Şerefname; “Yabancı devletler, Kurdistan’ı işgal edebilmek için, herşeyden önce, Bitlis Beyliği’ni zapt etmeye yeltenmişlerdir.”

Bitlis Beyliği üzerine yapacağım bu konuşmanın amacı, Kürt Beyliği’nin bazı temel sosyolojik özelliklerini anlamayı amaçlıyor. Sosyolojik tahayyül gücüyle beyliğin tarihsel olarak yeniden kurgulunması sağlanarak bazı özelliklerine dikkat çekilmek isteniyor.

Kurdoloji’deki hakim bir takım orientalist ideolojik paradigmalar sebebiyle, Kürt Beylikleri üzerine araştırmalar bugüne kadar Kürt incelemelerinin ciddi konusu olamadı. Genelde Kürt Beylik tipolojisi, özelde ayrı ayrı beyliklerin tarihleri üzerine bilgiler çok zayıftır. İdeolojik ve siyasi olarak Kürt Beylik olgusunun Kürt toplumunun sosyolojik bağlamında ortaya konulamamasının temel sebebi Kürt sosyolojisi ve özelde kimliğinin kendisine ait özerk özelliklerinin gözden ırak tutulmasının bilinçli bir tercihi olarak Kürt Beylik araştırmlarını ya küçümsemiş ya da bu çalışmalar, söz konusu bağlamdan ayrı tutularak yapılmıştır.

Beylik-sonrası yeniden aşiretleşme, şeyhliğin ve tarikatsal cemaatçiliğin artan önemi, öne çıkan yeni sosyal statüler nedeniyle de Kürdoloji araştırmaları büyük oranda antropolojik bir çalışmaya dönüşmüş, Kürt sosyolojisinin bir çok temel alanlarını gözden ırak tutmuştur.

Ancak, belirtmemiz gerekir ki, Kürt sosyumunun, Kürtlerde sosyal olanın yapımının, başlıca hallerinden biri Beylik halidir. Kürtlerde Beylik halinin tarihsel, kültürel, ahlaki, psikolojik, etnolojik, kısacası, sosyolojik esasları vardır. Başka bir deyimle, Kürdün civat, komel olma toplumsalı yapma aklı, beylik, begzadelik şeklidir. Bu cemaat tipi özerk varoluşa dayalı, aşiret konfederasyonlarıyla bütünleşerek belli bir yöreyi, Bitlis özelinde olduğu gibi şehir-kale, şehir-beyliği esas alan, belli bir bölge üzerinde şehirlilik hali olan, fedarel bir şekilde gelişen yerleşik olanın doğal bir sosyum tipidir. Akıncı toplulukların sosyum tipi ordu ya da devlet eksenli, devlet ya da ordunun dayatmasıyla üstten gelen, dayatılan bir sosyum oluşturma tarzıdır. Burada esaslı bir fark söz konusudur. Beylik topluluk içi zımni sözleşmenin ürünüdür. Bu anlamda, sosyal yaşam, son tahlilde, devlet-eksenli değil, toplum-eksenlidir.

Kürtlerin Beylik haline, değişik dillerin ve çevre idari kavramların etkisi ve kürtleştirilmiş varyantlarıyla Emaret, mirekti, han, begiti, hükümet vs. denilir ve bu çoğu kez aynı zamanda aynı kişi ve beylik için kullanılır. Ben, kısaca, Begiti ve Beg diyeceğim, çünkü, Beg kavramanın sosyolojik olarak daha tarihsel ve etnolojik bir anlam taşıdığını düşünüyorum. Ayrıca, belki de, tarihsel olarak kürtlerde iktidarın dinsel ve ilahi meşruiyet kökenlerini ifade etmesi sebepleriyle de Beg kelimesinin benzerlerinden daha otantik bir kelime olduğu söylenebilir. Genellikle, efendi, bey ve hükümdar anlamları taşıyan Beg kelimesi, Eski iranca’da, Awestaca’da Bag kelimesinden gelir ki, bu da tanrısal bir mana’yla ilişkilidir. Beg kelimesinin tanrı kökenli olması kürtler içinde Beylik olgusunun tarihsel kökenine, meşruiyetine ve idari kültürüne de işaret eder.

Kürt Beyliklerinin bilinen tarihi 7. ve 8. yüzyıllardır. Kuşkusuz, bu islam tarihçilerinin kaynaklarının gösterdikleridir. Kürt Beyliklerinin İslami Dawa’ya çağrılan bir dönemde, kendi varlıklarını özerk olarak devam ettirme durumları, büyük ölçüde, İslam’daki ilk Kürt imgesinin oluşmasına sebep olarak görülebilir. Ki başlangıçta olumsuz bir imge, kürtleri dışlayan, ötekileştiren bir ögedir; cin imgesi. İslam etnik temele dayalı Beylikleri, yerel merkez-kaç güçler olarak kabile asabiyyesi çerçevesinde tanımlamakta ve dolayısıyla varlıklarını meşrulaştırıcı eylemlerden uzak durmaktadır. Cihani bir din olarak islam dini yerel özerk yapılarla gergin bir durum yaşamıştır.

Emeviler, Abbasiler ve daha sonra da, Selçuklu imparatorlukları döneminde Kürt Beyliklerinin statüsü üzerine çok az bilgi vardır. Bu dönemler için en bilineni Merwaniler üzerine İbnül Erzak’ın kaynağıdır. (983-1085).

Kürt Beyliklerinin statü ve rolünün artışını ve güçlü bir şekilde ortaya çıkmaları sürecini, Kürt imgesinin islami kimlik ve medeniyet içinde ötekileştirilmeden çıkarılmasıyla yakınen bağlantılıdır. Ötekileştirici cin çocukları metaforu her ne kadar kürtler üzerine olumsuz ve islam-dışı bir imge idiyse, Selahaddin Eyyübi’nin ortaya çıkması ve islamın kurtuluşuyla da bir o kadar başka bir olumlu bir kurd imgesinin oluşmasına, kürt beyliklerinin yeniden itibarını yükseltmiş olmasına neden olmuştur. Bu sadece islami medeniyet ve topluluklar için değil, özellikle de, kürtler için sıradan bir eylem değildir. (1187). Bazı romantik milliyetçilik ve anakronik değerlendirmelerle Sultan Selahaddin Eyyübi kürt tarihçiler tarafından, islam’ı ve Kudus‘u kurtarma yerine, “Kürt Devleti” oluşturmadığı için, kürtler için bir şey yapmamış olmakla eleştirilir.

Doğrusu ise, Selahaddin Eyyübi’den sonra Kürtler ve Kürt Beylikleri için yeni bir dönem başlar. Eyyübi sadece, islam dünyasında Kürt İmgesi’ni olumlu bir hale getirmez, aynı zamanda, bununla bağlı olarak, Kürt Beyliklerinin özerk olarak varlıklarını devam ettirebilmeleri için dinsel meşruiyete dayandırılması için de önemli bir rol oynar.  İslam’ın uniter tek tip devlet fikrinden, beylik ve özerkliklere fırsat ve imkan tanıyan devlet fikrine varmasında, geleneksel beyliklerin önemli bir rolü olmuştur. Bu anlamda, islami devlet anlayışı, Kürt bölgesinde hakim olan özerk beylik tarzının, “federal toplum” geleneğiyle uyum sağlama fikrini kabullemiştir.

Kürt Beyliklerinin itibar, rol ve önemleri Selahaddin-sonrası’nda artık farklıdır. Ve Kürt Beyliklerinin işbirliğini, ilgisi ve dostluğunu kazanmak başkaları için önemli bir stratejiye dönüşür. Aslında, Selahaddin Eyyübi’yi ortaya çıkaran tarihsel ve sosyolojik sebepler aranırken, bir Kürt komutan’ın hiç yoktan çıkıp Kudus’u ve İslam’ı kurtarması anlaşılmaya çalışıldığında, işte, kürtlerin bu tarihsel dönüşümünü sağlama, onları “islamın ötekileri” olmaktan bir yere kadar kurtarma, bölgede eşit hakla özdeşleşme sorun ve ihtiyaçlarının o dönemde neler olduğunu iyi anlamız, bunları doğru bir şekilde incelememiz gerekir.

Buna ilişkin tezlerimizden biri şudur; Selahaddin Eyyübi sonrasında Kürt Beylikleri islami cihani imparatoruluklar çerçevesinde dinsel meşruiyyet kazanmışlardır.

Bitlis Beyliği’ne Kısa Bir Bakış

Bidlis Beyliği (1182-1847) Bidlis bölgesindeki 24 Kürt aşiretinin birleşmesiyle oluşmuştur. Bu birleşme toplantısının bir gün’de olmasından ötürü, Bitlis Beyliği’ne Rozagi, Rojeki, Roşkan, Rojkan Beyliği de denir. “10. yüzyılda Gürcü David’in Bitlis ve Sason bölgesinde yenilmesinden sonra oluştuğu tahmin edilir.”(1) Bitlis Beyliği’nin oluşma tipolojisini Oğuz yapılanmasına benzeten Türk araştırmalarının olduğunu belirtmek istiyorum, (2) Bitlis Beyliği’nin oluşmasında, tabii, dış istilacı grupların akınlarının artmasının etkisini gözden ırak tutmamak gerekir.

Bitlis Beyliği tarihi boyunca, dış güçlerin etkisi altına girdiği dönemlerle kesintiye uğrasa da,Akkoyunlu (1467-1495) ve Safaviler (1507-1514) babadan oğula geçen irsi hükümet idaresini 1800’un ortalarına kadar devam ettirmiştir.

Benên kemendên xwe berdan wekî maran
Ji bo ku têxin destê xwe şêrên felekê
Bi dest xistin Kurdan bi zora milê xwe hemî sengeran

Vekirin di hemî ciyan de deriyên şêran
Li milekî bejna xwe dikirin al, bilind dikirin
Li milekî jî çêdikirin bi zend û milên xwe derenceyan (3)

Bîtlîs Kalesi Minyatürü

Bitlis Hükümdarı Mir İbrahim’in Akkoyunlulara karşı savaşı. Kalede kendisiyle birlikte 8 kişi kalmıştır ama direnmeye devam edişi resmedilmiştir.

BİTLİS BEYLİĞİ, İDRİS-İ BİDLİSİ VE OSMANLI İMPARATORLUĞU İLE İTTİFAK

Şah İsmail 1507’de Ermeni ve Kürtlerin yurdu Erciş ve Ahlat’ı, ardından Dulkadiroğullarının merkezi Maraş’ı fethetmiş, Bitlis’in Kürt hâkimi Şeref Han’ı kendisine bağlamıştı. Diyarbakır’a atadığı adamı, Musul ve Cizre’de kan dökerek Safevi egemenliğini iyice pekiştirmişti.

Bunun üzerine 11 Kürt emiri Şah İsmail’e bağlılıklarını bildirmek üzere şahın bulunduğu Hoy şehrine gitmişler ama Şah İsmail bu beylerin sekizini hapse attırmıştı. İşte Safevi-Kürt ilişkilerinin iyice gerildiği bu ortamda II. Bayezid öldü (1512), tahta tarihe ‘Yavuz’ unvanıyla geçecek olan I. Selim çıktı.

Yavuz Selim, Şah İsmail’in II. Bayezid’in izniyle gerçekleştirdiği 1501’deki Erzincan ziyareti sırasında Trabzon valisiydi ve Anadolu Kızılbaşlarıyla Safevilerin ittifakının nelere mal olabileceğini daha o zaman idrak etmişti. Babasının vasiyeti de “Mısırlıdan Osmanlı’nın, Kızılbaştan ehl-i İslamın öcünü alması”ydı. Padişah İdris-i Bitlisî’ye bir miktar para göndererek gönlünü aldı ve saraya geri dönmesini sağladı.

Bitlis Emirliği ve bölgenin Kürt beyleri hakkında önemli bilgiler veren Şerefname, İdris-i Bitlisi’den övgüyle bahsederek bölgenin Osmanlı Devleti’ne bağlanmasında önemli rolünden bahseder.

“Sultan batıya dönmek üzere Tebriz’den ayrıldığında, mirler kendi toprakları üzerindeki veraset haklarının tanınması talebiyle İdris-i Bidlisi’yi ona yolladılar ve belli bir önderlik altında Kara Han’ın üzerine yürüyüp onu Kürdistan’dan kovabilmeleri için, içlerinden birini beylerbeyi atamasını rica ettiler. Padişah, İdris’e böyle önemli bir göreve hangi mirin layık olduğunu sordu. Bunun üzerine bilge İdris, şu tavsiyede bulundu: “Onların hepsi de hemen hemen eşittir ve hiçbiri diğerinin önünde eğilmek istemez. Kızılbaşlara karşı birlikte ve etkili bir mücadele için, eşgüdüm yetkisini bütün mirlerin itaat edeceği bir saray hizmetkarını vermek gerekir.” Nitekim böyle yapıldı ve Bıyıklı Mehmed Kürdistan beylerbeyi olarak doğu bölgesinde kaldı.”(4).

“İdris’in Yavuz Sultan Selim’in emriyle bölgedeki çalışmaları tam bir başarıyla sonuçlandı. İdris; Bitlis, Diyarbekir, Sason, Hizan, İmadiyye ve sair yerleri dolaşarak, o yer beylerinin Osmanlıya itaatlarını sağlamıştır. Hısn-ı Keyf (Hasankeyf) ve Siirt Eyyubî sülalesinden II. Halil, Bitlis emiri Şeref Han, Hizan emiri Davut Bey, İmadiyye hakimi Emir Seyfeddin gibi önemli şahsiyetler dahil olmak üzere yirmi beş emir bir toplantı yaparak Osmanlı tebaiyyetini kabul ettiler.”(5)

Kürt Beyleri’nin Osmanlı ile ittifakının Kürt Beylik statüsünü hiç kuşkusuz güçlendirmiştir. Ancak, Osmanlı merkezi iktidarıyla ilişkiler de sorunlu olmuştur. Çatışma noktaları esas olarak, özellikle de, Kasr-ı Şirin Anlaşması’na kadar “haddini aşma” olarak; “kendi bölgesi dışındaki alanlara” hükmetmeye yetlenme ve oralardan vergi toplama gibi sebeplerle olmuştur.

Bidlis Beyliği, her iki cihani din imparatorluğu arasında yürütmeye çalıştığı başarılı diplomasi ile ayakta kalmaya çalışır. Osmanlılarla ilişki halinde bulunan IV. Şeref Han 1534 yılında bağlılığını Safevilere yöneltir. Bunun üzerine Osmanlı sadrazamı İbrahim paşa, Ulema Paşa’ya Bidlis Beyliği’ni fethetmesini emreder. Ulema Paşa Bidlis’i ele geçirir ve IV. Şeref han’ı da öldürür. Ve Bidlis Beyliği’nin hükümdarlığını IV. Şeref han’ın oğullarından biri olan III. Şemseddin’e verir. (6)

1534 yılında, bir çok Kürt Beyliği gibi, Bitlis Beyliği de III. Şemseddin idaresi altında Savefilerle ittifak yaptı. Bu nedenle, I. Şah Tahmasp tarafından 1535 yılında Han ünvanı ile ödüllendirildi. (7)

Şah Tahmasp imzaladığı Emirname’de:

Kürdistan’daki Ulu Bey’lerin, vekillerin ve komutanların, adı geçen Han’ı başlarındaki tek Beylerbeyi olarak kabul etmeleri, her an kendisine itaat ve boyun eğme görevlerinde bulunmaları, devletin yüksek çıkarlarıyla ilgili, istediği zaman vereceği özel emirlerini büyük bir dikkatle uygulamaları gerekmektedir” (8) der.

“Uzlaşamazlarsa Kurdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yolu ile bunlara ebediyete kadar ilâ ebeddevrân mutasarrıf olacaklardır. Eğer bey, varissiz ve akrabasız ölmüşse o zaman eyâleti hariçten ve yabancılardan hiç bir kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleriyle görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse ona tevcih edilecektir.”

Bu dönemde Kanuni Sultan Süleyman İdris-i Bidlisi ve Yavuz Sultan Selim arasındaki mütabakatı daha da belirgin hale getiren bir stratejiyi yeniden aktüelleştirerek, Kürt Beylikleriyle ilişkilerin temel prensipleri sayılacak bir ferman yayınlar. Bu Emirname-i Şerif’e (Kutsal buyruk) göre; “… Kürt beylerine, gerek Devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsülleriyle, oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir. Bu münasebetlerle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamalı, dışarıdan müdahale ve taaruz edilmemelidir. Bu emr-i celile riayet edilecek, hiç bir suretle üzerinde kalem oynatılmayacak hiç bir yeri değiştirilmeyecektir. Bey öldüğünde eyaleti kaldırılmayıp bütün hududu ile mülkname-i Humayun uyarınca oğlu bir ise ona kalacak, eğer müteaddid ise istekleri üzerine kale ve yerleri aralarında paylaşacaklardır. Uzlaşamazlarsa Kurdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yolu ile bunlara ebediyete kadar ilâ ebeddevrân mutasarrıf olacaklardır. Eğer bey, varissiz ve akrabasız ölmüşse o zaman eyâleti hariçten ve yabancılardan hiç bir kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleriyle görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse ona tevcih edilecektir.” (9)

Bunun üzerine, III. Şemseddin’in oğlu, V. Şerefhan’a (Bidlisi) Şerefname’nin yazarı, Osmanlı imparatorluğu tekrar ırsi idareyi devreder. Şeref han bu teklifi kabul ederek Osmanlı imparatorluğu ile yeniden ittifaka geçer.

Kürt Beyliklerinin ve bunun içinde Bidlis Beyliği’nin statüsü ve rolü, özellikle, Kasr-ı Şirin Anlaşması’nın imzalanmasına kadar daha özerk, merkezi idarenin üstlerindeki egemenlikleri daha esnek ve her iki imparatorluk tarafından daha çok ilgiye şayandırlar. Kasr-ı Şirin Anlaşması, Osmanlı ve Savefi İmparatorluğu arasında belli bir düzen ve istikrar sağlamakta ve buna bağlı olarak, Osmanlı imparatorluğu’nun Kürt Beyliklerinin özerkliği konusunda daha sıkı bir idari ilişki içine girmeye başlamıştır.

Bilindiği üzere, Osmanlı imparatorluğunda idari gelenek olarak islam, bizans ve devlet eksenli Osmanlı gelenekleri vardır. Kürt Beylikleriyle olan ilişki ve onların statüsünün tanınmasında bu her üç idari gelenekten ötürü tek tip bir davranış tarzı söz konusu olmamıştır.

Klasik Osmanlı idari sisteminde “Geleneksel olarak taşra yönetimi, sancakların yönetimi için merkezden atanmış iki yetkili barındırırdı: Askeri sınıftan gelen ve sultanın yürütme yetkisini temsil eden bey (ayrıca sancakbeyi de denirdi) ve ulemaya mensup olan ve sultanın yasama yetkisini temsil eden Kadı. Kadı, kanunnamelerde yazılı olan Sultan yasalarının (kanun) yanı sıra Şeriat (dinsel yasalar) uzmanı da olmak zorundaydı. Kanunnameler vergileri, geçiş ücretlerini, memurların görev ve imtiyazlarını vs. yasalaştırır ve her bir sancak için ayrı ayrı hazırlanırlardı. Bey ve kadıya ek olarak her bir kazada ayrıca İslam hukukunu yorumlayan bir müftü bulunurdu. Müftü fetvalar vasıtasıyla hukuki kanunlardaki görüşünü bildirirdi. Arap vilayetlerinin dışında müftü geleneksel olarak Osmanlı yönetici tabakasının bağlı olduğu Hanefi hukuk ekolünün bir parçasıydı.(10)

Çeşitli sancaklar sonraları vali olarak da anılan bir beylerbeyi tarafından idare edilen eyalet ya da beylerbeyliğinden oluşurdu. Sancakbeyi gibi, beylerbeyi de merkezi yönetim tarafından atanırdı; beylerbeyi ayrıca eyaletinin baş kazasının da sancakbeyiydi. “Paşa” unvanını taşıyan beylerbeyi, kendi vilayetindeki tüm sancakbeylerinden üst rütbedeydi. Vilayet idaresinin başıydı. Ancak sancakbeyleri, askeri seferler haricinde beylerbeyine değil, doğrudan sultana karşı sorumluydu.” (11).

Bidlis Beyliği Osmanlı idari sisteminde biçim olarak “hükümet” idi. Hükümetler en yüksek düzeyde özerkliğe sahip idari biçimlerdir. Hükümetlerin tımar, zeamet ve hasları olmazdı ve Osmanlı devletine vergi vermezlerdi, sipahi orduya da düzenli asker sağlamazlardı.

“Bu idari yapılanma 16. ve 17. yüzyıllarda yaygın biçimde uygulandı; ancak mevcut belgeler Kürt emirliklerine bağışlanan özerkliğin derecesinin dikkate değer ölçüde azaldığını göstermektedir. Osmanlı devleti Kürt grupları üzerindeki denetimini giderek yoğunlaştırdı ve onların iç işlerine müdahale etti. Evliya Çelebi bölgeyi ziyaret ettiğinde hükümet tanımına uyan Kürt emirlikleri artık yoktu. Bazı Kürt grupları zaman içinde daha fazla özerklik kazanmış olsa da, 17. yüzyılın sonu itibariyle artık bunların hiçbiri hükümetlerin bir zamanlar oldukları kadar özerk değildiler.(12)

Kürt Beylikleri ile Osmanlı imparatorluğu arasındaki ittifak sorunu, günümüzdeki türk tarih yorumlarında; “bir pragmatizm” ve “diplomasi” sorunu olarak yorumlanır, söz konusu ittifak ve anlaşmaya, esas olarak, yaptırım gücü olan hukuki ve idari bir mevzuat olarak değil, “geçiçi, konjüktürel bir durum” olarak bakılır. Onlara göre, Beylikler de aşiret oluşumlarından farklı bir yapılanma değillerdir. Kürtleri birarada Osmanlıya iltihak ettirmek için bir tampon mekanizmadır. Bu konudaki tipik teze örnek olarak şöyle bir bakış açısını verebiliriz;

“Osmanlılar fethettikleri bölgelerin durumuna göre mutlak bir merkezîyetçilik fikriyle hareket etmemişler, pragmatik davranarak ihtiyaca göre farklı özelliklere sahip çeşitli idare şekilleri tesis etmişlerdi. Bu anlayışın sonucu olarak Adana, Çıldır, Trabzon, Şam, Rakka, Tunus, Bosna, Şehrizor ve daha çok İran sınırına yakın bölgelerde, Ekrâd sancağı (Yurtluk-Ocaklık) ve hükümet diye adlandırılan bir tür irsî sancak beylikleri oluşturmuşlardı. Büyük ölçüde yerel hanedanların, özellikle Kürt beylerinin nüfuzundan faydalanmaya dayanan bu idari sistem, Yavuz Sultan Selim’in talimatları doğrultusunda hareket eden İdris-i Bitlisî’nin öncülüğünde gerçekleştirilmişti.  Hükümet ve Ekrâd sancaklarının varlığına müsaade edilmesinin başlıca nedeni yeni fethedilmiş olan Fırat Nehri’nin doğusundaki toprakları merkezî otoriteye bağlamaktı. İmparatorluk ordusunun seferber edilmesinin maliyetinin yüksek olduğu bu dönemde, bu idare biçimi hem etkili hem de ekonomikti. Hükümet ve Ekrâd sancakları ocaklık yoluyla tasarruf edilirlerdi. Ocaklık ise hizmet karşılığı olarak verilen toprakların gelirlerinin babadan oğla miras kalmasıydı. Bu sistemden yararlanan biri, suç işleyip idam cezasına çarptırılsa bile sahip olduğu hakların tamamı oğluna miras kalırdı. Ancak arazisini satamaz, bağışlayamaz ve vakfedemezdi.” (13)

Her ne kadar 17. yüzyıla kadar Kürt Beylikleri’nin özerklikleri, Beylerbeyi, sancakbeylerinin müdahaleleri sonucunda, büyük ölçüde “kısıtlanmış” olsa da, 17. yüzyılın ortalarında Abdal Han’in hükümdar olduğu Bitlis Beyliği güçlü ve etkin kılan beylik olmaya devam ediyordu. Abdal han bir çok yabancı gezgin tarafından muhteşem güce, hünere ve etkiye sahip bir hükümdar olarak tanıtılır. Fransız Seyyahı Jan-Batist Tavernie, onu Osmanlı ve Savefi hükümdarlarına aldırış etmeyen ve onlardan büyük ölçüde bağımsız hareket eden bir Kürt Prensi olarak tanıtır(14). Abdal Han’a karşı açık hayranlığını gizlemeyen Türk seyyahı Evliya Çelebi’nin seyhatnamsesinin en ilginç sayfaları Abdal Han ve Beyliği hakkındaki sayfalardır. Çelebi, Abdal Han’ı ‘Hezarfen’ olarak tanıtır. Ve ona göre, Abdal Han zamanın en ilginç hükümdarlarından biridir(15).

Avrupalı Seyyah Delle Wella 1616’da Bitlis Hükümdarlarıyla ilgili şu kayıtları düşmüştür:

Bitlis Prensi’inin İstanbul’a gelişi haberi bir bomba gibi patladı. Prens daha önce Osmanlılar tarafından Bitlis Hukumetinden alınan  toprakları geri almak için İstanbula gelmişti. Prens Sultanla görüştü. Topraklarının tamamını geri aldı. Sultan, Bitlis Prensinin gönlünü almak için Sadrıazam Nafiz Paşa’nın da kafasını uçurttu. Sultanın da Bitlis Beyinden istekleri olacaktı. Hazırlığını yaptığı İran Seferine Bitlis Hükümetinin 12.000 suvari özel ordusuyla  katılmasını ve bu uzun sefere desteğini sağladı.”(16).

Evliya Çelebi, bir çok Kürt Beyliği’ni gezmiş ve onlardaki gündelik yaşamı anlatmıştır. Seyhatnamesi’nin 8. cildi olduğu gibi Bitlis Beyliği hakkındadır. Zamanının çoğunu Bitlis’te geçirmiş ve “Bitlis Beyliği’nin emirlikler arasında en medenileşmiş olduğunu” belirtmiştir(17).

“Bitlis’le ilgili sayfalar bütün Seyhatname’nin en ilginç parçalarından biridir. Bitlis o

dönemde henüz önemli bir kültür merkeziydi ve yöneticisi İstanbul’dan neredeyse bağımsızdı. Evliya Çelebi Abdal Han’ın derin bilgisine hayran kaldı. Bu çok kültürlü kürt beyinden ve zengin kütüphanesindeki kitaplardan, bölgenin tarihi ve kültürü üzerine birçok şey öğrendi”(18).

Osmanlı imparatorluğu’nun Bitlis Beyliği üzerindeki idari dayatmaları, özellikle, Abdal Han’ın artan etkisi ve Onun Melek Ahmed Paşa tarafından 70 bin kişilik askeri bir güçle cezalandırılmasından ve yerine oğlu’nun atanmasından sonra (her ne kadar, daha sonra, Abdal han geri dönüp iktidarının başına geçmiş olsa da), çok daha katı bir duruma gelir.

18. yüzyılda, vereceğimiz tablolardan da anlaşılacağı gibi, artık, Beyler sık sık Osmanlı idaresi tarafından değiştirilir, birinin yerine diğeri atanır, ve Beyliklerin içişlerine müdahale etme bir pratik halini almaya başlar. 18. yüzyıl içinde Osmanlı idaresinin Bidlis Beyliği üzerindeki etkileri arttırılmış, iç işlerine sürekli bir şekilde müdahale edilmiş, değişik sebeplerle itibari olarak yıpratılmıştır. Bir kaç yıl içinde bir kaç Beg indirilmiş, yerine aile içinden başka birileri Beg olarak kabul edilmiş, her küçük bir şikayette, hemen cezalandırılarak yerine başkasının geçmesi sağlanılmıştır. Bu şekilde, Begzadeler arasında bir iç çatışma durumu oluşmuş, ve Beylik idaresi otorite ve gücünü kaybetmiştir. Beylik’te bu şekilde ortaya çıkan otorite ve itibar krizi daha sonraki, Beyliğin özerkliğinin ortadan kaldırılması ve merkezileşme sistemi içindeki reformaların rasyonalize edilmesi için gerekçe olarak ortaya konulmuştur.

(…)

Bu bağlamda ortaya çıkan ve Türk tezinin ima ettiği durum şudur; Beyliklerin, Osmanlı idari ve askeri sisteminin merkezileşmesi politikası çerçevesinde ortadan kalkmaları “tarihi anlaşmanın” bozulması değil, artık etkisiz duruma gelen ve anlaşmaların maddelerinden olan Kürtlerin Osmanlıya asker vermeleri durumunun bu şekilde artık imkansızlaşması sonucu ortaya çıkmış “rasyonel bir reformdur.”

Bu tarih tezi, açıkca ifade edildiği gibi, Beylik olgusunu ele alırken, salt Osmanlı idaresi eksenli bir bakışın kaygılarını taşımaktadır.

Bütün bu duruma rağmen, Aziz Mauritzio Garzoni, ki 18. Yüzyılda Kurdistan’da bulunur ve ilk Kurdologlardan biri olarak anılır, Bitlis Beyliği’ni, Kurdistan’da bulunan beş önemli beylikten biri olarak sayar.  Kurdistan’ın, söz konusu bu beş beylik tarafından ayrı ayrı idare edildiğini söyler(19).

Yavuz Sultan Selim zamanında uygulanmaya konan yurtluk-ocaklık sistemi, 19. yüzyıla gelindiğinde, büyük ölçüde işlevsiz kılınmıştı. Bu nedenle, Tanzimat’la birlikte başlayan merkezîleşme politikaları sürecinde yurtluk-ocaklık sistemi yeniden düzenlenmişti. Bu amaçla ilk önce Kurdistan eyaletlerindeki güçlü beylerin tamamı bölgeden uzaklaştırılmıştı. Bundan sonra bu beylerin asıl güç kaynağı olan yurtluk-ocaklıklara devlet tarafında el konularak karşılığında bunlara bir miktar maaş bağlanmış ve devlete bağımlı hale getirilmişlerdi().

Osmanlı Merkezileşmesi ve Kürt Beylikleri

Şakir Epözdemir’in ifadesiyle devam edelim; “Kürtler 1514 Amasya Antlaşmasıyla İrsi Haklarının yani ‘Evvelden hakları olan otonom statülerinin kendilerinde kalması ve ilelebet bu yönetimlerin varisleri tarafından yönetilmesi’ şartıyla Yavuz Sultan Selim Han’la anlaştılar. Bir millet gibi bu ittifakı gerçekleştirdiler. Kürtler Osmanlı Teb’âsi değiller. Anadolu, Balkanlar ve Arabistanlilar gibi teb’â değiller. Kürdistan Emirleri, Hükümdarları, Melikleri ve Beyleri yarı bağımsız devletler gibi Osmanlının yanındaydılar. 15 Hükümetleri “Ekrad Hükümet Sancakları” adı ve sanıyla 330 sene Osmanlı kanunnamelerine ve Selimi Divanının geleneklerine göre hükmetti. 30 – 40 tane de “Yurtluk ve Ocaklık Sancakları” vardı. Ayrıca ‘Yurtluk’, ‘Ocaklık’, Osmanlı Klasik Sancakları ve Paşa Sancaklarıyla sayıları yüzün üstündeydi bu özerk ve otonom statüler. Osmanlılar yeniden bir Kürdistan keşfetmedi.”(21).

Buna karşılık, “resmi tarih” tezi “Kürtlerle ittifak” ve “Kürtlerin özerk beylik” Statüleri meselesine Osmanlı devlet stratejisinin pragmatic bir yaklaşımı, yani, devletin “zayıflığında” kürtlerden yararlanmak amacıyla, onlara geçici olarak “imtiyaz tanıma” olayı olarak bakar; “Kürt Beylikleri “tahrire tabi olmayıp içinde tımar ve zeameti barındırmazlardı. Bunlar “mefrûzü’l-kalem ve maktûü’l-kadem” (sayım yapılmayan ve Osmanlı yöneticilerinin müdahale etmediği) olduklarından sancağın gelirlerinin tamamı yöneticilerine aitti. Hem hükümet hem de Ekrâd sancağının beyleri bağlı oldukları beylerbeyi ile seferlere katılmak zorundaydılar. Görevlerini yerine getirmezlerse azledilirler ve sancak oğullarından veya akrabalarından uygun görülen birine verilirdi. Değişiklik teklifi beylerbeyinin arzı ile Divan-ı Hümayunda görüşülür, uygun görüldüğü takdirde teklif edilen şahıs sancağa yönetici olarak atanırdı.”(22). Kanuni döneminde Diyarbakır Eyaleti’nde Cizre, Eğil, Genç, Palu, Hazro olmak üzere beş hükümet, sekiz de yurtluk-ocaklık sancağı bulunmaktaydı. Ancak Osmanlı-Safevi rekabeti nedeniyle bu tarz sancakların sayısının zamanla arttığı gözlemlenmiştir.  Bu tarz sancakların beyleri görevleri gereği Osmanlı-İran savaşlarının tamamına katılmışlardı. Bunlar savaşlarda gösterdikleri cesaret ve kahramanlıkla daima ön planda yer almışlardı. Zaten yaşadıkları coğrafya ve edindikleri hayat tarzı gereği bu gibi özelliklere sahip olmak zorundaydılar. Nitekim Şerefnâme’de ifade edildiğine göre 1578 yılındaki Gürcistan ve Şirvan seferine katılan Kürt beyleri, kendilerini bilerek ölüme atarcasına savaşmışlardı. Bu yüzden Cizre Hâkimi Mir Mehmet, Hazro Hâkimi Saruhan Bey, Zirki Beyi Duman Bey ve Finikli Mir Mehmet savaş meydanında hayatlarını kaybetmişlerdi. Dönemin teknolojik ve ekonomik şartları göz önüne alındığında sınır bölgelerinin muhafazası için böyle bir sistemin oluşturulması zorunluydu. Ancak bu sistemin iyi bir şekilde işlemesi devletin gücü ile de doğru orantılıydı.(23). Devletin güçlü olduğu dönemlerde bölgedeki beyler merkezî  yönetimin buyruklarına itaat etmişlerdi. Ancak merkezî otoritenin gücünü yitirmesiyle birlikte bu sistemde de çeşitli sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Özellikle 19. yüzyılın başlarında bu tarz sancakların beyleri başına buyruk hareket eder hale gelerek görevlerini yapmamaya başlamışlardı. Örneğin yüzyılın başlarında sefere katılması emredildiği halde, dönemin Cizre Beyi seferden affını isteyecek duruma gelmişti. Bu dönemde söz konusu beylerin devlete bağlılığı sadece kâğıt üzerinde olduğundan 1828-1829 Osmanlı-Rus Harbi’ne Bohtan, Revanduz, Baban ve Hakkâri beyleri katılmamışlardı. Savaşın yıkıcı sonuçları bu sözde bağlığı da tamamen ortadan kaldırmış ve Bağdat ile İstanbul arasındaki bağlantı kesilmişti. Böylece Sivas’tan, İran ve Arabistan hudutlarına kadar olan bölgenin önemli bir kısmı fiilen Kürt beylerinin denetimine geçmişti. İncelediğimiz belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, 19. yüzyılın başlarında fiilen varlığını sürdürmekle birlikte, hükümet sancağı tabiri artık kullanılmamaktaydı. Aslında topraktan yararlanma şeklini ifade eden yurtluk ve ocaklık tabiri genel olarak bu sistemi ifade eder hale gelmişti. Örneğin 1737 tarihinde Hükümet-i Hakkâri tabiriyle Tahvil Kalemi’nde kayıtlı olduğu belirtilen Hakkâri Sancağı, 1827 tarihinde yurtluk-ocaklık olarak tanımlanmıştı. Aynı şekilde Kanuni döneminde hükümet olarak tanımlanan Palu Sancağı, 1841 yılında mülknâmesi yenilenirken bu kez yurtluk-ocaklık olarak ifade edilmişti. Ayrıca Mehmet Hurşit Paşa, yurtluk-ocaklıkları tarif ederken, bir bölgenin yurtluk-ocaklık şekliyle mutasarrıfının bulunması durumunda devletin oraya müdahale edemediğini ve bu durumun vazifelerin yapılmasına engel teşkil ettiğini dile getirmişti. Dikkat edilirse bu tanım klasik dönem hükümet sancaklarını ifade etmekte ve aynı zamanda bizim konu ile ilgili kanaatimizi doğrulamaktadır(24).

Kürt Beyliği Kürt toplumundaki merkez-kaç dinamizmi kontrol altında tutmayı başarıyor. Kürt Emirliği hakim olduğu bölgede iktidarı, gücü, dayanışma grupları ve dengeleyici politikalarıyla istikrarı, asayişi sağlamayı başarıyor. Beyliklerin ortadan kaldırılmasından sonra, “aşiret atomizasyonu”, anomali, kaos ve anarşi ve idare edilmezlik durumu ortaya çıkıyor. Bu durum Kürtlerin sosyal yapılanma, organizasyon ve idari sistem oluşturma aklının da ortadan kaldırılması demektir. Zira, asırlardan beri kürtlerin dahil oldukları medeniyet tarzının “sosyum oluşturma” tarz ve imkanı ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.

Osmanlı’nın doğrudan idaresi, mütasarrıflar ve valileri, askeri idaresi  Beylik-sonrasında boşluğu dolduramıyorlar. Osmanlı idari ve askeri merkezileşmesi zorla yapılıyor, ve büyük tepkilere, isyanlara ve hoşnutsuzluklara neden oluyor. Özerk Kürt Beyliklerinin ortadan kaldırılması ve merkezileşmenin sağlanması politikasını inceleyen bazı uzmanlar, Kürt Beyliklerinin ortadan kaldırılması gereğini belli bir rasyonalizasyonunun ve Osmanlı idaresinin tepkisine bağlayarak, aslında, söz konusu ittifakın ortadan kaldırılmasına, satır arasında da olsa, Kürt Beyliklerinin, artık, “zimni anlaşma”da olduğu gibi, Osmanlı idaresine, gerektiği ölçüde asker ve savaşlarda yardımda bulunmadığı, ayak direttiği sebeplerlere bağlıyarak, kendilerince rasyonalize etmeye çalışırlar(25).

(…)

Konuşmamın temel amaçlarından biri, Bidlis Beyliği üzerinden Kürtlerde Beylik olgusunun sosyolojik anlam derinliklerine inmeye çalışarak Beglik tipi sosyolojik varolma halinin, kürtlerin normal ve tabii olarak varolma hali olduğunu, ancak, Beglik süreçleri, genellikle imparatorluk ve üst devlet sınırlamaları ve müdahil olmaları sebebiyle doğal mecraasında yürümemesinden dolayı meydana gelen anomalik sorunlara işaret etmektir.

Bu anlamda, esas olarak üzerinde durmak istediğim konulardan biri, Kürt Beylik halinin ortadan kaldırılmasıyla Kürt sosyolojisinin, Kürdün sosyum ve sosyal olanı yapma aklının tahrip edildiği ve bu nedenle de, normal tarih-dışına itilmiş olduğu düşüncesidir.

Kürtlerde Beylik olayının özelliklerini, kısaca, bir kaç temel noktada toplamamız gerekirse, bununla şunu ifade etmemiz gerekecektir.

Kürtler bugün de, özgür bırakıldıkları ilk anda, doğal olarak yöneldikleri idare şekli ve sosyalı üretme şekli Begiti şeklidir. Şunu da belirtmeme izin verin; günümüzdeki ideolojik ve siyasi taraflı Kurdoloji literatüründe Beglik tanımlaması, daha ziyade, imgesi taraflı ve ötekileştirilmiş bir imgedir. Beylik dediğinizde, bir dereyi tutmuş, astığını astık, kestiğini kestik, bir despot tipi çizilir. Bu merkezi devlet eksenli sosyal aklın üretmiş olduğu ötekileştirilmişlik  imgesidir.

Kürt toplumunda Beg zorbalık ya da “güçle” kendisini farzetmiş bir despot değildir. Aşiretler arası bir konfedarasyonlaşma sonucu seçilmiş biridir. Bitlis Beylik yapısında göreceğimiz gibi geçmiş Sasani aristokratik beyzadeliğiyle bağı olan ve içte ihtiyarlar heyeti, divan, hükümet, kadı, ve askeri komutanlar, Rojiki ileri gelenleri tarafından denetlenen ve gerektiğinde eleştirilen, çoğu durumda hakkında şikayet edilen, hakkaniyet ve “adalet divanından şaştığı” zaman kardeşi, oğlu ya da soydan başka biriyle değiştirilebilen bir yapıdır. Mutlak iktidarı elinde bulunduran bir zorba ya da değişmez kişi hükümdar değildir.

Kürt toplumundaki bu özellikleri gündeme getirerek, bu sosyallık biçiminin, Orientalist sosyolojideki yaygın tanımıyla, Doğu despotik düzeni, asya tipi üretim tarzı gibi Doğu toplumlarının tipolojisi üzerine klasik sosyolojide dile getirilen karekteristik özellik olan – tolumun devlet ve askeri baskı yoluyla kurulması ve keyfiyet meselesiyle kıyasylamak istiyorum. Bu tartışmalar bağlamında Kürt Beylik tipolojisi incelendiği zaman, gerek üretim mülkiyetine sahiplik ve gerekse de, devlet idaresinin sağlamaya çalıştığı istikrar, asayiş, güven ve sahiplenme anlatıları açısından, gerek sözlü folklorda Beyliğin adaleti üzerine anlatılanlar, gerek seyyahlardaki, özellikle Bidlis Beyliği için söylenenler bu durumun önemini ortaya çıkarıyor. Kürt folklorunda bugün de, koyunu kaybolduğu için, Beyin huzuruna çıkarak senin hükümdarlığın altında koyunum kayıp oldu diye şikayette bulunarak Beyden koyununu alan öyküler dinleriz, ya da çalanı buldurarak geri verdiren vs.

Bidlis üzerine ilk elde bilmemiz gereken en önemli fark  nedir diye sorsanız, hemen şehir-devletin oluşturmuş olduğu sosyolojik yapı derim. Bidlisi İstanbul’un küçük bir modeli olarak düşünebiliriz. Dil, kültür, kozmopolitizm, şehirlileşme, uygarlık süreçleri, diplomasi vs. süreçleri açısından benzer süreçlere rastlayabiliriz. Bitlis Beyliğinden Osmanlı imparatorluğunun tarihini yazan o kadar çok tarihçinin ortaya çıkmış olmasını da bu benzer sosyolojik süreçler bağlamında düşünebiliriz. Kuşkusuz, anakronizm içindeki bir bakış, bugün sıradan ve silik bir taşra kasabasına dönüşmüş bir Bitlisi gözönüne getirerek anlatmak istediğimiz şeyleri çok fazla iddialı şeyler olarak görebilir, ancak, Bitlis Beyliği’nin tarihini yakından bilenler ne demek istediğimi çok iyi anlıyorlardır.

Bidlis Beyliği’nin sosyolojik yapısı içinde etnik ve sosyal yapılanmayı “bitlislileşme” olarak görebiliriz; aşiretlerin birleşmesindenrojikilik, ondan da ötesi bitlislilik oluşmuştur; bitlislilik kendi içinde aşiretlere değil, şehirli ve köylü dikotomisi içinde şehirlileşme lehine bir model üreten bir sosyal yapılaşmaya gider. Köylü-şehirli çatışmasının kazananı şehirlileşmektir. Şehirlileşen köylü görünmez. Şehirli olanın aşireti, köyü de sorulmaz. Bu şehir-beylik ekseninde bir birleşme ve kimlik tanımlamasıdır. Dil ve kültür olarak da şehirli bir “kozmopolitikleşme” söz konusudur.

Şerefname’nin yazılışını bu sosyoloji içinde ele alabiliriz. Bilgi sosyolojisi metodolojisinde her eser ve yaratıcısı o içinde bulunduğu sosyoloji bağlamıyla anlaşılabilir; Şerefxane Bedlisi’nin Şerefname’deki tarihsel bilgi ve sosyolojik tahayyülü aşiret assabiyetinin ötesinde, daha geniş bir idari tahayyül bilincidir. Şerefname, iki cihani imparatorluk arasında Kürtlerin varoluş halini sorunlaştırarak Hükümdarlık, Beyliklerin meşruiyet bildirgesini yazar. Ancak, belirtmiş olduğum gibi, bu arayış gene geleneksel irsi idari sistem temelindedir; bu meşruiyeti daha güçlü bir meşruiyet zemini sayılan dönemin herhangi bir ilahi, dini yorumuna, kökenine dayandıramaz.

Bitlis Beyliği için kalesinde ne kadar taş varsa, o kadar şehit vermiştir, diye söylenir. Şerefname’deki şiirlerde Bitlis Beyliğinin efsanevi savaşçıları kahramanlaştırılır. Şerefhan-i Bedlisi bir minyatüründe, Bitlis Kalesi’nde 8 kişi kalmış bir beylik ailesinin direnişini, savaşını anlatır, bütün bunlar Bitlis Beyliği’nin jeopolitik deneyimi, bilgisi, hikmeti, ve kullandığı dil üzerinde de etkide bulunmuştur. Bu nedenle, en fazla, bugünün tanımıyla, soft power’i kullanan Kürt Beyliği olmuştur.

Cihani dinler çağında geleneğe dayanarak varolmaya çalışan bir Beyliğin hikmet-i siyasası ve kullandığı dilin ayrıca ele alınıp değerlendirilmesi önemlidir. Bu konuda, İdris-i Bidlisi’nin, Şerefhan-i Bidlisinin, Şükri Bidlisi’nin, Şeyh Abdırrahmane Bidlisi’nin  vs. kullanmış olduğu dil, özellikle de, Şerefhan-i Bidlisi’nin Şerefname’de felsefik ve hikmet dolu siyasi bilgelik ve özenli dilinin analizi kürtlerle çevresindeki cihani imparatorlukların birbirleriyle olan ilişkisini anlamamız için örnek teşkil etmektedir.

Osmanlı-Kürt Beyleri İttifakı tarihsel olarak Osmanlının Doğuya açılmasının, Halifeliği alarak İmparatorluğun sünni islamın devleti durumuna gelmesi için yardımcı olmuştur. Osmanlı-Kürt Beyliklerinin İttifakının sağlanmasında Bidlis Beyliği’nin Kurdistan’daki itibarı, rolü ve statütüsü önemli bir rol oynamıştır. Bidlis Beyliği bir çok gözlemcinin de dile getirmiş olduğu gibi yüksek itibar ve etkiye sahip bir hükümdarlık idi. Ancak, bu durum dahi Bidlis Beyliği’nin Kürt Beylikleri içinde Mir-i miranolarak kabul görmesine yeterli olmaması Mir-i miran sorununun Kürt toplumu içinde oluşması önündeki temel bazı sosyolojik sorunları işaret eder.

Çok ilginçtir ki, psikolojik ve itibari olarak bir çok yönüyle Bidlis Beyliği Mir-i miran olarak görülmesine ve Bidlis Beyliği’nin bu özbilince sahip olmasına rağmen, kurumsal olarak böylesi hiyerarşik bir idari sistemin yapılandırılması mümkün olmamıştır. Bu durum bize Mir-i miran kurumunun yapılandırılması bağlamında daha genel bazı sosyolojik kurucu faktörlerin tartışılması gereğini göstermektedir.

Bu konunun daha iyi bir şekilde anlaşılması için İdris-i Bidlisi ile Bidlis Beyliği arasındaki ilişkinin karekterini anlamamız gerekir. Yavuz Sultan Selim, İdris-i Bidlisi’ye “Kürt Beylikleri kendi aralarında bir Mir-i Miran seçsinler isteğine, İdris-i Bidlisi’nin vermiş olduğu yanıt; bir çalışmanın sonucunda verilmiş bir karar mıdır yoksa, Kürt ittifaksızlığı üzerine o zamana kadar hakim olan fikrin ifade edilmesinden mi ibarettir; Kürtler birbirlerinin minnetini çekemezler.

Mir-i Miran olmak için hiç kuşkusuz, aristokratik ve camerlik itibar işaretleri yeterli değildi. Çünkü, zaten bütün beylikleri ayakta tutan bu asabiyedir. Mirimiranlaşma eğilimini tarihsel ve sosyolojik bağlamı içinde iki alanda arıyabiliriz. Birincisi, askeri üstünlük ve güçle sağlanan hakimiyet yoluyla; ikincisi de, dini temsilci olarak kabul yoluyla. Bütün beylikler, nihayette kendi soyunun temiz ve üstün olduğu asabiyesinden hareket ettiği için bir başka soyun hakimiyetini sağlayacak şeye yanaşmaz. Mevcut Beylikler içinden herhangi birinin Mir-i miran olarak kabul edilmesi, o soy ve Beyliğin üstünlüğü ve hakimiyetini kabul etmek olacağından, bu “eşitler arasında” minneti çekilemeyecek bir durumdur. Mir-i Miran seçimi için Beylik-dışından itibar sahibi herhangi birinin seçilmesi sorunu da vardır.

(…)

Tarihsel ittifakın psikolojisi birbirine karşı şart koşma ve karşılıklı olarak müzakereler sonucu değil, geleneksel örfi hukuk çerçevesinde zımni sözleşmenin ahlaki erdemlerine dayanır.

Bu ahlaki söyleme göre, iyiniyet, fedakarlık ve camerlik gösterdiğin ölçüde karşısındakini de böylesi bir ahlaki hamiyet ve ferasate teşvik ve motive etmiş olunduğu önşartı esas alınır.

Kürt-türk kardeşliği anlatılmak istenildiğinde Bitlisli şair Şükri Bidlisi’nin şu sözleri; “Men türkle türk kürdle kürdem, dışarıda kurt içerde koyunem” sözü sıkça örnek olarak gösterilir.

Bağlamından çıkarılarak “şartsız koşulsuz” bir kürt-türk ortak identifakasyonu oluşturmak için söylemleştirilen bu şiirin sözlerini kendi bağlamından kopararak ifade etmemiz anakronizmdir. Şükri Bidlisi bu şiiri 16. yüzyılda yazmıştır. Ve söylediği zaman, Bidlis Beyliği güçlü, statüsü ve rolü özerk kendi içinde nispi bir bağımsızlığa sahip bir durumdadır. İşte, bu tam da, İdris-i Bidlisi ve Kürt Beylerinin Osmanlı ile yapmış oldukları ittifakın maddelerinin şiirsel olarak bir kimliğe kavuşturulmasıdır. Kürtler kendi içlerinde özerk ve egemen, dışarıda ise, Osmanlı imparatoluğu ile birlikte dış saldırılara karşı ortak hareket ederler. Bunu başka türlü anlamak doğru değildir. Ve bu çok açık bir şekilde Kürt-türk ilişkilerinin, kardeşliğinin esaslarını ortaya koyar; Kürt Türk kardeşliği, Kürtlerin ve türklerin kendi içlerinde özerk ve bağımsız olmaları, dini ve dış jeopolitik planda ise, birlikte ittifak etmeleriyle mümkün olduğuna işaret eder.

Osmanlı Kürt Beyleri İttifakının ana sebebi zannedildiği üzere salt dini sebepler değildir; Kürtlerin kendi idari biçimlerini koruma ve muhafaza etme motivasyonu Osmanlı imparatorluğu ile ittifak için önemli gerekçedir. Din bu ittifakı haklılaştırmanın bir söylemi olarak işlev görmüştür. “Dini kardeşliğin” ve Osmanlı sisteminin Kürtlerin Beylik Statüsüne müsaade ettiği düşünülmüştür. Yavuz Sultan Selim’e gelinceye kadar Emevi, Abbasi, Oğuzlar, Selçuklular, Karakoyunlu ve Akkoyunlular, Safeviler, ve Moğol ve Tatar akımlarına karşı Kürt Beyliklerinin arkasında Beylik Statülerini tehdit eden zorlu bir tarih vardır ve Beylikler bu tarih bilinciyle Osmanlı İmparatorluğuyla İttifak ediyorlar.

(…)

SONUÇ VE HÜKÜMLER

Bitlis Beyliği, geri kalan Kürt Beylikleri yanısıra, Kürtlerin Osmanlı İmparatorluğu ile İttifakı’nda stratejik önemde rol oynamıştır.

Kürt Beylikleri’nin Osmanlı ile girmiş oldukları ilişki şekli “ittifak’tır.” Bu “İttifak” sonucunda, Kürt Beylikleri mevcut Beylik yapılarından vaz geçerek değil, tersine varolan statülerinin Osmanlı tarafından onaylanması ve tanınması süretiyle sağlanmıştır.

Kürt Beylikleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki bu ittifak “sorunsuz” bir ittifak değildir. İran üzerinden Osmanlı’ya tehdit ve saldırma risk ve durumlarının azalması şartlarında Osmanlı imparatorluğu, özellikle beylerbeylerinin keyfi tutmlarıyla Kürt Beylikleri’nin hukuk ve özerkliklerine tecavvüz etmiş, ittifakın kaidelerini tektaraflı olarak bozmuşlardır. Kürt Beylikleri’ne ihtiyaç duydukları her yeni durumda, Kürt Beylikleri’nin özerk irsi iktidarları’nı tanımış ve bu yönde yeni ferman ve berat’lar çıkarmışlardır.

Melik Şeref, Osmanlı ile Kürt Beylikleri’nin İttifakı’ndan 35 yıl sonra, Osmanlı imparatorluğu tarafından “karşıya alınıyor.” Buna yol açan temel sebepler Melik Şeref’in Kürt Beylikleri arasında artan rolü ve önemidir. Şerefname Melik Şeref’in “halk içinde evliyadan öte” artan itibar ve otoritesine özellikle işaret eder.

Bitlis Beyliği ve Beyleri adına camiilerde hutbe okunması ve vaaz verilme süretiyle Bitlis Hükümeti için dinsel meşruiyet sağlanması arayışları, onların adına para basılması süretiyle Beyliği’n iktisadi gücü ve istikbal arayışlarının işaretleri olarak okunurken, Osmanlı iktidar güçleri ve özellikle Beylerbeyi ve sancaklarını, “haddi aşma” söylemleriyle harekete geçirmiştir.

Abdal han üzerine yürüyen Melek Ahmet Paşa’nın Şeyh-ül islam’dan almış olduğu fetva ile güçlendirmiş olduğu savaş atağında göstermiş olduğu esas gerekçe; “haddini aşmaktır.” Abdal han’ın Erzurum hudutuna kadar uzanarak kendi “irsi hükümdarlığının sınırları” dışında kalan yerlerden vergi ve asker toplaması, hüküm etmeye başlaması ve silahlı kuvvetleri içinde “saçı uzun” ezidilerin olmasını açık gerekçe olarak gösterir.

Din ve Beylik ilişkisi ve Beyliğin ilahı meşruiyet arama sosyolojisi bağlamında altını çizmemizin nedeni Bitlis ve geri kalan Kürt toplumunda islam’ın “Devlet dini” olarak değil, “Halk islamı” olarak gelişmesidir. Kürtler içindeki “halk islamı” pratiği Maks Weber’in islam dini üzerine çizdiği “yayılmacı ve savaşçı devlet dini” tanımından farklı bir pratik olarak gelişmiştir. Devletyönelimli değil, daha ziyade toplumyönelimli gelişmiştir. Önceliği sosyal ilişkilerin düzenlenmesinde ahlaki işlev ve prensiplerin yerine getirilmesidir. Bitlis Beyliği döneminde Kürt uleması Beyliği’ne “cihat çağrısı” yapmaz.  Halk islamı’nın devlet dini olmaması, ona barışçıl bir karakter kazandırmıştır. İslami sufist öğretilerin asketik (çileperestçi) yönleri Dünya-ötesi bir yöndür. Ahmed-i Xani “Mem u Zin”de Kürt toplumundaki islami pratiğin bu karekteristik özelliğine karşı çıkar, Kürt asketizmi’ni daha fazla Dünya-yönelimliliğe çağırır. Mem’in Dünya-ötesi çileperstliği ile Tacin’in salt Dünya-yönelimli praxis’i arasında, her ikisine karşı çıkarak, bir “denge” bulmaya çileprestlikte bulduğu ahlaki işlevin daha fazla dünya-yönelimli toplumsal bir işlev oynamasına çağırır.

Abdal Han’a karşı Melik Ahmet paşanın hücümünde Osmanlı imparatorluğu ile Kürt Beyliği arasındaki ilişkinin kareketerini anlamamız ve açıklayabilmemiz için Evliya Çelebi’nin Seyhatnamesi’nde Melik Ahmet Paşa’nın Bitlis Beyliği ve onun hükümdarı Abdal han ki “hezarfen” olarak bilinir; hakkındaki “intiba” sorunudur. Melik Ahmet Paşa’nın Bitlis Beyliği’ni ziyareti namına düzenlenen “karnavalvari” merasimler ki, bunlar Beyliği’n kültürel kimliği ve yaşam tarzını ifade eden en iyi simgesel işaretlerdir; Melik Ahmet Paşa’da büyük bir “tepkiye” sebep olur. Bütün bu dünyevi ve yaşam dinamizmi işaretleri olan durumu “palyaçoluk”, “yoldan çıkma” vs. gibi “medeniyet farkı” olarak yorumlanacak kavram ve terimlerle adlandırır. Bu “tepki” aynı zamanda Kürt Beyliği’nin şehirleşme eğilimleri ve kültürüne karşı bir tepkidir. Ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Kürt Beylikleri’ne “tanımış olduğu had ve sınırları” göstermesi açısından önemlidir.

Melik  Ahmet paşa’nın Bitlis Beyliği üzerine hücümü sıradan, herhangi bir “dere beyinin” keyfi davranması ve re’ayadan “haksız” yere harac toplaması gibi sıradan gerekçelere dayanmıyor. “Hezarfen” Abdal Han’ın cezalandırılmasında etnik ve kimliksel bir çatışma söz konusudur. Melik Ahmet Paşa bunu çok simgesel bir şekilde Abdal Han’ın Kütüphanesi’ni Bitlis Beyliği Meydanı’nda aleni bir şekilde yakması ile gösterir.

Beyliğin Kütüphanesi’nin yakılması savaş gerekçesindeki kültürel ve etnik motivasyon ve niyetleri ortaya çıkarır.

Bitlis’in “Hükümet statüsü ” Seyahatname’de belirtildiği gibi XVII. yüzyıl boyunca sürmüştür.

“XVIII. yüzyıl, Bitlis’in hükümet sancak olarak kaydedildiği bir dönemdir. Nitekim bu dönemdeki tevcihat defterlerinde Bitlis’in statüsü ve idarecileri hakkında çok farklı bilgiler bulunmaktadır. Bitlis sancağında görev yapan idarecilere bakıldığı zaman ilginç bir durum ortaya çıkar. Bunun sebebi de incelenen bir asırlık süre içerisinde 53 idarecinin atanmış olmasıdır. Hükümet statüsünde olduğu için çoğu defa aynı aileden olmasına rağmen bu idarecilerin pek azı 2 yıl ve üzeri görev yapabilmiştir. Ağırlıklı olarak görev yapan idareciler bir yılın altında ancak görevde kalabilmişlerdir. Örneğin 1755–1800 yılları arasında yaklaşık 40 tayin kararı arşiv kayıtlarına girmiştir. Dolayısıyla 45 yıllık süre içerisinde 40 defa tayin kararının yazılmış olması, bölgede idari yönden büyük bir istikrarsızlığın olduğunu göstermektedir.” Bu idarecilerin isimleri ile görev tarihleri aşağıdaki tablo’da gösterilmiştir(26).

Görüldüğü üzere XVIII. yüzyılda Bitlis sancağında idarecilerden kaynaklanan önemli bir problem yaşanmış, bunun çözülebilmesi için de sık sık idareciler değiştirilmiştir. Öyle ki, bu değişiklere zaman zaman Bitlis uleması, imam ve hatipleri, ayan ve eşrafı imzalı ve mühürlü dilekçeler vermek suretiyle doğrudan müdahil olmuşlardır. Aynı şekilde Bitlis idarecilerinden bazılarının seferlere katılmakta ihmalkâr davranması, ordu için gerekli iaşenin temin edilmemesi gibi durumlarda İran seferi seraskerlerinin arzları ile tayin veya azledilmişlerdir. Bitlis’teki idareciler arasındaki ihtilafta, Şeref Han ile Selim Han evlatlarının önemli roloynadıkları kayıtlardan anlaşılmaktadır. Kısa süre içerisinde yaşanan bu değişiklikler, şehri idare eden beylerin kendi ihtiraslarından ve bunu gerçekleştirmek için de halkı tahrik ve teşvik etmelerinden kaynaklanmıştır. Osmanlı Devleti idarecilerinin bölge hakkındaki en önemli bilgi kaynakları kadılar ve ilmiye ricali olmuştur. Özellikle bölgede bulunan ilmiye ricalinin ve ileri gelenlerin Selim Han ve Şeref ham evlatlarının bu rekabetlerine alet olmaları onların çoğu defa aleyhlerine merkeze arz göndermeleri, devlet ricalinin de bu arzlara göre yeni idareciler ataması, bölgedeki karışıklığı daha da artırmıştır. Nitekim bu işten çıkar temin eden kimseler, bu kadar idareci değişikliğinde en aktif rolü oynamışlardır. Ekler kısmında verilen örnekler, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacak ve bu konuda yapılan değerlendirmenin doğru olduğunu gösterecektir(27).

Bitlis Hükümetindeki idari yapı, her ne kadar hükümet statüsünü taşımasına rağmen özellikle XVII. ve XVIII. yüzyılda devletin sık sık müdahalesi olmuştur. Bu da bu bölgede istikrarlı bir idarenin tam olarak kurulamadığını göstermektedir. Özellikle idareci olarak tayin edilen kimselerin tayinden hemen sonra hakkında zulüm ve taaddide bulunduğu, ahaliye baskı ve tazyik yaptığı, fakirlerin haklarını korumadığı vb şeklinde ithamlar olması, azlinden sonra yeni tayin edilen idareci için de kısa bir süre sonra aynı şikâyetlerin ortaya çıkması, bu defa önceki şikayet edilen idarecinin yeniden tayin edilmesi istikrarın sağlanamadığını tam olarak göstermektedir. Bunda bölgenin aşiret ve kabile yapısının da etkisi olmuştur”(28).

19. yüzyılda Kürt Beyliklerinin ortadan kaldırılmasıyla Kürt Toplumunun ve Bitlis’in bugüne kadar devam eden “idare edilmezlik” ve “idari meşruiyet krizinin” sebebi olmuştur.

XVIII. Yüzyılda Bitlis Hükümeti İdarecileri

İdarecinin AdıGöreve Başlama TarihiAyrılış TarihiGörev Süreleri
Mehmed Said Han3 Nisan 1702
Mehmed Adil Han2 Kasım 17163 Eylül 17259 yıl
Mehmed Emin Han4 Eylül 172516 Aralık 17261 yıl, 2 ay
Mehmed Adil Han17 Aralık 17269 Şubat 17281 yıl, 2 ay
Mehmed Emin Han10 Şubat 172828 Haziran 17284 ay
Mehmed Adil Han29 Haziran 172826 Mart 17299 ay
Mehmed Emin Han27 Mart 17297 Temmuz 17367 yıl, 3 ay
Selim Han8 Temmuz 17365 Haziran 173711 ay
Süleyman Han6 Haziran 17376 Haziran 17381 yıl
Mehmed Emin Han7 Haziran 1738
Mehmed Said Han?
Behram-zâde Mehmed Burhan10 Mayıs 17562 Nisan 17571 yıl
Adil Han3 Nisan 175721 Ağustos 17574 ay
Mehmed Şeref Han22 Ağustos 175730 Haziran 17592 yıl
Mehmed Selim Han1 Temmuz 175924 Eylül 17593 ay
Mehmed Haydar25 Eylül 175931 Mayıs 17608 ay
Adil Han-zâde Mehmed Şeref Han1 Haziran 176026 Ocak 17618 ay
Mehmed Haydar27 Ocak 176122 Eylül 17631 yıl, 10 ay
Şeref Han23 Eylül 176310 Eylül 17652 yıl
Han-zâdelerden Haşim11 Eylül 176510 Mart 17667 ay
Mehmed Adil Han-zâde Hasan Bey11 Mart 17661 Haziran 17682 yıl, 2 ay
Mehmed Haşim Han2 Haziran 176828 Mart 17702 yıl
Hasan Han29 Mart 17709 Haziran 17711 yıl, 2 ay
Mehmed Haşim Han10 Haziran 177118 Temmuz 17721 yıl
Hasan Han19 Temmuz 177219 Nisan 17741 yıl, 10 ay
Adil Han-zâde Mehmed Şeref Han20 Nisan 177427 Temmuz 17751 yıl, 2 ay
Mehmed Haşim Han28 Temmuz 17755 Mart 17768 ay
Mehmed Şeref Han6 Mart 177623 Ekim 17768 ay
Mehmed Haydar Han24 Ekim 17766 Mayıs 17777 ay
Adil Han7 Mayıs 17771 Ekim 17776 ay
Mehmed Şeref Han2 Ekim 17772 Haziran 17788 ay
Adil Han3 Haziran 177816 Eylül 17801 yıl, 10 ay
Mehmed Şeref Han17 Eylül 17805 Mart 17832 yıl, 7 ay
Mir Muhammed Koçak Han6 Mart 178310 Eylül 17836 ay
Mehmed Şeref Han11 Eylül 17833 Ocak 17844 ay
Adil Han4 Ocak 178426 Mayıs 17851 yıl, 4 ay
Mehmed Şeref Han27 Mayıs 178527 Eylül 17861 yıl 4 ay
Mir Mehmed Koçak Han28 Eylül 17866 Nisan 17877 ay
Mehmed Şeref Han7 Nisan 17871 Ağustos 17874 ay
Mehmed Adil Han2 Ağustos 178721 Kasım 17874 ay
Selim Han-zâde Faik Ahmed Han22 Kasım 178717 Nisan 17886 ay
Mehmed Şeref Han18 Nisan 178825 Haziran 17979 yıl
Gazanfer Han26 Haziran 1797
Nasuh Han4 Nisan 1809

A.       Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 33 Erzurum 2007 -243- XVIII. Yüzyılda Bitlis Sancağı ve İdarecileri, Dr. Mehmet İnbaşı

B.

BOA,HAT, 272/15927, 29.Z.1217 (1802). 20  Michael Eppel, “The Demise of the Kurdish Emirates: The Impact of Ottoman

Hakan Özoğlu, Osmanlı Devleti ve Kürt Milliyetçiliği, Kitap yayınevi, s. 66

Şakir Epözdemir, 1514 Amasya Antlaşması, Kürt-Osmanlı İttifakı ve Mevlana İdris-i Bitlisî, Peri Yayınları, 2005. 

March 2008, s.237-258. Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi

Şerefhan, Şerefname Kürt Tarihi, (Çev. M. Emin Bozarslan), Hasat Yayınları, İstanbul 1990.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk Beylikleri / Osmanlı Belgeleri ile Kürt Türkleri Tarihi / Nazmi Sevgen

İsmet Şerif Vanlı- Orta çağda batılı Seyyahların gözüyle Kürtler ve Kürdistan

E.J. Brill’s first encyclopaedia of Islam, 1913-1936, p.1144

Mehmet Öz, XVI. Yüzyılda Bitlis Sancağı: Yönetim, Nüfus ve Vergilendirme”, IXth International Congress Of Economic And Social History Of Turkey, T.T.K., Dubrovnik 2002, s. 31. 2  v

Şakir Epözdemir/ Kürt-Osmanlı İttifakının 500.Yılı 04 Nisan 2013

Fatih Gencer, Merkezîleşme Politikaları Sürecinde Yurtluk-Ocaklık Sisteminin Değişimi 

Aktaran: Nejat Abdula, s. 95.

A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 33 Erzurum 2007 -243- XVIII. Yüzyılda Bitlis Sancağı ve İdarecileri, Dr. Mehmet İnbaşı.

“Di Dema Osmaniyan de Rol ûStatûya Mîrektiya Bîdlîsê”.

Di vêgotarêde hevkariya begîtiyên Kurdan bi İmperatoriya Osmanî, statûya wan, ûrola bijarte ya rola Begîtiya Bedlîsê(Rojekî) di ve tifaqêde, bajarvanî, tîcaret, ûbandora wêli ser herêmêtêlêkolîn kirin.

Mîrektiya Bedlîsê di sedsala 10-an de bi hevgirtina 24 eşîrên kurdî hatiye avakirin û ta sedsala 19-an weke desthilateke otonom di çarçova İmperatoriya osmanî de jîya. Ji ber avakirina yekîtiya xwe ya li rojekî, ji Mîrektiya Bedlîsê re “Rojekî” jî tê gotin. Mîrektiya Bedlîsê di navbera du împeratoriyên cîhanî yen weke Osmanî û Safewî roleke stratejîk dileyize û ev mîrêktî di tifaqa Osmanî û Mîrektiyên kurdî de roleke mezin leyîstiye. Rol û statûya ve mîrektiye di herêmê de stratejîk û balkêş e ku lêkolîn û ronkirina wê kare ji bo têgêhiştina peywendî û prosesên têkîlî yên kurd û osmaniyan alîkarî bike.

Çavkaniyên min di amadekirina vêgotarêde lêkolîn ûnameya min a li ser “Bajarvaniya Bedlîsêdi dema Begîtiya Rojekîûpaş hilveşandina Begîtiya Rojekîye, ûher weha Şerefnameya ŞerefxanêBedlîsî, Nameyên İdrîs-îBîdlîsî, Seyhetnameya Ewlîya Çelebî, nameyên Şeref Beg, Rênivîsên seyyahên Ewrûpîyên ku li Bedlîsêbûne mêvan ûpaşêrênîskên xwe nivîsîne ûher weha lêkolînên akademîk ûilmîyên ku li Ewrupa, ji aliyêalimên kurdan di vîwarîde hatine kirin.

 Yaşar Abdülselamoğlu / Sosyolog