Bazıları kendilerini sadece, kendisinden olana, diğerleri de, sadece başkalarının onlar üzerine dediklerine bakarak tanımak ister; birisi, içe kapanmaya, dolayısıyla, yobazlaşmaya, diğeri de, kendisi olmayı tamamen ortadan kaldıran, başkalaşan bir eğilimi getirir; en iyisi, biz bizi bizce bilirken, ötekinin aynasına nasıl yansıdığımıza da, bazen bir göz atmamızdır.

Gordelevski’nin 1916 yılında Bitlis’teki gözlem ve izlenimlerinden bir bölüm;

Yaşar Abdülselamoğlu

Bitlis’in tarihi inişli-çıkışlıdır, yolları gibi… Bazen, şanın ve şerefin en yüksek zirvelerinde güvercinler uçurtmuş, bazen de, sefalet ve felaketlerin en çaresiz kuyularında kolsuz-kanatsız çırpınmıştır. Üzerimizde her iki yerden de kalmış izlerle dünyaya geliyor, yaşıyoruz. Aseletin gururu ile melankoli ve bilmecesini henüz çözememiş olduğumuz perişan eden bir hüznün çaresizlik halleri, bizde, kolkola geziyor…

Gordelevski üzerine de, kürtler üzerine araştırma yapmış bir çok kurdolog, bilim adamı, seyyah gibi öğrenci yıllarımda çalıştım. Gordelevski, 1916 yılında Rus işgali döneminde bir Jeoloji Derneği adına Rus Askeri ile birlikte bölgede araştırma yapmış, Jeoloji çalışmalarını bilmem, ancak, yapmış olduğu gözlemlerden ciltlerce etnografik, antropolojik yazılar ortaya çıkmış. İşgalci bir Ordu’yla birlikte işgal alanında inceleme yapan bir bilim adamının kendisini orientalist ve ulusal ben-merkezci bakıştan kurtarması elbet imkansız gibidir, hele dönemin özellikleri göz önünde bulundurulurken, ama, herşeye rağmen, Gordelevski’nin gözlemlerinden kendimize ilişkin bir şeyleri çıkarmamız, onları kendimizi yeniden anlamamız için bir vesileye dönüştürmemiz mümkündür. Bir kaç cildi tutan eserlerinde bizler üzerine söylediklerini dikkatle inceledim. Neyin orientalist bir bakışın, neyin dinsel bir artniyetin, neyin araştırma metodlarının uygunsuzluğunun ürünü olduğu üzerine epeyce durdum. Kürtler, bitlis, bizler üzerine yazdıkları bir kaç açıdan önemlidir. Kürt tarihine kısa bakış yazısı, Nakşibendiler üzerine incelemesi, Bitlis gibi, rusların girdikleri öteki kürt şehir ve kazalarını gezerek rus işgali ve savaş yıllarında bizzat gözlemlerini aktarması ilginçtir. Süphan Dağı’ındaki Süleyman ağanın aşireti üzerine yazdıkları da, Bitlis’in melankolisine ilk deyinen gözlemcilerden olması da dikkat çekicidir.

Gordelevski, gerek İdris-i Bidlisi’nin babası Hüsameddin Çelebi’nin dini, gerekse, zamanın en büyük Bitlisli din alimi Muhammed Küfrevi’nin dini görüşlerine değinirken, Kürtlerdeki dinsel hoşgörü ve toleransın farkına vurgu yapar. Hüsameddin’in cehennem ve cennet anlayışı da, Küfrevi’nin müritlerine Rusyayı “tavsiye” edişi de ortodoksal islamdan farklılık arzeder. Ayrıca, Gordelevski’nin İdris-i Bidlisi’nin, İstanbul’daki hayatının “sürgün” olarak gösterilmesi de bildiğimizden farklıdır. Gözlemlerini, büyük ölçüde, Bitlis’in yerlilerinin görüşlerine dayandıran Rus gözlemcinin bu tespiti, Bitlis’te, o zaman, İdris-i Bidlisi’nin İstanbul hayatının sürgün olarak telakki edilmesinin bir ifadesi olarak da ilginçtir. Bitlis’te insanlar arasında “ulusal farkların” savaş ve sefalet nedeniyle birbirine karıştığı ve özellikle de, ‘Şehabeddin’nin mezarından yayılan ışığın ‘ermeni kadını”nı, O’nun inancına kazandırması da Şeyh Şehabeddin’in kerameti üzerine bildiklerimizle aynılık gösterir. Şeyh Şehabeddin, 1914’de Bitlis’te Türkler tarafından idam edilir. Mirari nenem anlatırdı; “ipi iki kere kopmuş, sonunda, kendi kendini asmıştır.” Gordelevski’nin bahsettiği önemli Bitlislilerden biri de “Mella Said”tir. Bu bizim Bedüizzeman Said-i Kurdi, ya da namı diğer, Said-i Nursi’dir. Onun şehirdeki rolüne değindiği gibi, kendisiyle de yakın ilişkilerinin olduğu anlaşılır.

En iyisi, sizler için, Gordelevski’nin 1916 yılında Bitlis’teki gözlemlerinden bir kısmını çevirerek, aktarayım.

BİTLİS’TE…

Tayin edildiğim yere yaklaşıyordum. Konakladığım Soğanlık, Köprüköy, Hasankale, Xınıs, Muş, Marnik… gibi yerler artık geride kalıyorlardı.

Etrafımda boş “coğrafik bir alan”; Xınıs’ta Hz. Adem’in kayadan bir görüntüsü var, ama ben, anlaşılan günahkar biriyim, ilk atamı görme şerefine layık olamadım. Tenha, ıssız, garip ve acılı hayaletler dolaşıyor. Derelere, ermenilerin kemik ve iskeletleri yuvarlanıyor; kürtler, genellikle dağlarda yaşar ve nadiren düz yerlere inerlermiş, türkler ise; ev, mal ve mülklerini terkedip askerlerle birlikte çekip gitmişler.

İşte, size Bitlis, uzun bir mağaranın arkasına saklanmış gibi duruyor. Şehri orada-burada ayakta kalmış kaba, kalın duvarlar örüyor. Silindirik şekilde güneye doğru yükselen o dağa nasıl da bağlandım kaldım; bu güzelliğe bakıyorum, o bana ne kadar da yakın, orada, onun arkasına, türk askerleri saklanmasın mı, bazen top atışları duyuluyor.

Kalın mimari taş yapılarından derin bir tarih kokusu esiyor. Burada bir yerlerde kürtlerle ermeniler arasındaki etnografik sınırlar geçer. Bunlardan hangisi mi buraya daha önce yerleşmişler. Belki de, ermeniler: herhal Urartu kalıntılarında banuni soyundan bahsedilir: o zaman ermeni naharileri, yaşamak için, burayı, nasıl da akıllıca seçmişler!

Aleksandır Makedonyalı da Bitlis’ten geçmiş. Onun buraya nasıl düştüğü üzerine, varsın folkloristler uğraşsın; askerlerin, herhal bu tür nankör vazifeleri yüklenme lüksleri olmaz. Bitlis’te şunu duydum; Aleksandır ya da burada dedikleri şekilde, İskender, kendisini rahatsız eden dutlardan (kendisinin tanrısal kerametinin kayıp olduğunu gösteren bu fuzüli uzantılardan) Lokman Hekim’in tavsiyesiyle bütün suları dener. Ancak Bitlis’te dağ kaynağı maden suyundan içtiğinde, -bugün orası “İskender Çeşmesi” olarak adlandırılır- dutları kaybolur.

Bitlis’te, Şark’ın sevilen kahramanı İkiboynuzlu Zülkadir üzerine bir çok hikaye kaydettim.`Bazen mutluluk, bazen de dert gelir –geldikleri gibi de giderler” – karşısındaki hasta, cılız evladına ağlayan anneyi, felsefik bir şekilde, sakinleştirmeye çalışır. Bu sözü İskender’e mal ederek, bana hep tekrarlıyorlardı savaş yıllarında şehre gelmiş olan türkler: bu onlara kaderin iniş-çıkışlarını hatırlatıyordu.

Duyduğum efsane ve hikayelere hep, günün önemli sorunlarına uygun bir vurgu katıyorlardı: yerliler, belki de rusların yakınlıklarını kazanabilmek için sık sık bilerek bunu belirtiyorlardı. Muhammed Küfrevi’den daha kutsal biri yok Bitlis’te –bütün bitlisliler bunda hemfikirler. O, Kars’tan, Kağızman’dan yanına gelen müridlerine; “Rusya’da yaşayın, orada adalet hakimdir, burada iman kaybolup gidiyor” – diyordu.

Bazen, hıristiyan ve müslümanların birlikte yaşamaları kendine özgü dini bir sembioz –birliktelik yaratır; müslüman ziyaretlerini hıristiyanlar arasında tuaf edenler oluyordu, bir ermeni kadın, Şehabeddin’in mezarından çıktığına inandığı ışıkla islamı kabul ediyordu. Fakat, savaş barışçıl ilişkileri bozmuş ve dünyayı iki düşman kampa ayırmıştır.

Bitlis’teki müslüman mezarlıklarını gezdim: burada, genellikle kürt mezarlarını gördüm, aynı şekilde, hıristiyanlığın tesirine işaret edenlere de rastladım. Burada, üstü sivri bir çatıyla biten alçak taş duvarlarla çevrili aile mezarlıkları var. Görünen o ki, yakınlarını bu şekilde gömenler, yeryüzünde aralarında olan soy bağlarını, mezarda da devam ettirmek istemişlerdir.

Tarihçi-panegerist, Sultan Selim I.’in akıl hocası İdris’in babası Hüsameddin de Bitlis’te yatıyor. Sultan’ın, yalan aldatma ve yağ çekişlerine kanan İdris, İstanbul’a gider, hayatını orada sürgünde bitirir. İlahiyetçi bilgin Hüsameddin, Kur’an’ın şerhini yazmıştır. “Herkes cennete gidiyor, cehenemdeki acıların geçici bir ceza için” olduğunu anlatır, özgür düşünceli Kürt.

Şehirde geziyorum. Sokaklarda bir karış toz, çocuklar ve kadınlar ortalığı süpürüyor –onlar, cezalarını çalışarak çekiyor. “kamçık sallayan polislerin gözetimi altındalar. Her taraf virane, yıkık, perişan. Çarşının demir parmaklıkları hurdaya dönmüş. Müslüman mahallelerinde hala göze çarpan insanlar oluyor, ermenilerinkinde ise, ölü bir sessizlik.

İnsanlarla erken yakınlaştım, yerliler hep fikrimi soruyor. Dertli yüzlerine çaresiz bir hüzün yazılı olan yaşlı dilencileri gördüğümde, beni acılar kaplıyor. İşte bak iki küçük kız çocuğu bana yaklaşıyor ve para istiyorlar. Şeker veriyorum.

Bölüğümüz Bitlis’ten 20 kilometre uzaklıkta, Van Gölü kıyısındaki Tatvan’a yaklaştığında, şehrin daha zengin yerlileri güney’e, Siirt’e kaçtılar. Fırtına esiyordu, her yeri kar kaplamıştı ve şehir beklenmeyen bir şeylerle meşgüldu. Uykulu insanlar, kendilerini yarıçıplak fırlatıyorlardı, yorganlara sarılı halde bir yerlere kaçıyor, perişan bir halde gidip geliyorlardı ve her tarafı insan iskeletlerine yapışık yün, yorgan parçaları kaplamıştı.

Savaş, sıradan insanlara çok acı getirdi. İşte, Murad, hanımını, oğlunu, kızını kaybetmiş, herşeyi mahvolmuş ve O, şimdi, bütün dünyaya, herşeye alakasız bir şekilde bakıyor. Melankolik, hüzünlü olanlara, ruhi dengesini kaybedenlere adım başı rastlıyorsunuz. İnsanlar arasındaki ulusal farklar kayboldu, şimdi onlar birbirlerine daha iyi ve belki de daha yakın olmuşlar. Murad için, artık türk de rus da aynı, evet, Allah önünde de, insanlar bir ve eşittir, diyor, O.

Her gün ana caddede Reşid’le karşılaşıyorum ve O, bana sürekli aynı soruyu soruyor: “Yakında barış olacak mı?” Fakir, kimsesiz ve tek başına kalmış şehirde. Bitlis’i ele geçirme arifesinde, şehri terketmiş, ama yolda, birlikte az eşya aldığını düşünmüş, eve geri dönmüş ve sabahleyin kalkınca, askerlerimiz artık şehirde imiş. Neyi varsa, yenmiş, bitmiş…

Şehiri açlık ve hastalık kasıp kavuruyor. Jeoloji Derneği yardım edebildiği kadar ediyor. Hergün ekmek dağıtılıyor, haftada iki gün et ve diğer gıda maddelerinden veriliyor. Anne ve babaları ölmüş ya da kaybolmuş öksüzler için bir öksüzler evi açılmış. Ama bütün bunlar hiç bir şeye yetmiyor, sadece denizde bir damlacık bu, fiziksel ve ruhsal ıstıraplar habire artıyor. Kimi kadınlar ordunun mutfaklarındaki artıkları topluyor, derede yıkıyorlar. Askerler menfaat beklemeden, yerlilere yardım etmeye çalışıyorlar. “Rus askeri kendisine bir şey almadan yaşıyabiliyor”, diyor yerliler.

Ve herşeye rağmen, yerliler ve askeri iktidar arasında karşılıklı olarak belli bir güvensizlik ve kuşku hala var. Bölük komutanı General Nazarbekov yarı şaka, yarı ciddi bir şekilde bana kızıyor; “E, sakat Molla gene size hakkımızda asılsız şeyler anlatmış”. Elbet, yerliler yerli ahali içinde türk tarafı ruslara karşı propaganda yapıyordu; ahaliyi ruslara karşı ajite yapan ileri gelenlere karşı zor kulanılıyordu. Şehrin ileri gelenlerinden Mella Said, şeyhler, mellalar, askerler, tesadüfen şehirde kalmış, cephe gerisine gönderiliyorlardı. Bu katılıklar ahali arasında hoşnutsuzluklara neden oluyordu. “Dinle, diyordu Reşid- şimdi bizler suçsuz, sıradan yerlileriz, denilebilnir ki, rus tabiyetindeyiz, öyleyse, neden bizi rahatsız ediyorlar? Neden?”

Bir ay boyunca, müslüman yerlilerin sonradan gelen ermenilere karşı olan tavırlarını da gözetledim ve gördüm ki, aralarında, her zaman patlayabilecek gizli bir düşmanlık var.