Bişarê Çeto ve Bitlis Valisi
- 17 Ocak 2022
- 16
Bu anlatım, 1908-9 yılları arası, Bitlis ve Van’da Britanya Konsolos Yardımcısı olarak görev yapmış Arshak Safrastian’ın, 1948 yılında yayımladığı ‘Kurds and Kurdistan’ adlı kitabının 9-13. sayfalarının çevirisidir.
Araştırma ve çeviri: Baran Zeydanlıoğlu
“Rumiler burayı terk etmeliler”
‘Rumi (Romi-Romê) ismi, kırk sene öncesinde, Marmara ve Küçük Asya’dan olan istilacı, işgalci veya o taraftan gelen her bir kişi için kullanılan bir tabirdi. Genel olarak bu sınır, Samsun – Sivas – Kilikya boylamının batısında kalan kısım için geçerliydi ve Romalılar, Bizanslılar ve hatta Türkler de dahil hepsi, hiçbir fark gözetmeden, Rumi olarak adlandırılırlardı. Şüphesiz bu tabir, negatif içerik taşımakta ve hatta ‘Tanrı Tanımayan’ anlamına dahi gelmekteydi. Bu tanımlama, halen Kürd aşiretleri arasında yaygın olmakla birlikte, az da olsa Kuzey Arapları, Ermeniler ve Batı Farsları arasında da vardı. Özellikle köklü Kürd aşiretlerinin bu tanımlamayı kullanarak, kendilerinin birebir yaşadıkları ve anlatılabilecekleri çok olay olmuştu. Bunlardan bir tanesini anlatmak yeterli olacaktır.
Bişarê Çeto Ağa, gerektiği taktirde üç bin silahlı süvariyi harekete geçirebilecek, beş Kürd aşiretinden oluşan konfederasyonun yürekli, cesur ve saygın bir Kürd lideriydi. Kendisi, ulaşılması imkansız ve yolu izi olmayan Toros dağlarının yalçın kayalıkları arasında bir yerlerde, ailesi ile birlikte bir kalede yaşıyordu. Bişarê Çeto Ağa, hem Kürdistan’da tanınıyor, hem de Fars ve Irak’taki aşiretler arasında, efsanevi gözü karalığı ve eşsiz cesareti ile biliniyordu. Çeto ayrıca çok büyük sayıda büyükbaş hayvan sahibi olan, başarılı bir sığır yetiştiricisiydi de. Öyle ki, her sene onlarca tüccar Halep ve Şam’dan koyun, keçi, at ve inek satın almak için, Kürdistan ve Ermenistan’ın serin vadilerini ziyarete gelirlerdi. Çeto bu şekilde yüklü miktarda kazanç elde ederdi ancak hiçbir şekilde davetsiz Rumi misafirine, yani Türk Hükümetine, vergi vermeyi kabul etmezdi. Çünkü Çeto, hayvanlarının otladığı yaylaların ve kendilerinin yaşadıkları toprakların onlara atalarından miras kaldığını, aşiretinden başka bir oluşumu kabul edip tanımadığı gibi hiçbir zorlama veya şart altında da, Tanrı Tanımayan Rumilere ne toprak vergisi, ne hayvan vergisi ne de asker vermeyeceğini de dile getiriyordu. Her ne kadar Çeto’nun kendi aşiret üyeleri de bazen Suriye ve Irak’tan, Kürdistan ve Ermenistan’a gelip giden kervanlara saldırıp yağmalasalar da, Çeto yine de gaddar ve hırsız despotlara karşı, fakir ve güçsüzlerin kahramanıydı.
1908’deki Jön Türklerin devriminden sonra, hükümet tarafından, özellikle Sultan yanlısı olan ve son yirmi senede sözü geçen güçlü Kürd aşiretlerine karşı ayrı bir siyaset uygulanmaya başlandı. Diyarbakır ve Bitlis’teki Türk hakimlerinin çekmecelerinde, Bişarê Çeto ve dört oğlu için çıkartılmış yüzden fazla tutuklama kararı vardı. Ancak hiç kimse cesaret edip de bu tutuklama kararlarını kendilerine götürmeye cesaret edemiyordu, çünkü hangi memur veya jandarma onların yaşadığı yerlere yanaşmaya çalışmışsa geriye canlı dönmemişti.
Artık nasıl olduysa, 1908’in Eylül ayında, hükümet güçleri bir şekilde Çeto’nun oğullarından birisini ve torununu, Diyarbakır kuzeyindeki vadide yakalamayı başararak, zindana atmıştı. O tarihlerde altmış yaşlarında olan, fakat Toros Dağlarındaki bir kartal gibi çevik ve dinç olan Bişarê Çeto, Türklerin sinsi bir plan ile oğlu ve torununu yakalayıp zindana attıkları haberini duyunca deliye dönmüştü. Hemen Diyarbakır, Musul ve Bitlis’teki, Türk olmayan dostlarına gizliden haber yollayarak, bu sinsi Rumilerden çok kötü intikam alacağını bildirdi. Çeto ayrıca mesajında, 1830’lardaki Kürd-Türk savaşında, o zaman yeni kurulmuş düzenli Türk Ordularının, nasıl ona atalarından kalma ve ailesine ait olan sarayı bombaladıklarını, dedesini öldürdüklerini ve masum insanların kollarını ve kulaklarını kestiklerinden de bahs etmişti.
Suriye tarafından gelip Dicle Vadisi ve Bitlis-Siirt taraflarına ulaşmak için iki kervan yolu vardı ve Bişarê Çeto’nun aşiret mensupları bu iki güzergahı da kolaylıkla kontrol edip denetleyebiliyorlardı, ki geçmişte çok yapmışlardı böyle şeyler. Bu istikrarsız devrim yıllarında, İstanbul’daki Türk hükümeti tayin edeceği yüksek mevki memurları konusunda temkinli davranıyordu. Atanan valilerin bulundukları yerlerdeki yobaz ve gericilerin saflarına geçme ihtimalinden çekindiklerinden, sürekli vali değiştiriyorlardı. Özellikle de İstanbul’a çok uzak olan bu bölgelerde.
1909 yılı başlarında İstanbul hükümeti, Paris’te eğitim almış bir Jön Türk’ü vali olarak Bitlis’e atamıştı. Vali Bitlis’e gelip yerleştikten sonra, İstanbul’daki eşini ve ev mobilyalarını Akdeniz üzerinden Suriye’ye ve oradan da Diyarbakır üzeri Bitlis’e getirmek üzere yola çıkartmıştı. Ancak valinin eşi, Diyarbakır ötesindeki güzergahların güvenli olmamasından, haftalarca Diyarbakır’da beklemek zorunda kalmıştı. Şüphesiz bizim aşiret lideri Çeto’nun bu güzergahlar üzerinde cereyan eden kervan talanlarında rolü vardı kesin. Neyse, Bişarê Çeto’nun bir şekilde Bitlis valisinin eşinin buradan geçecek bir kervanda olacağından haberi olur ve bu Rumiyi utandırıp ona hayatında unutamayacağı bir dersvererek, tutsak olan oğlu ve torununun intikamını alma kararı alır. En cesur süvarilerini valinin eşinin geçeceği kervan güzergahı üzerindeki kesişme noktalarına yerleştirir ve tüm adamlarıyla kervanı beklerler. Eşinin kervanına saldırı olabileceği ihtimalini göz önünde bulunduran Bitlis valisi, tedbir olarak onbeş silahlı zaptiyeyi önceden kervanı Diyarbakır’dan Bitlis’e kadar korusunlar diye hazırlatmıştı. Ancak aynı yılın Eylül ayının ilk haftasında, Türkiye’nin doğu bölgelerinde haber yankılanmaya başlamıştı bile: Kürd ’eşkıyalar’ bir İstanbul hanımını kaçırmış ve dağa kaldırmışlardı. Daha sonra öğrenildi ki, Diyarbakır’ın 65 km kuzey-batısındaki bir nehir geçişinde, Çeto ve adamları valinin eşini taşıyan kervana güpe gündüz baskın düzenlemiş, tek kurşun sıkmadan zaptiyeleri etkisiz hale getirip onları serbest bıraktıktan sonra, valinin eşi, cariyeler ve yük hayvanları da dahil olmak üzere, tüm kervanı alıp kendilerine ait olan dağdaki emin bir yere götürmüşlerdi.
Olaydan bir kaç gün sonra, Bitlis valisini gördüm, ki kendisini aşağılanmış ve hakarete uğramış hissediyordu. Ülkenin içinde olduğu ’barbar durum’dan yakınarak, insanların da ne kadar ilkel olduklarını dile getiriyordu. Türkiye’nin, Arnavutlara karşı bir ve Araplara karşı iki savaş geçirdiğini ve yeni hükümetin üçüncü kapsamlı bir savaşın, Kürd aşiretlerine karşı yapılmasını kaldıramayacağını söyledi. Sadece büyük bir ordunun Kürdistan’ı tekrardan istila edip üstesinden gelebileceğini anlattı. Beni şaşırtan, Valinin endişeli bir şekilde kervanla birlikte kaçırılan Viyana Mobilyaları’nın durumunu dile getirmesiydi, ki bu koltukları eşi ve cariyeleri ile birlikte, özel sipariş olarak İstanbul’daki bir Yahudi’nin mağazasından aldığını da ekledi. Belki de bu eğitimli Türk, aklı sıra bu ‘barbar topraklara’ ithal mobilya getirerek uygarlığı getireceğini sanıyordu.
Bahar olunca, İngiliz Ordusuna ait tüfeklerle yaban domuzu avlamayı seven yaşlı Bişarê Çeto’nun kendisi ile görüşme imkanı buldum. Kendisi, Rumi kadınların da ve a la franga (Avrupa’dan gelen) mobilyaların da bir işe yaramadığını, ki zaten mobilyaların hepsinin de yoldaki ilk ani bir sarsıntıyla kırıldıklarını anlattı. Bu anlatım sırasında Çeto’nun gözlerinden ateşler çıkarcasına, kızgınlıktan titreyerek ve kararlı bir şekilde: ‘Rumileri burada istemiyoruz; biz kendi kendimizi yönetebiliriz. Atalarımızın Hz. Adem’den beri bu topraklarda yaptığı gibi. O yüzden Rumiler buralardan gitmeliler. Benim oğullarım ve torunlarım Rumiler buraları terk etmedikleri sürece huzur bulamazlar’ dedi.
Bölgede çok güçlü olan ve Bişarê Çeto’nun da itibar ettiği,bir Şeyhin aracı olmasıyla, valinin eşi sağ salim ve el değmemiş olarak serbest bırakılarak, kocasının yanına Bitlis’e getirildi. Buna karşılık Çeto’nun oğlu ve torunu da Diyarbakır’daki zindandan salıverildiler. Bütün bunlar hiçbir yerde yazılı olmayan, ancak bu kadim Doğu kültüründe var olan, ‘sığınmacıya dokunulmaması’, şeref, gurur ve karşılıklı saygı ve güvene dayalı olan hukuk düzenine istinaden gerçekleşmişti. Kadın veya erkek fark gözetmeden, eğer biri size sığınmışsa, o artık Tanrı Misafiri olduğundan sahip çıkılmalı ve özen gösterilmeliydi. O yüzden bütün bu kadim değerlere bağlı olan Çeto da misafirlerine, her ne kadar onlar düşmanları Rumiler olsalar da, beklenildiği gibi saygı ve itinayla davranmıştı. Viyana Mobilyaları da uzun zaman bölgede kahkaha ve şaka konusu oldu, ki zaten mobilyanın çoğu kervanın Çeto’nun dağdaki emin yerine varıncaya kadar yolda kırılmışlardı. Mobilyaların eğitimli sahibi kahrolmuştu bu sonuca.
Bu romantik aşiret reisi Bişarê Çeto Ağa, uzun süre yenilmez bir şekilde dağdaki emin yerinde kalmayı başardı. 1930-1 yılları arasındaki Kürd-Türk savaşında, tüm adamları ve güçleri ile Kürdistan’ın bağımsızlığı için savaşa dahil oldu. Aylarca Türk askeri birliklerine Diyarbakır tepelerinde korku saldı. Ancak nasıl olduğu halen bilinmemekle birlikte, Çeto ve üç oğlu, Türkler tarafından tuzağa düşürüldüler ve hunharca katledildiler.
Dış dünya tarafından yaptıkları pek bilinmeyen bu aşiret reisi, aslında çok önemli bir yer edinmişti. Gençlik yıllarında bencil ve kendi mıntıkası ile uğraşan, hiçbir şekilde Kürd Ulusal Mücadelesine kulak vermeyen Çeto, yaşlılığında Kürdlerin birliği ve mücadelelerine destek vermek için, tüm kalbi ve ruhuyla bağımsızlık için savaşa girdi. Öldüğü zaman, rahatlıkla seksen yaşının üstünde vardı.
Kürt milleti ulusal bir bilinç ile uyanmakta – ileriye dönük umut veren bir uyanış.
Arshak Safrastian – Kürdler ve Kürdistan – (sayfalar: 9-13)
Londra, The Harvill Press Ltd. 1948
Bitlisname.com kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.