Bitlis tarihi içerikli yazılarda, yabancı batılı seyyahların bu şehre dair izlenim ve anlatımlarına hep değinilir. Yazdığı eserlerde Bitlis’e değinen batılı seyyahlardan biri de, 1586 – 1652 yılları arasında yaşamış olan Roma doğumlu ünlü İtalyan seyyah Pietro Della Valle’dir.

Romalı varlıklı, tanınan, asilzade ve Katolik bir ailenin akademisyen oğullarıdır Pietro. İlan-ı aşkına ret cevabından dolayı yıkılmış ve Napoli’deki tıp profesörü dostu Mario Schipano’nun tavsiyesi üzerine, teselliyi bulmak ve ilahi aşka yakın olmak için Kudüs’e gitmeye karar vermiştir. İtalyan ordusunda da görev almış 28 yaşındaki seyyah, 8 Haziran 1614 tarihinde beraberindeki hizmetçileri ve aralarında Flaman gravür sanatçılarının da bulunduğu ekibi ile birlikte, on iki sene sürecek olan yolculuğu için, Venedik limanından demir alır. İstikamet kutsal topraklar Kudüs’tür.

Güzergahın üzerindeki İstanbul’a da uğrayarak Kudüs’e geçmeyi planlayan Della Valle, ihtişamı ve zenginliğine hayran olduğu İstanbul’da on beş ay kalır. İtalyan ve Fransız diplomatlar ile tanışan Della Valle, Osmanlı sarayı ve Padişah ile de samimiyet kurar. Her ne kadar İstanbul’daki kültürü, Türkçe’yi ve günlük yaşamın tüm detaylarını öğrenmiş olsa da, Hristiyan ahalinin Osmanlı dahilindeki yaşam koşulları ve imkanları konusunda, Saray ile ters düştüğünden, İstanbul’da daha fazla kalamayarak, Eylül 1615’de oradan ayrılarak, seyahatine devam eder.

Della Valle her gittiği yerden, dostu profesör Schipano’ya yaşadıklarını ve izlenimlerini mektup yazarak aktarır. Bu mektuplardan bir tanesinde de, İstanbul’da kaldığı süre içerisinde, Osmanlı sarayında, 1614 yazı -1615 sonbaharı arasında denk geldiği, Bitlis’in Kürd hükümdarı olan Bitlis Beyi’nden ve Kürdlerden bahs eder (seyyah aslında mektuplarının bir kaçında, güzergahı boyunca denk geldiği Kürdlerden bahs ediyor). 23 Eylül 1615 tarihinde İstanbul’dan ayrılan Della Valle, Kos ve Rodos adaları üzeri Mısır İskenderiye ve sonrasında da, Kudüs’e 1616’ın Paskalya zamanında varır. Kısa bir zaman burada kalan seyyah, methini duyduğu ve Osmanlılar ile olan savaşından dolayı hayran olduğu İran’ın hükümdarı Şah Abbas’ı da görmek için, Suriye üzeri yola çıkar. Yolu üzerindeki Bağdat’ın kültürel ve tarihi zenginlikleri incelemeye koyulur. Öyle ki denk geldiği Asur dönemine ait kil tabletleri İtalya’ya göndererek, Avrupa’nın Babil medeniyeti ile tanışmasının önünü açar. Bağdat’taki konaklama zamanı içerisinde babası Mardin Süryani’si, annesi Diyarbekir (Amid) Ermeni’si olan, on sekiz yaşındaki Mardin doğumlu Sitti Maani Cuveyra ile tanışır. Matti ve ailesi 14 sene önce yaşadıkları yerin bir Kürd aşireti tarafından saldırıya uğraması sonucu, Bağdat’a göçmüş Nasturi bir ailedir. Ailenin de sevgisi ve onayını kazanan Della Valle, Sitti Maani ile evlenir.

Sitti ve ailesinin Şah’ı tanıyor olmalarından dolayı, eşi ile birlikte Şah Abbas ile tanışmak üzere, İran’a doğru yolculuğuna devam eder. 19 Ocak 1617’de İran’a gelip Şah Abbas ile tanışan seyyah Della Valle, zamanla sahip olduğu askeri tecrübe ve tavsiyelerinden ötürü üç sene boyunca Şah’ın Erdebil’deki ordusunda görev alarak, altı sene boyunca İran’da kalır. Öyle ki Osmanlı – İran savaşında dahi bulunarak izler çarpışmayı. Bir süre sonra 25 yaşlarındaki genç eşinin aniden hastalanarak ölmesi sonucu, ikinci kez yıkılır Pietro. O deliler gibi sevdiği Sitti Maani’den ayrılamayacağını bildiğinden, Mısır’dayken öğrendiği mumyalama tekniğini hayat arkadaşına uygulattırarak, onu özel yaptırılmış bir sandıkta muhafaza ettirir. Bu süre zarfında sandık, seyyahın Hindistan – Umman –Hürmüz – Basra – Irak – Suriye – Kıbrıs ve Roma güzergahında hep yanında olur. Yaklaşık altı sene boyunca mumyalanmış olarak muhafaza edilen Sitti Matti’nin bedeni, kocası seyyah Della Valle’nin 1626 yılında Vatikan’a dönmesi ile ‘evliya’ ilan edilerek, kardinaller tarafından organize edilen özel bir merasim ile Della Valle ailesine ait, Roma’daki Capitoline aile mezarlığına gömülür. 66 yaşında 21 Nisan 1652 tarihinde hayata gözlerini yuman seyyah Pietro Della Valle de, eşi Sitti Maani’nin yanına yapılan özel mezarda toprağa verilir.

Aşağıdaki çeviri, İtalyan seyyah Pietro Della Valle’nin Napoli’deki dostu Schipano’ya yazdığı mektuplardan biri olan ve içeriğinde Bitlis Beyi’nden ve Kürdlerden de bahsettiğinin aslına sadık kalınarak çevrilmiştir. Della Valle 17 Mart 1617 tarihi attığı bu mektubunu, İran’ın İsfahan şehrinden profesör dostu Schipano’ya göndermiştir. Schipano’ya gönderilen mektuplar  ‘Viaggi di pietro della Valle Il Pellegrino Descritti da lui medessimo’ ismi ile kitap olarak basılırken, 1811 tarihinde de ilk kez ‘Voyages and Travels in all parts of the world’ adı ile İngilizce olarak yayımlanmışlardır.

Bu çeviride, Della Valle’nin İngilizce’ye çevrilmiş mektupları (kitaplar) ana kaynak olarak kullanılmıştır.

Derleyen ve çeviren: Baran Zeydanlıoğlu

  1. Bölüm

Fars Ülkesi

Bağdat’tan Fars ülkesine yolculuğumuzun yedinci gününde, Haruniye adlı yerleşim yerinden yol vergimizi de ödeyerek, boş ve çıplak dağların olduğu, kupkuru bir coğrafyadan geçerek akşam üzeri vardığımız, Kızıl-Rabat adındaki başka bir şehir yakınlarında çadırlarımızı kurduk. Burası Türk sultanının egemenliğinin olduğu en uç noktaydı, ki burada ikamet eden ve bir çok Kürd aşiretinin lideri de olan Ahmed veya Muhammed Bey adındaki bir Kürd’ün idaresindeydi. Sultan tarafından tüm yetkilerle donatılmış olan bu bey, Fars ülkesinden gelebilecek saldırılara karşı bu bölgeyi korumakla yükümlüydü.

Curdistan

Curdistan veya Kürdlerin ülkesi; Türkiye’yi Fars ülkesinden ayıran, genişliği on – on iki günlük bir seyahat mesafesinde, ancak boyu çok ama çok uzun olan bir bölgeyi kapsamakta. Öyle ki Babil veya Khusistan bölgesinden güneydeki Basra Körfezi’ne, kuzeyde ise Ninova ve Musul’un da daha da yukarı bölgelerine, yani Ermenistan ve Med ülkesi arasına, hemen hemen ta Karadeniz yakınlarına kadar olan bir coğrafyayı içermekte.

Bu ülke, çok sert ve çetin bir coğrafyaya sahip olduğu gibi, Toros dağlarının kolları olan yüksek dağlara sahiptir. Bu dağ silsilesi; Basra Körfezi tarafına doğru son bulurken, Asya’ya doğru yayıldığı gibi, tarihte Roma ve Pers Ülkesi olarak anılmış, ancak şimdiki Fars Ülkesi ve Türkiye’yi, birbirlerinden ayıran doğal bir sur gibidir. Bu coğrafyanın antik çağlardaki tam isminin ne olduğunu tespit edemedim, ancak Ksenofon’un dünyaca ünlü kitabında, (içeriğinde Cyrus (Kiros – Keyhüsrev) ile savaşını ve On Binler’in dönüşünü anlatır), ordusunun geri çekilişi sırasında, Karduchi’nin kuzeyinden geçerken oranın halkının onlara zorluk çıkardığını ve kendisinin geri çekilmek zorunda kaldığını belirtir.

Kürdlerin lisanı, her ne kadar Farsça’nın bozulmuş bir hali gibi duruyorsa da, çevrelerinde bulunan Arapça, Türkçe ve Farsça dillerinden farklı olup, kendilerine has bir lisandır. Halkın hatırı sayılır bir kısmı sürü sahibidir ve çadırlarda yaşayarak hep bir yerden bir yere hareket ederler. Liderleri, ileri gelenleri, bilgeleri ve alimlerinin çoğu köyler ve şehirlerde ikamet etmekteler. Bunlar genellikle değişik aşiret liderlerine bağlıdırlar, ki bu liderler de bulundukları konum ve sahip oldukları çıkar ve imtiyazlara göre, ya Farslara yada Türklere yakınlar. Ancak diğer taraftan en asilzade, soylu ve güçlü olan Kürd Beyleri ise, hiç kimseye bağlı olmayıp bağımsızdırlar. Bu beylerden biri de Bitlis Beyi’dir, ki kendisini İstanbul’u ziyaretinde görme şansını yakaladım.

Bitlis’in bu Kürd Beyi istediği taktirde anında savaş meydanına on ile on iki bin süvari sürebildiği gibi, kendisine bağlı ayrıca iki – üç bin adamı da bulunmaktaydı. Bu çok güçlü olan Kürd beyleri herhangi bir aşiret liderine bağlı olmayıp, sadece belirli zaman ve olağanüstü duruma göre, kendi çıkar, menfaat ve güvenliklerini gözeterek, iki hükümdardan (Osmanlı – Fars) birine yaklaşırlar. Aynen bizim İtalya’daki prensliklerin kendi durumları için yaptıkları gibi. Daha zayıf olan Kürd beyleri ise, hayatta oldukları sürece liderliklerini yerine getiriyor, ancak sonrasında o görevi çocuklarına devretme hakkına sahip olmuyorlar.

Kürdlerin giyimleri Fars ve Türk giyim tarzına benzese de, onlarınki biraz daha sert bir tarzdır. Kadınları daha özgür ve serbestçe dışarıya yüzleri açık çıkabiliyor, hem tanıdıkları ile hem de yabancılar ile rahatça konuşabiliyorlar. Günümüz Kürdlerinin dini Müslümanlık ve mezhep olarak da ya Ali ya Ömer. Yalnız mezhepsel bağlılıkları Fars Ülkesi veya Türkiye egemenliğine yakınlıklarına göre değişmekte. Bilinen bir gerçek de, Kürdlerin sahip olduğu ve kendilerine has İslamiyet öncesinden kalma bir takım geleneklerinin olmasından dolayı, diğer Müslümanlar tarafından Kürdlerin dinin vecibelerini tam olarak yerine getirmedikleri söylenir. Topraklarının bazı yerlerinde, ki mesela ‘ada’ anlamına gelen ve Dicle nehri üzerinde bulunan ve hükümdarı Kürd bir Mezopotamya şehri olan Cizira’da, Keldaniler tarafından ‘Tor’ diye adlandırılan dağlar var ve orada Keldanice dili bugüne dek konuşulmakta. Kürdler buraya tamamen hakim ve bağımsızca yönetmekteler. Buranın ahalisi arasında Nasturi, veya Yakubi (Süryani) olan Hristiyanlar da var, ki onlar kendi prenslerinin ordularında görev almaktalar.

Neyse biz Kızıl-Rabat’a tekrar dönelim. Biz 8 Ocak günü şafak vakti, vermemiz gereken yol vergilerini ödedikten sonra, o mıntıkadan ayrıldık.

Çevirmenin notu: Seyyah bu kısımdan sonra Fars ülkesine geçişini ve güzergahı üzerinde görüp yaşadıklarını anlatmaya başlıyor. //

Derleyen ve çeviren: Baran Zeydanlıoğlu

Bitlisname kaynak gösterilmeden yayımlanamaz.