1890’ın Bitlis’i, Hacı Necmeddin Efendi ve Musa Bey
- 19 Ocak 2022
- 448
Bu çalışma, Fransız yazar Armand Pierre Cholet’in 1892 yılında yayımladığı ’ Voyage en Turquie d’Asie: Arménie, Kurdistan et Mésopotamie’ adlı kitabın Bitlis bölümünün çevirisidir.
1890’ın Bitlis’i, Hacı Necmeddin Efendi ve Musa Bey
Araştırma: Baran Zeydanlıoğlu
Çeviri: Baran Zeydanlıoğlu, Nadia Zidi, İsmail D’passe
10 Şubat 1890
Güzergahımız olan Erzurum, Muş, Malazgirt, Nazik Gölü üzeri seyahat ederek, Van Gölü kıyısında bulunan Tatvan yakınlarındaki bir köyde mola verdik. Bitlis’e 30 km uzaklıkda olan bu küçük köyde, bir gecelik dinlenmemizden sonra, 10 Şubat günü Bitlis’e doğru yola çıktık. Kış aylarında buralarda yolculuk yapmak için taşıma araçları olan bu kızaklara ihtiyaç var. Her bir kızak tek bir kişilik ve bir bagaj alabildiğinden, bizim bagajlarımızın taşınmasını ancak bir kızak ordusu yapabilirdi.
Bizler tek sıra halinde yolalırken, rehberimiz Wartawan ve bir zaptiye, Bitlis’teki konaklayacağımız mekanı önceden ayarlamak için, şafak vakti atlarla yola çıkmışlardı. Yaklaşık 13 saatlik bir yolculukdan sonra Bitlis’e 6 kilometre kala, bizler yokuş aşağı olan bu keskin virajlı patikamızda hem hızla yolalıyor hemde kızaklarımızın devrilmemesine dikkat ediyorduk.
Niyahet şehrin minarelerini, kalesini ve ilk evlerini uzaktan da olsa artık görebiliyorduk. Rehberimiz Wartawan bizi konaklayacağımız mekana götürmek için, iki zaptiye ile birlikte bizleri karşıladı ve bizler de o çok özlediğimiz atlarımıza da kavuşarak, eğerlerdeki yerlerimizi alıp şehre girdik. Wartawan’ın yüzünden huzursuz olduğu açıkça görünüyordu, ki bizlere şehire gelir gelmez polisler tarafından alıkoyulduğunu ve valinin huzuruna çıkartılıp saçma sapan sorulara muhatap kalarak sorgulandığını anlattı. Ancak bizim buraya gelmeden önce Erzurum’a uğradığımızı, orada kimler tarafından ve nasıl karşılandığımızı duyan vali, hemen Bitlis’in en zengininin evinde misafir edilmemiz için emir verdirmiş.
Bize karşı bu tür şüphelerin olması konusuna hiçbir zaman anlam veremediğimiz gibi, nedenini de anlamış değildik, ki zaten konunun açıklığa kavuşması da hep bir sonraki güne kalıyordu. Aniden atlarımız devasa ve bir o kadar da güzel inşaa edilmiş taş bir evin önünde durdular. Evin hizmetkarları merdivenlerin yukarısında bizi karşılamak için dizilmişlerdi. Daha üzerimizdekileri çıkartmamıştık ki evin büyük oğlu bizi karşılamaya geldi ve ardından evin sahibi de: Hacı Necmeddin Efendi’nin kendisi. Bu evdekiler; ülkenin en zenginlerinden, çok köklü ve güçlü bir ailenin torunları. Serveti için bir milyon verseler dahi muhattap olmayacağını söyleyen ailenin reisi olan bu inançlı Müslüman Kürd, benim şimdiye kadar karşılaştıklarım arasında en yakışıklı, en asil, ve en beyefendi olan biriydi diyebilirim. Buralar gibi çok ucra bir yerde, bu denli bir şehir kültürüne sahip, yaratıcı, misafirperver ve sıcak kanlı bu yaşlı adam ile karşılaşmış olmak çok etkileyiciydi. Hele hele sadece şehrin valisinin talebi üzerine tanımadığı biz yabancıları evine kabul etmiş olması, sanki kendi çocukları ve ailesinin birer ferdleriymişiz gibi bağrına basarak, bizleri üç muhteşem gün boyunca ağırlamış bu ender insandan ayrılmak, inanılmaz üzücüydü. Avrupa ve Fransa’ya dair milyonlarca soru yağmuru altında, ev sahibinin bu denli bir kültür ve bilgi sahibi olması bizi inanılmaz şaşırtmıştı. En büyük arzusu olan, kitaplardaki ve anlatımlardaki o büyüleyici şehir Paris’i ve sahip olduğu güzellikleri ölmeden önce kesinlikle görmek isteğini de dile getirdi. Ancak bu beyefendinin oğlu ise babasının bu rüyasından pek hoşnut değildi ve onu vazgeçirmek için de elinden geleni yapıyordu. Oğul ailenin varlığını ve onların idaresinde yegane etken olanın babasının olduğunu düşünerek, eğer baba Fransa’ya giderse işlerin ciddi etkileneneceğini söylüyordu. Ben ise böyle bir şey ummayarak, bu beyefendinin bir gün bizim güzel ülkemizi ziyaret etmesini tüm kalbimle ümid ediyordum. Hem ayrıca zaten kendisi Doğu’nun bir çok yerini gezmiş tecrübe sahibi birisi, ki ailesinin bir kısmı ile Mekke’ye Hac’a dahi gitmiş.
Bitlis’te geçirdiğimiz üç gün boyunca, Hacı Necmeddin Efendi’nin evindeki misafirlere ait selamlık odasında konakladık ve özel muameleye hep tabii tutulduk. Öyle ki yemeklerimiz dahi o odaya geliyor ve Hacı Efendi dahi oraya gelip bizlerle yemek yiyordu. Bu ziyaret vesilesiyle ilk defa böyle büyük şahsiyetli bir Doğu insanının yaşamını yakından görme şansını yakaladım. Bunun yanında bu güçlü beyefendinin günlük yaşamındaki inanılmaz sadeliği beni çok şaşırttı. Sabahın ilk ışıkları ile uyanan Hacı Necmeddin Efendi, yolun karşısında bulunan haremliğinde duasını ettikten sonra, iki binayı biribirine bağlayan asma köprü üzerinden bizim kaldığımız selamlık bölümüne gelerek, bir şeye ihtiyacımızın olup olmadığını soruyordu. Her şehir ziyaretinden eve döndüğümüzde bizimle sohbet etmek için yanımıza geliyor ve Julien ile Türkçe konuşmaya başlayarak, biz Avrupalıların ahlaki değerleri konusunda ilginç yorumlar yapıyordu. Ardından bizler için mutfakta hazırlanan yemekler büyük tepsiler içerisinde getiriliyor ve odanın ortasındaki küçük bir tepsinin üzerine koyuluyordu. Hacı Efendi bizleri sofraya davet edip yemeğe başlayabileceğimizi ekledikten sonra, sırayla çömelip sofra çevresinde bağdaş kuruyorduk. Bizim ardımızdan yaş sırasıyla oğullarından önce büyükler aynı şeyi yapıyor, ardından küçük oğulları, damadı, sonra Zekeriya Bey ve bizim Karadağlı sofraya oturarak kaşıklardan çıkan yüksek sesler eşliğinde yemek yemeğe başlıyorduk. İlk önce bizler yemekleri almaya başlarken, evin diğer ahalisi hep bekliyordu. Sofrada tabiiki tabak, çatal ve bıçak takımları bulunmuyordu. Hepimiz aynı anda balık tutuyormuş gibi, tek bir ana tepsiden yemekleri yiyorduk. Diğer klasik Türk yemekleri gibi, bizler için özenle hazırlanmış bu yemekler de lezzet olarak güzel olsalar da, yine de o yağ tadını hissediyorduk. Ayrıca bu yemek tarzına alışmak çok zor. Çünkü iki büyük ana etli yemeği yedikden sonra, bunların üstüne tatlılar, sütlaçlar ve çörekler yiyiliyor ve ardından tekrar etlilere dönülmesi pek hazmedilecek bir şey olmuyordu. Üstelik bunların hepsi üç kez servis edildiği gibi, bunların hepsi her zaman devasa bir pilav tepsisi ile son buluyordu. Yemek yemenin bittiği sinyali verildikten sonra, herkes elinde içi su dolu büyük bir kapla bekleyen hizmetkarın önünden geçerek, elini ve ağzını özenle yıkıyordu. Hemen akabinde de, tüttürülmeye başlanılan sigaralar eşliğinde sohbet için oturmaya geçiliyordu. Evin küçük çocukları içeri girdikleri zaman selam verdikten sonra bir kenara sesizce çömeliyor ve oturuyorlardı.
Kürdlerde varolan bu aile hiyerarşisindeki saygı geleneği çok köklü ve yaygındır. Onların bu tavır ve davranışlarıyla bizler hergün karşılaşıyorduk. Mesela Hacı Necmeddin Efendi uzun bir çubuk şeklinde olan sigara ağızlığını yakmak için ateş istediğinde, ilk hamleyi büyük oğlu yapıyor ancak o ateşi getirmesi için kendisinden iki yaş küçük kardeşine söylüyor, o da abisinin oğlu ve kendisinden daha küçük olan yeğenine söylüyor ve bu şekilde aile içindeki roller, pozisyonlar ve görevler hiyerarşisi işliyordu. Gecenin sonuna geldiğimizi de, Hacı Efendi’nin kimseye bir şey demeden kalkarak hizmetkarları eşliğinde odadan ayrılmasıyla anlıyorduk. Meğersem buralarda bu bir tür gelenekmiş. Nedeni ise evsahibinin biz misafirleri rahatsız edip de yerlerimizden kaldırmamak ve ev sahibini biraz daha oturması için geriye dönmeye ikna etmemek içinmiş. Hacı efendi zaten kaldıkdan sonra hizmetkarları eşliğinde kendisine ait haremlik bölümüne geçiyor ve ertesi güne sabahına kadar da orada kalıyordu.
Özel hayatında bu kadar sade bir yaşam süren bu beyefendi, çarşıya hiçbir zaman at üstünde gelmiyordu. Ancak çarşıya geldiğinde ise yanında her zaman beş oğlu, damadı ve onu her şartta ve halde korumakla mükellef on silahlı sadık adamı ile birlikte, bir süvari bölüğü gibi dolaşıyordu. Hacı Necmeddin Efendi’yi korumakla görevli bu yakışıklı ve iriyarı adamlar, bu toprakların kadim halkı Kürdlerin torunlarından başkaları değillerdi. Bir zamanlar Kürdlere Urartu’nun milleti de deniyordu, ki önceleri değişik aşiretlere bölünen, ancak daha sonra, Van krallığı döneminde bir araya getirilen Kürdler, çok gözükara ve savaçılıklarından dolayı, Asur Kralı Salmanasaar’ın gazabına uğramışlardı.
Bizler Bitlis’e geldiğimizin ertesi günü Bitlis Valisi’nin yanına gidip kendisine uğramıştık. Vali Bey bizlerle ilgilenemediği ve bize zaman ayıramadığından dolayı mahçup olduğunu ve özür dilediğini bildirdi. Ayrıca bir kaç saat içinde Siirt’e gideceğinden yoğun olduğunu, oraya gitme isteğinin de hem buradaki deprem korkusundan uzaklaşmak, hemde Siirt’in daha iyi bir iklime sahip olmasından kaynaklandığını ekledi. Vali bey bizlerin burada kaldığımız süre içerisinde tüm ihtiyaçlarımızın karşılanması için emir verdiğini de söyledi. Sohbetimiz sırasında vali beyin biraz utangaç ve biraz da endişeli olduğunu gözlemleyerek oradan ayrıldık. Gözlemlerimizin doğru olduğunu oradan ayrılırken denk geldiğimiz bizim gibi Fransız vatandaşı olan ve buraya resmi bir görev için gönderilmiş M. Baudin anlattı. Meğersem bizler buraya gelmeden önce bizi Malazgirt’te ağırlayan kaymakam, Paşa hazretlerine mesaj göndererek ’buraya da uğrayan iki Rus ajanı kalenin planlarını ele geçirmek için Bitlis’e doğru yola çıktılar. Onları engelleyin ’ demiş. Bu mesaj üzerine rehberimiz Wartawan Bitlis’e girer girmez gözaltına alınmış, ki o buraya bizim için kalacak yer bakmak için gelmişti. Yanımızda getirdiğimiz tüm resmi (İstanbul’dan onaylı) evraklara ve tüm anlatmalarımıza rağmen, vali beyin bizimle ilgili duyduğu tereddütleri bir türlü kaybolmadı. Hemşehrimiz M. Baudin’in bizlerin kesinlikle Rus değil Fransız olduğumuza dair teyid de bulunması dahi pek işe yaramadı, aksine şuan Fransa’nın Rusya ile müttefik olmasından dolayı aleyhimize bir durum yarattı. Bizim hakkımızdaki düşünce ve ithamlarına gülmemeye ve bize iyi davrandıkları sürece umursamamaya karar verdik. Şehirde bulunan Mehmet Zeki Paşa adlı bir Tuğgeneral’in bizleri ziyaret edip, emrindeki en cesur Çerkez zaptiyelerle tanıştırmasını ve bizlerin emrine vermesini fırsat bilerek, zaptiyelerin bize refakat etmelerini sağladık.
Yol yorgunluğumuzu gidermek için gittiğimiz hamam çıkışında, vali bey’in Siirt’e doğru yola cıkan kortejine denk geldik. Önde jandarmalar ve bando takımı, arkada Paşa, oğlu, M. Baudin, atlar, katırlar, büyük baş hayvanlar ve kortejle beraber yürüyen bir halk kitlesi. Buz zeminli karlı caddeden geçerek, zamanla şehirden çıkıp gözden uzaklaştılar. Çok güzel bir tablo ortaya çıktı, ki İmparatorluk içerisinde tüm güzellikleriyle beraber en masalımsı manzaraya sahip olan şehir; kesinlikle Bitlis’tir.
Hacı Necmeddin Efendi’den dolayı bizi görmeye gelenlerden ve onun sahip olduğu ilişkiler sayesinde, bir çok kişi ile tanışıp sohbet etme imkanını sağladık. Bunlardan en ilginç olanı şüphesiz İmparatorluğun Bitlis vilayeti savcısıydı. Bu savcının aldığı tüm kararlar Diyarbekir savcısı tarafından sonradan onaylanıyordu. Savcı bey’in sohbetimiz sırasında dile getirdiği şikayetlerin başında, görevini icra ederken karşılaştığı zorluklar bulunuyordu. Ayrıca kısmen hakim oldukları bu çok ucra ve zor şartların bulunduğu ülkeler olan Kürdistan, Ermenistan’ın büyük bir kısmı ve Mezopotamya sınır bölgelerinde, merkezden alınan ve aceleyle uygulanan çok yanlış asimilasyon ve hukuki kararların olduğuydu. Osmanlı’nın savcıları, hakimleri ve mahkemeleri ile uyguladığı bu hukuk sistemi, ki biz Fransızlardan alınmadır, normalde sakin ve uyumlu toplumlar için geçerli olan bir hukuk sistemidir. Ancak bu bölgede hüküm sürmüş, vahşi coğrafya ve zorlu dağ yaşantısına alışkın toplumlara uygulanması çok zor bir sistemdir. Alınan kararları ve ulaştırılması gereken tebliğleri buradaki insanlara iletmeye jandarmalar dahi cesaret etmemekteler, ki direnişçi ruha sahip olan buradaki millet zaten kendilerine tebliğ edilen karar ve hükümlere gülerek cevap veriyorlardı.
Zavallı bu savcı, yılda yaklaşık elli kişi hakkında karar alıp, tesadüfen yakalayıp cezaevine atmayı başarsa bile, iddianame hazırlanmadan bir şekilde etkin bazı kişiler tarafından zamanla bu gözaltındakiler salıverilmek zorunda kalınıyordu. Tabi bu durum karşısında savcılar ve mahkemeler çaresiz kalıyor, buranın halkı nezdinde hukuk sistemi ve caydırıcılığı konusunda da çok sağlıksız bir durum oluşuyordu. Savcı bey, bu durum ile ilgili yakın zaman içerisinde vuku bulmuş bir örneği de bizimle paylaştı.
Bölgedeki en güçlü Kürd beylerinden bir tanesi, başka bir rakibini pusuya düşürerek öldürmüş. Bu hadise üzerine yanına yüzlerce jandarma alan savcı bey, ki yolda bu sayıyı takviye bir bölük ile artırmış, olayı soruşturmak üzere ve cinayet zanlısını mahkemeye çıkarmak için o mıntıkaya gitmiş. Ertesi günü, o eski zamanlardaki Asur krallarının örüklerine benzer saçlarıyla, ürkütücü ve ilkel görünümlü, tepeden tırnağa silahlarla kuşanmış, beraberindeki altı yüzden fazla mızraklı, silahlı ve aynı anda bağırıp çağıran ve hakaretler savuran ordusu ile o Kürd bey gelmiş. Savcının kendisine bir kaç soru sorması üzerine, Kürd beyi rakibini öldürdüğünü itiraf etmiş. Bunun üzerine, yanındaki subaylara dönen savcı bey, cinayet zanlısının tutuklanması için Bitlis’e götürülmesi talimatını vermiş. Subaylar anında savcıya böyle bir şeyin imkansız olduğunu ve burada bulunan silahlı Kürdlerin anında hepsini orada öldüreceklerini söylemişler. Buyurun işte!. Savcı bey ve yanındakiler geldikleri gibi elleri boş dönmüşler Bitlis’e. Yalnız savcı bey her ne kadar şehre döner dönmez Kürd beyi için müebbet hapis istemi ile yakalama ve tutuklama emri çıkartmış olsa da, bu karar uygulanamamış ve hiçbir zaman da uygulanamayacakmış. Bu durumun buranın bir hakikati olduğu bilinse de, Babıali’nin (Osmanlı) Kürdistan’da bulunan düzenli ve güçlü birliklerinin, bir kaç aya kadar harekete geçecekleri ve herkesin akıllarını başlarına almalarını sağlayacaklarmış.
Babıali’nin en büyük hatası, buradaki halka silah ve kılıcın zoru ile değil de, uygar ve medeni uygulamalar ile yaklaşmaya inanmaları olmuş diyorlar. Çünkü buradakiler bu tür uygar uygulamalara uymak ve onları anlamak istemiyormuş. Hiçbir hukukun geçerli olmadığı, aksine sadece şiddetin ve silahın sözünün geçtiği buralarda, devlete ve devletin vali ve savcılarına itaat etmenin tek yolu, eskiden yapıldığı gibi, ilk ele geçirilen zanlıyı asmak veya boynunu vurmak düşüncesi hakim. E zaten ünlü Kürd Musa Bey’in yaptığı korkunç icraatlar da, bu tür düşüncelerin haklılığının ispatı olmuyor mu? Buraların en köklü ailesine mensup olan bu Musa Bey, ki kendisi bizim ev sahibimizin de kayını oluyormuş; beş seneden beriymiş bu civardaki Müslüman ve Hristiyanları terörize edip kan kusturuyormuş. Her ne kadar zorluk çıkardığı ve hedefindekiler genellikle Ermeniler olsa da, despotluğu, zorbalığı, kanlı eylemleri ve yaptığı vicdansızca icraatlardan dolayı, kendi adamları ve aşiret mensupları bile ondan çok korkuyorlar ve itaat ediyorlarmış. Hacı Necmeddin Efendi’nin evdeki yaşlı ve sadık hizmetkarının bizlere söylediğine göre, Musa Bey o kadar sert, katı ve prensiplerinden taviz vermeyen biriymiş ki, kendi ailesini eniştesinin ailesinden daha köklü görüyor ve onun evinde konakladığı halde, kaldığı odaya girmesine izin vermiyor, anında yerine getirilmesini istediği emirlerine uyması için onu odanın dışarısında bekletiyormuş.
Musa Bey çeşitli dönem ve durumlar sonucu yanına aldığı küçük çaplı haydutlardan kendi adamlarını oluşturmuş. Bu ekibi ile birlikte yaptıkları talan, soygun ve yağmalardan kazandıklarıyla, ki aklına estiği zaman adamlarının payını veriyormuş; buradaki ahali arasında öyle bir korku salmışlar ki, kapılarına dayandıkları insanlar kızlarının dahi alınıp götürülmelerine ses çıkartamıyor, boyunlarını büküyor ve kapılarını onlara hep açmak zorunda kalıyorlarmış. Zalim Musa Bey ve adamları büyük ölçekte icraatlar gerçekleştirirken, onları taklit eden küçük ölçekli çok taklitçiler de varmış. Aslında böyle bir ortamda bu tür insanlara karşı ne polis yeter, ne tutanak işe yarar. En güçlü ve yetkili Türk mühürleri dahi buradaki düzen ve sükunetin sağlamasına yetmez.
İki günde buradaki tüm işlerimizi halettik ve hem atlarımız hem de bizler artık yola koyulmaktan başka bir şey istememekteyiz. Ancak Kürd geleneklerini yerine getirmemiz için bir gün daha burada geçirmemiz lazımmış. Bu geleneklere göre bir yerde konak kalan misafir, o evde üç gece geçirmeden oradan ayrılamazmış. Öncesinden ayrılmak ayıp olarak kabul edildiği gibi, sanki misafir olarak gelinen evden ve ev sahiplerinin hizmetinden memnun kalınmadığı algısı oluşurmuş. Bizim durumumuz ise tam aksine, Hacı Necmeddin Efendi ve evinden inanılmaz hoşnut, memnun ve müteşekkir kaldığımızdan, kesinlikle böyle eski bir geleneği çiğneyemeyeceğimizdi. 13 Şubat itibariyle misafir kaldığımız evin ahalisi ve onların aracılığıyla Bitlis’te tanıştıklarımızla güzel ve sakin bir gün daha geçirip, ertesi gün kesinlikle ayrılmamız gerektiğini kendilerine ilettik.
Araştırma: Baran Zeydanlıoğlu – 4 Mart 2018
Çeviri: Baran Zeydanlıoğlu, Nadia Zidi, İsmail D’passe
Bitlisname.com kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.