gerek ‘Arap ve Arap olmayanların hükümdarlarının sultanı’ diye çevirmiş.
[54] Wittek, Menteşa Beyliği s. 132-145.
[55] Paul Wittek, Menteşa Beyliği, s. 52.
[56] Şeref Han, Şerefname Kürt Tarihi, Ant Yayınları, 1971 İstanbul, s. 248-249.
[57] İrani kökenli bir makam ve rütbedir.
[51] Karamanname, aslında uzun aralıklarla üç aşamada üç kişi tarafından yazılmıştır. Bunlar Dehhânî, Yârîcanî ve Şikarî’dir.
Dehhânî Rum Selçuklu Sultanı III. Alaeddin Keykubad(ö. 1303) adına İranlı Şair Firdevsi’nin Şehnamesi tarzında Farsça bir eser nazmetmiş, eserin sonuna da Karamanoğulları için 600 beyitlik bir bölüm yazmış, fakat bu bölümü bitiremeden ölmüştür. Yaklaşık üç çeyrek asır sonra sayılabilecek bir dönemde gelen Karamanoğlu Alaeddin Bey (1361-1397), Yârîcanî adlı şairden Dehhânî’nin yarım bıraktığı bu eseri o güne dek getirerek tamamlamasını istemiştir. Eser vezin olarak Farsça tamamlanmıştır. Yârîcanî’den yaklaşık 125 yıl sonra, 16. yüzyılın ikinci çeyreğinde, Şikarî önce bu iki kişinin manzum farsça yazdıkları bölümleri kendince nesir olarak Türkçe ‘ye çevirmiş, son bölümde de kendisi Karamanoğullarının tarihlerinin en son dönemlerini yazmıştır. Dolayısıyla 13 ve 14 yüzyıla ait bilgilere sahip olanlar Dehhânî ve Yarîcanî’dirler, Şikarî değil. Bu nedenle onun o dönemin kısır koşullarında Osmanlı muhalifi bir kroniker olarak iki Bahaddin’den haberdar olmaması mümkündür.
[52] İ. Hakkı Uzunçarşılıoğlu, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, TTK Yayınları, 1937 Ankara, s. 19-22.
[53] Wittek’i çeviren burada persler/İranlılar hatırlatılmasıyla yeniden karşılaşmamak için olsa gerek ‘Arap ve Arap olmayanların hükümdarlarının sultanı’ diye çevirmiş.
[54] Wittek, Menteşa Beyliği s. 132-145.
[55] Paul Wittek, Menteşa Beyliği, s. 52.
[56] Şeref Han, Şerefname Kürt Tarihi, Ant Yayınları, 1971 İstanbul, s. 248-249.
[57] İrani kökenli bir makam ve rütbedir.
[51] Karamanname, aslında uzun aralıklarla üç aşamada üç kişi tarafından yazılmıştır. Bunlar Dehhânî, Yârîcanî ve Şikarî’dir.
Dehhânî Rum Selçuklu Sultanı III. Alaeddin Keykubad(ö. 1303) adına İranlı Şair Firdevsi’nin Şehnamesi tarzında Farsça bir eser nazmetmiş, eserin sonuna da Karamanoğulları için 600 beyitlik bir bölüm yazmış, fakat bu bölümü bitiremeden ölmüştür. Yaklaşık üç çeyrek asır sonra sayılabilecek bir dönemde gelen Karamanoğlu Alaeddin Bey (1361-1397), Yârîcanî adlı şairden Dehhânî’nin yarım bıraktığı bu eseri o güne dek getirerek tamamlamasını istemiştir. Eser vezin olarak Farsça tamamlanmıştır. Yârîcanî’den yaklaşık 125 yıl sonra, 16. yüzyılın ikinci çeyreğinde, Şikarî önce bu iki kişinin manzum farsça yazdıkları bölümleri kendince nesir olarak Türkçe ‘ye çevirmiş, son bölümde de kendisi Karamanoğullarının tarihlerinin en son dönemlerini yazmıştır. Dolayısıyla 13 ve 14 yüzyıla ait bilgilere sahip olanlar Dehhânî ve Yarîcanî’dirler, Şikarî değil. Bu nedenle onun o dönemin kısır koşullarında Osmanlı muhalifi bir kroniker olarak iki Bahaddin’den haberdar olmaması mümkündür.
[52] İ. Hakkı Uzunçarşılıoğlu, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, TTK Yayınları, 1937 Ankara, s. 19-22.
[53] Wittek’i çeviren burada persler/İranlılar hatırlatılmasıyla yeniden karşılaşmamak için olsa gerek ‘Arap ve Arap olmayanların hükümdarlarının sultanı’ diye çevirmiş.
[54] Wittek, Menteşa Beyliği s. 132-145.
[55] Paul Wittek, Menteşa Beyliği, s. 52.
[56] Şeref Han, Şerefname Kürt Tarihi, Ant Yayınları, 1971 İstanbul, s. 248-249.
[57] İrani kökenli bir makam ve rütbedir.