Kürdistan’daki Kent Sakinleri Türk müdür?
- 18 Ocak 2022
- 7
Bir çoklarının düşüncesini önemli bir sorun olarak işgal eden bu konuya ilişkin birkaç söz yazmayı çoktan beri düşünürdüm. Hatta bu amaçla bazı şeyler de hazırlamıştım. Ne var ki onları yayınlayıp açıklamayı, durumun bir ölçüde gelişeceği zamana ertelemek gerekiyordu. Uygun zamanı bekliyordum.
Kurdiyê Bîdlîsî
Bu sorun üzerine yapılacak tartışmanın bugünkü durumda yararlı olmayacağını düşünüyordum. Bundan ötürü, sorun üzerine yapılmakta ısrar edilen kışkırtmalara da önem verilmemesini istiyordum. Çünkü, herkesin pek ağır bir sinirsel yükle yüklü bulunduğu şu nazik dönemde, bu gibi yayınların, alışıla geldiği gibi, bilimsel yönünü kaybederek kişisel küfürleşmelere sürükleneceği kanısındayım. Bu takdirde, tartışan iki tarafın, aynı işlerle ilgili ve fakat kardeş ayrımlarından kendisine bir zafer payı çıkarmak hesabiyle kararsız olan üçüncü kişiye başarı olanakları hazırlamaktan başka bir şey elde edemeyecekleri, güçlü bir olasılıkla akla gelmektedir.
Hatırlanmaya değer koşullar altında meydana gelip, ne yazık ki içtenliğini -bizim taraftan asla sebebiyet verilmediği halde- kısa bir zamanda yitiren Türk-Kürd yüce birliği, bize, istemleri uzlaştırma ve mukadderatı birleştirme zorunluluğunda bulunduğumuzu ve siyasetin bugün dahi o zorunluluğun hayatî gereklerine uygun olması zorunluluğunun var olduğunu gösteriyor. Bunu bozmaktan sakınmalıyız. Oysa bu hayatî noktayı şimdiye kadar olduğu gibi bugün de kimse anlamadı, takdir etmedi. Osmanlılıkla temas ettiği tarihten beri yalnız kahr ve zulmünü, isyan ve taşkınlığını gördüğümüz unsurlar, yurdun gerçek hizmetçilerine tercih edildi. Osmanlı devletini oluşturan Müslüman unsurlardan sözedilirken dört yüz yıllık bir Osmanlılık hizmetçisinden, bu süre içinde bir kez bile ve fakat siyasal bir amaç altında bağlılık duygusu asla değişikliğe uğramamış gerçek bir birleşik unsurdan sözedilmedi. Fakat hiç bir zaman yanılmayan gerçek, kesin hükmünü göstermekte geç kalmadı; bu fikirlerdeki sapıklığın çöküşünü, pek acıklı ve üzücü maceralarla ve gürültülü bir biçimde duyurdu
En kör gözlere bile bir ışık parıltısı yakabilecek kudretle ortaya çıkan bu gerçeğe rağmen, cahilce bir inat ile hâlâ o büyük hataları işlemekte devam edenlere bilmem ki ne demeli. Onlarki İslâm ümmetininkurtuluş çaresinin ve Osmanlı haklarının mümkün olduğu kadar korunması tedbirlerinin neye bağlı olduğuna ve hangi unsura dayanılarak elde edilebileceğine birtürlü akıl erdiremiyorlar. Anlamıyorlar ki, geçmişte olduğu kadar şimdi de aynı mukadderata bağlı ve gelecekte de aynı tehlikelere uğrayacak olan Türk ve Kürd milletlerinin başları üzerinde uçan ölüm fırtındarıyle birlikte uğraşılması gereken bir dönemde bulunuyoruz. Zamanın olağanüstü nazik oluşu, ümmetin birliğini pekiştirmeyeceği aşikâr olan dedikodular üretmekten kaçındmasınıkulaklarıpatlatacakbir şiddetle bağırmakta, budefakifırtınanınöyle kolaylıkla geçiştirilebilecek türden olmadığı bazı etki ve belirtilerle kanıtlanmaktadır.
Durum bu iken, bana öyle geliyor ki, zulüm ve istibdad altında bunalan insanlığı bir süre ümit serapları arkasında koşturan teoriler gibi insancıl teoriler arasına alınacağı ne yazık ki gittikçe belli olan yeni ilkelerin, en yetkili ağızların açıklamalarıyle doğrulanan tehlikeli biçimlerle bir araya gelmesiyle, bizim için büsbütün başka bir niteliğe dönüşmek üzere bulunduğu şu tehlikeli dönemlerde, dört yandan yağan güç tüketici saldırılara göğüs germek konusunda yalnız ve pek yalnız kalan bu iki kötü talihli halkın birbirine kardeşçe sarılması gereği en az takdir edilmektedir.
Mevcut yanlış anlaşmalara bir yenisini ekleme haksızlığına girmekten sakınma isteği dolayısıyledir ki, bir kardeş milletin, ne yaptığını bilmeden Kürdistan üzerine döndürdüğü feci yazı oyunlarını yalnız üzüntü ve hayretle izlemeye, başka bir şey yapmamaya karar vermiştim. Bu karar kendimle sınırlı kalmamış, haklı ve esaslı incelemelere dayanan değerli görüşmelerin yayın alanına çıkmamasını sağlayacak ölçüde geniş sınırlara ulaşmıştı.
Fakat her türlü dikkatli davranmaya rağmen karşıt yayınların sürüp gitmesi, beni, yalnız bir maddeye özgü olmak üzere fikirlerimi açıklamaya zorladı. Belki gerçeğin ortaya çıkmasına vesile olur da, muhtaç olduğumuz dinginlik ve birliği pekiştirir düşüncesiyle, Kürdistan’daki kent sakinleri hakkındaki incelemelerimi birkaç satırla özetlemeyi uygun buldum.
İzleri eski zamanların karanlıklarında kaybolan ve fakat şimdiki Kürdistan’da egemenlik kurdukları tarihçe bilinmekte olan bazı eski hükümetleri burada tartışmaya gerek görmüyorum. Araştırmacıların, çaresizlik ve kaynak eksikliği dolayısıyla bir-iki kelimenin filolojik incelenmesine ya da elde ettikleri kırık-dökük birkaç heykelin gösterebildiği uydurma benzerliklere dayanarak o hükümetlerin şu ya da bu milliyete bağlı oluşunu belirleme yolunda ortaya koydukları tezlere, olağanın üstünde bir önem verilmesi doğru değildir. Bu gibi konuların uzmanlarınca bilinmektedir ki, bu tezlerde gözle görülür bir benzerlik ve denklik mevcut olmadığı gibi, birbirine tam karşıt görüşlere de çokça rastlanmaktadır.
Bu nedenle, o hükümetler üzerindeki esrarlı karanlığı geleceğin gayretlerinin aydınlatmasına bırakarak, Arduhu ve Hitit devletleri cephesine asılmakta bulunan ve hem de Fino-Ugri dalına ait olan Turan çekici tablosunu şimdilik bir yana atmanın zorunluluğu vardır. Çünkü birçok açık belirtiler vardır ki, o hükümetlerin kurulup geliştiği bölgelerle oraların bugünkü perişan ve inleyen sakinleri arasında en güçlü bağların varlığına tanıklık etmektedir.
İran Kürdistanı da dahil olmak üzere Kürdistan ile Türkler arasında –milliyetlerini belirlemek için verilen hükümlerin sayısı kadar çok olan ve sayısı kesin olmayan eski çağ istilâcı kabileleri bir yana-ilk temasın, gerçek ve tarihsel temasın, ancak, İslâmiyetin doğuşuyle İran’ın büyük gücünün ve hükümetinin tümüyle ortadan kalkmasından çok sonra meydana gelmiş olduğu bir gerçektir.
Ondan önce yer tutmak şanından olmayan Türk’ün göçü daima Azak’in kuzeyinden geçmiştir. Olayları nisbeten daha doğru ve güvenilebilir bir şekilde aktarabilen İslâm tarihçileri, Kafkas eteklerindeki İslâm mücahitlerine karşı bazı Türk girişimlerini kaydetmişlerse de, dikkat çekici ilk Türk istilâ selinin Abbasî halifelerinden Harunürreşid zamanında meydana geldiğini bildirmişlerdir. Hazar Türklerinin Musul’a kadar sınırlarını genişletebilen bu hareketini hızla tepeleyen İslâm güçleri, onları Kafkas dağları üzerindeki ünlü Derben’in dışına atmış ve Türklerin hızla meydana gelen bu med ve cezir akını ile istilâ edilen topraklarda bir tane olsun Türk bırakmamışlardır. (183 H.) (Hicrî 183 yılına ait bu tarih, Milâdî tarihe göre 798’dir). Bu nedenle, bu dönem için Kürdistan’ın hiç bir noktasında Türk ve Türk’e ilişkin bir şey aramamak gerekir.
Ayrıntıları İslâm tarihlerinde esaslı bir şekilde mevcut olduğu üzere, hiç bir sosyal mevkiye sahip olmayan bir-iki Türk kölesinin Abbasî sarayında çalıştırılması, Ebu Cafer El-Mansur’un halifeliği döneminin olaylarındandır. El-Mu’tasım Billâh zamanında zorunlu bir biçimde gerektiği için bunlardan sınırlı miktarda askerî birlikler oluşturulmuş ve sonra bu askerî örgütler genişletilmiştir. Her ne kadar macera peşinden dolaşan ya da millettaşlarının yararlandığı nimetlerden pay sahibi olmaya koşan fertlerin sürekli katılmalarıyle sayıları çoğalıyor idiyse de, çağın müzminleşmiş ihtilâllerini bastırmaya memur olduklarından, sürüp giden savaşlarla bir yandan da yok olup gidiyorlardı.
Bunlardan pek az kısmının yerlilerle evlendiğini kaydeden tarih, bu dönemdeAbbasî devletinin egemenlik alanına bir Türk kabile ya da aşiretinin geçtiği konusunda tümüyle sessiz ve suskundur.
Ancak Hicretin 400’üncü yılına doğrudur (Milâdî takvime göre 1000 yılına doğru) ki, Mâveraünnehir’den kopan birçok Türkmen aşiretleri Azerbaycan otlaklarına, Şirvan sahralarına yerleştiler.(Mâveraunnehir: Sözlük anlamı “Irmağın ötesi” demek olan bu ad, “Ceyhun” da denilen Amuderya ırmağının kuzeyinde kalan Orta Asya bölgesine eskiden Araplar tarafından verilen coğrafî bir addır. Eski Batılı kaynaklarda ise bu ad “Transoxiana” şeklinde geçmektedir. Şirvan: Azerbeycan’da bulunan ve Hazar denizinin batısında yer alan bir bölgedir.)
Bunlar İran ve Kürdistan’a yayılmaktan çok, Kürdistan’ın kuzeyinden hareketle Bizans topraklarına doğru yaklaşmaya devam ettiler.
Daha sonra Selçuklulara katılarak Bizans imparatorluğuna baş belâsı olup kaldılar. Konumuzla ilgili olan şu olayı bu vesileyle anlatmadan geçmeyeceğim: Bilindiği gibi, Mervanî Kürd hükümetinin yönetim merkezi bugünkü Diyarbekir kenti idi. (“Mervanî Kürdleri Tarihi”nin yazarı İbn’ül-Ezrak, Selçukluların iki komutanının 1043 yılında Mervanî devletinin başkenti Meyyafarqîn’i kuşattıklarını, ancak bu girişimin başarısızlıkla sonuçlandığını belirtmekte ve aynen şöyle demektedir: “Bu,Türklerin bu memlekete ilk gelişleriydi. Ondan önce buralardayüzleri bile görülmemişti”. (İbn’ül-Ezrak, Mervanî Kürdleri Tarihi, s. 153, Türkçesi M. Emin Bozarslan, Koral Yayınları, İstanbul-1975) Bu da, “Jîn”in yazarının görüşünü kesin biçimde belgeliyor.)
Hicretin 380’inci yılında (Milâdî takvime göre 991 yılı. Bu tarih, devletin kurucusu olan Dostık oğlu Bad’ın öldüğü ve yeğeni Ebu Ali Hasan’ın tahta çıkıp, devletin “Mervanî devleti” adını aldığı tarihtir.) kurulan bu hükümete saldıran Selçuklu hükümetinin kuruluş dönemini, Kürd’ün yurdunu terketmemekteki yüce geleneğini düşünerek, bugün bu kentin sakinlerine Türktür diyen Diyarbekir evlâdlarına ne demek gerektiğini okuyucuların vicdanına bırakıyorum.(Yazar burada Kurdistan şehirlerini türk şehirleri olarak göstermeye çalışan Ziya Gökalp’ı kast etmiştir)
Yukarıda belirtilen tarih özeti gösteriyor ki Hicretin V. yüzyılı başlangıcında Kürdistan kentlerinde ve köylerinde Türk yoktu.
Acaba Kürdistan’ın kent adını verdiğimiz şehirleri o tarihte var mıydı? Sayıları sınırlı olan Kürdistan kentlerinin kuruluş zamanları, hiç kuşku edilmez ki o tarihe, ondan pek çok daha gerilere, tarihin bilinmez derinliklerine kadar gider. Kimse inkâr edemez ki bu kentler, Hicrî V. yüzyıl başlarında meskûn idi ve sakinleri (ortak) bir dil konuşur ve bir milliyete sahip idiler.
Bu nedenle, bu kentlerdeki halkın, kesin olarak Türkçeden başka bir dile sahip olduklarını, yukarıda belirtilen nedenlere dayanarak iddia edebiliriz. Bu da Kürdçeden başka bir dil değildi.
Sayın karşı çıkanlar, günümüzde bu kentlerde Türkçe konuşulmasını, sakinlerinin Türk olduğuna kanıt gibi tekrarlayıp duruyorlar. Bu iddiaları birçok açıdan çürüktür. Oralarda pek yeni bir hayata sahip olduğu ayrıntılarıyla açıklanan Türk varlığı ile tarihsel kıdemi kanıtlanmaya bile gerek göstermeyen Kürd varlığı arasındaki zaman boyutu, iddianın ne kadar çürük bir temele dayandığını göstermektedir. Kaldı ki herhangi bir dili konuşmanın, onun gösterdiği millî topluluktan gelmek demek olmadığı da ortadadır. Örneğin, Türkçe konuşmak Türk olmayı kanıtlayabilseydi, yönetimi altında yaşadıkları egemenliklerin dillerini konuşan İsrail oğullarını mevcut milletler arasında taksim edebilmek gerçekten pek güç olurdu; ve bugün Türkçe konuşan Rumların, ana dillerinden bir sözcük bile bilmeyen bir kısım Ermenilerin hangi millî topluluğa katılabileceğini anlamak, cüzümü güç bir problem olurdu. Örneklerimi genişletebilirim. Fakat şimdilik bu kadarını yeterli görüyorum.
Bu örnekler yeterli ölçüde kanıtlıyor ki, Türkçe konuşan her kişinin alnına bir Türk etiketi yapıştırmak mantığa uygun değildir. Bundan başka,Kürdistan’da yapılmış ve on yıllık tarihe sahip yöresel inceleme ve gözlemlerim, oraları dolduran nüfusun sade Kürd olduklarını itiraz kabul etmez bir biçimde ortaya koyan sonuçlara ulaşmıştır. Bunlardan her kent ve bölgeye ait olanları bir bir saymak çok uzun sürer. Bundan dolayıdır ki, hakkında en belirgin bilgiye sahip bulunduğum yalnız birini örnek olarak göstereceğim.
Size Bitlis Şehrini sunayım:
Buranın efsaneleşmiş bir tarihi vardır. Her yerden daha fazla Kürd olan ve aynı isimde olan bir İl’in merkezidir.
Burada, kent halkı arasında Türk dilinin kullanılması dikkat çekicidir. Fakat halk Türk müdür?
Ben bu soruya cevap hazırlamak için bildiklerimi numara sırasıyle sıralayacak ve bunların karşılaştırılması ile gereken kararın verilmesini okuyucuların sağduyusuna ve iyi takdirine bırakacağım.
1-Bitlis kenti, pek kısa aralar sayılmazsa, Tanzimat’tan sonraki dönemlere kadar (1846’ya kadar) Bitlis Kürd hükümetinin yönetim merkezi idi.
2-Kentleri oluşturan nüfus, genellikle komşu köylerin ahalisinin bilinen nedenler altında ve azar azar kente taşınmasıyle meydana gelir; bazen de siyasal nedenlere bağlı olarak ayrı bir milletin bireylerinden belirli kişilerin ailece kasabalara yerleştirildiği olur. Bu açılardan Bitlis’i incelersek:
A- Doğu, kuzey, güney ve batısındaki çevrede günlerce sayılan mesafeler içinde bir tane olsun Türk köyüne rastlanılamaz. Hatta Türk’le karışık köyler de yoktur. Ancak kuzeydoğuda ve iki konak mesafedeki küçük ve karma Ahlat kasabasında Türk’e rastlamak mümkündür.
B- Siyasal nedenler altında ya da başka bir nedenle bir kaç Türk ailesinin toplu ya da ayrı ayrı olarak Bitlis’e geldiğine ya da getirildiğine ilişkin ne bir tarih bilgisi vardır ve ne de böyle bir olayın meydana geldiği işitilmiştir.
3- Son olaylardan once, Bitlis şehrini dolduran ve Türkçe konuşan kürtlerden herhangi bir ailenin soy zinciri, nihayet dördüncü babada yakın ve uzak bir Kürd kabile ya da köyüne ulaşır.
4- Kasabanın mahalle taksimatı, kent sakinlerinin gelmiş oldukları yerler olan Kürd köy ve aşiretlerinin adlarını taşır. Kızılmescid ve Taş mahallelerinin yalnız genel adları Türkçedir, mahallelerin ayrıldığı birimler (örneğin Mermût, Geboller. .. gibi) Kürdçedir.
5- Bitlis’te aile dili Kürdçe olduğu gibi, çarşı işleri de çoğunlukla Kürdçe cereyan eder.
6- Bütün medreselerin öğretim dili Kürdçedir.
7- Memlekette Türkçe okuyup yazanların tarihi kırk yılı geçmez. Daha eski tarihlerde Türkçeyi dil olarak bilen, yalnız Faik Han ve Müştak (Müştak Baba) gibi bir iki zat vardı.
8- Bitlis’te Türk dilini özel okul açarak öğreten zat, bugünkü Hizanî ailesinin ikinci babası olan rahmetli Hüseyin Fevzi Efendi’dir.
9- Şehirde bugün görünüşte yaygın bir yere sahip görülen Türkçenin nispeten pek kısa bir zaman içinde bu kadar genişlemesi, hükümet yönetiminde benimsenen sert baskıdan meydana gelmiştir. Gerçekte Kürdistan için sürekli bir felâket niteliğine sahip bulunan memurların zulüm ve despotluğundan, daha önceleri olduğu gibi vilâyetlerin kuruluşundan sonra da bir türlü insancıl ve uygarca şekle yaklaştırılamayan adaletsizliklerden insanların kendilerini ve ailelerini korumaları, en küçük maaşlı ve hatta fahrî bir memurluğa girmek için bile dil bilmek, hayatî bir zorunluluk halini almıştı.Resmî dil bakımından bu durum, sıradan insanlar için de ayniyle yürürlükteydi.
10- Genel hizmetler ve özellikle askerlik, dilin yaygınlaşmasında esaslı bir etmen olmuştur.
11- Şehir halkından Kürdçe bilmeyenler, son zamanın yeni okullarına devam eden gençlerden, ülkenin genel hayatına katılmaya vakit bulamayarak genç bir yaşta yurdu terketmeye mecbur kalanlardır. Bunların miktarı da 10’lar hanesinin üzerine yükselemez.
12- Bitlis içinde Türk olarak, yalnız vilâyetin kuruluşundan sonraki döneme ait olmak üzere, görevlerine son verilmiş memurlar ve emekli subaylardan yerli kızarla evli ve sayıları onu geçmeyen zatlar ile, daha eski bir ikamet tarihine sahip iki aile vardır. Bunlar da Kızılmescid mahallesinde oturan Şefkatli ve Zeydan mahallesinde outran Siraclar ailesidir, ki bunlardan birincisinin nüfusu savaştan önce 16’ya ulaşmış, ikincisinin nüfusu ise 7’ye düşmüştü.
13- Savaştan önceki son sayıma göre Bitlis’in merkez ilçesinin genel nüfusu 35.000 idi.
14- Bitlis ili hakkında benzerlerine oranla en ayrıntılı ve güzel bir eser yayınlayan bir Rus generalinin dilimize de çevrilmiş bulunan incelemelerine göre de, il içinde yalnız “beş yüz” Türk vardır.
15- Bitlis kasabası içindeki camiler, medreseler, türbeler… gibi yapılar, tümüyle Bitlis hükümdarlarına ait olup, mimarlık biçimlerinde de Türk ve Arap stili dışında özelliklere sahiptirler.
Özetçesi, Bitlis kenti tümüyle “Kürd”dür ve diğer kentlerde de aynı durum kesinlikle bir olgudur
17 Aralık 1334 (1918)
Kurdîyê Bitlîsî
Bu yazı “Jin” Dergisi’nin 25 Kânun-ı Evvel 1334 (1918, 17 Aralık), Aded 6 (6. Sayısı’nda) Bitlisli alim, araştırmacı Kurdîyê Bitlîsî tarafından yazılmıştır. Günümüz türkçesine M. Emin Bozaraslan tarafından adapte edilmiş ve 1981 yılında yeniden yayınlanmıştır.