Bu çeviri, Londra Kraliyet Gezginler ve Araştırmacılar Derneği üyesi olan Britanyalı yarbay J. Shiel’in, Tebriz’den – Süleymaniye’ye gerçekleştirdiği seyahatin anıları kaynak alınarak yapılmıştır. Van ve Bitlis’ten geçerek Süleymaniye’ye giden Shiel, tüm izlenimlerini ‘Notes on a Journey from Tabríz, through Kurdistán, via Ván, Bitlís, Se’ert and Erbil to Suleímániyeh, in July and August, 1836’ adlı başlığı ile yayımlamıştır.

Seyyahın bu anlatımı, 1838 yılında Londra Kraliyet Coğrafya (Gezi) Derneği Dergisi’nde yer almıştır. Çeviri, Shiel’in notlarının Bitlis bölümünü kapsamaktadır ve aslına sadık kalınarak çevrilmiştir.

Derleyen ve çeviren: Baran Zeydanlıoğlu

Bitlis

25 Temmuz 1836: At sırtında 12 saat ve 56 kilometrelik bir yolculuktan sonra göle yakın ve meyve bahçeleriyle çevrili Bitlis’e ait Almaliyah (Han Elmalı) köyüne vardık. Bu ülkelerde çok olağan olan misafir konaklaması geleneğine burada da tabi kaldık, ki bu gelenek Fars ülkesinde yok ancak buralarda çok yaygın. Öyle ki Van’dan Bitlis’e kadar 4 tane konak yeri vardı. Seyahatimizin güzergahı sırasında dikkat çeken şey, yol boyunca dağların sessizliğini bozacak ne kervanların, ne yolcuların, nede tek bir Derviş’in dahi olmamasıydı.

Tıbbi tedavinin Kürdistan’daki pratik uygulaması sanki biraz şiddet içeriyor olsa gerek ki, yanımdaki refakatçi Kürt, sıtma geçiriyorcasına birden bire soyunup göle atladı. Bu kaba davranış buradakiler için normal olabilir belki ancak Müslüman toplumlarda böyle yapılmaz, ki ayrıca kendisinin bu şekilde abdest alma girişimi atların yüklenmesi işini de pek pozitif etkilemedi.

26 Temmuz 1836: Atlarımızı sabah 5 civarı yükledik ve Bitlis’e 5 saat 32 kilometrelik yolculuktan sonra vardık. 5 kilometrelik  Han Elmalı Vadisini, gölü arkamızda bırakarak ve yükseklere tırmanarak geçtik ve diğer ucunun Muş’a kadar olduğu söylenen bir ovaya ulaştık. Yolculuğumuzun 13. kilometresinde bizden sadece 4 km uzaklığında ve kuzey yönünde olan Demir-Dağ ve Nemrut dağlarıyla karşı karşıyaydık. Uzaktan çok heybetli görünen bu dağların yaklaştıkça o heybetleri kayboluyordu. Güzergahımız sırasında aniden önümüze çıkmışlardı sanki. Biz daha sonra güney istikametine yöneldik ve içinden ismi Bitlis Suyu olan bir derenin aktığı geniş bir geçite vardık. Bu Bitlis Suyu’nun kaynağı Demir Dağ’daymış. İnişli bir şekilde 16 km yol alarak Bitlis şehrine ulaştık.

Bizi valinin* (Bitlis Beyi) evine yerleştirdiler. Şehrin bir kısmını gören bir tepenin üstünde, büyük avlulu, taştan yapılmış, dikdörtgen şeklinde kocaman bir binaydı bu ev. Bir Kürd olan vali Şerif Bey yerinde değildi. Reşit Paşa’ya gittiğinden valinin eşi iki küçük oğullarını bana ‘hoş geldin’  demek için göndermişti, ki oğulları büyük nezaket ve saygı içerisinde bu görevlerini yerine getirdiler. Bu tür davranışlar Asya’daki üst sınıf ailelerin çocuklarında çok sıkça görülen bir şeydir.

* (Seyyah burada “vali” derken, şehrin hükümdarı olan Bitlis Beyi’ni kastetmektedir)

Şerif Bey’in konağı, eğer mobilya olarak ele alınacaksa, o kadar da ahım şahım bir durumda değildi, ancak asaleti ve gücü yansıtıyorlardı. Belki de zaten Şerif Bey’in de tek önemsediği şey buydu. Bahçeyi çevreleyen 5 metre yüksekliğindeki veranda, yerdeki taşların üzerini kaplayan halıların eşliğinde, bir çok odası olan evin içine çıkıyordu. Enderun veya Haram, yani konağın iç kesimleri, bir Müslümanın en konforlu ve özel yerleridir, ki orada kesinlikle rahatsız edilmezler.

Vali bey evde olmadığından haliyle bizler evdeki ahalinin, yani bayanların misafirleriydik ve bize yemek geldi. Aşçılık kötüydü. Geleneksel lor peyniri ve sarmısaklı yemekler ağırlıktaydı. Birde yağda pişirilmiş kaysı vardı.

Avluda eyerli ve sürmeye hazır birkaç at vardı. Gün boyu hep öyle beklediler. Akşamları eyerlerini indiriyorlarmış diye öğrendim. Nedenini sorunca      ‘Kürdistan’da neyin ne zaman olacağını bilemediğinizden her şeye hazırlıklı olmanız lazım’ diye cevap verdiler. Anladım ki bu genel bir uygulamaymış burada.

Bitlis şehri çok ilginç ve dikkat çekici bir görünüme sahipti.

Doğuya açık ama batıya yüksek dağlarla kapalı olan geniş bir vadide konumlandırılmıştı. Evler şehrin ortasından geçenderenin sağlı sollu yamaçlarına dağılmış tepeler üzerine yapılmışlardı, ki bu yüzdende şehrin mimari görünüşü düzensiz bir form almıştı.  Evler kare şeklinde kesilmiş kırmızı taşlardan , genellikle iki katlı olarak inşa edilmişlerdi. Sokağa bakan kendine has çizgili pencereleriyle bu evlerin mimarisinden dolayı, şehir bir Fars ülkesindeki şehirlerden ziyade, bir Avrupa ülkesi şehrine benziyordu. Van’daki sokaklar gibi burada da yuvarlak taşlar kullanılmış sokaklarda.

Evler ve bahçeleri, düzensiz bir şekilde tepelerin üzerine dağılmış olsalar bile, kapladıkları alan itibari ile şehrin tamamını kapsıyorlar ve her evin bahçe duvarları da sağlam bir kale gibiler. Şehirde 1500 hanenin olduğu söyleniyor ve bunların 500’ünde Ermeniler kalıyorlarmış ve genellikle kasap, manav, ve fırıncılarmış. Bu sınıfa ait olanları (Ermeniler’i) buradaki Sünni Müslümanlar dinsel anlamda ‘temiz/saf’ olarak algılarken, Fars ülkesinde bazen Müslümanlarla aynı dükkandan ekmek almalarına dahi izin verilmiyormuş. Diğer taraftan bir Türk hiç bir şekilde bir Hristiyan’ı selamlamak için ‘Selamın Aleyküm’ demezken, bir Fars tereddüt etmeden o şekilde selamlıyormuş.

Bitlis’te dört kervansaray, üç büyük ve 12 küçük cami, üç hamam, sekiz Ermeni ve bir Nasturi kilisesi mevcut. Bu çok eski oldukları söylenen büyük camilerin her birinin insanı hoş bir şekilde etkileyen yüksek minareleri var.

Şehirde kasaplar, fırınlar, demirciler, silah tamircileri, gümüşçülerden çokca var ve hatta bunların her birinden yirmi adet var şehirde. Buradaki ana üretim malı çizgili pamuklu kumaş ve şehir dışına satılan ana ürün ise tütün.

Bolca armut, elma, erik kayısı, üzüm, kavun, salatalık, marul, lahana, ve diğer sebzeler yetişmekte ayrıca.

İklim Tebriz’den daha serin burada ancak en son geçtiğim ülkeden daha sıcak.

Bitlis’te en dikkat çekici olan şey ise şehir merkezindeki, yaklaşık otuz metre yüksekliğinde bir kaya üzerine inşa edilmiş, yüz metre yüksekliğindeki tarihi kale. Duvarları son derece kalın ve içeri giriş sadece tek, dar bir geçit ile mümkün.

İç tarafı yaklaşık 120 metre civarında olan kalenin bu kısmı yıkılmış eski evlerin kalıntıları ile dolu şimdilerde.Dış cephesi birkaç burç ile güçlendirilmiş. Kale duvarının altmış metre yüksekliğinde taşların üzerine kazınmış Arapça bir yazıt var.Yaşlı bir adam hatırlayabildiği kadarıyla o yazıtda kalenin Muhammed Peygamber’den 500 yıl önce inşa edilmiş olduğunu yazdığını söyledi bana.

Bitlis’li kadınlar yüzlerini çok az gizleyerek yürüyorlar caddelerde. O burunlarına taktıkları çirkin hızma genellikle Fars ülkesinde olmayan ancak Hindistan’da sıkça rastlanılan Asya kökenli bir takı.

Sabah kahvaltısında ziyaretime çok muhterem yüzlü bir hoca geldi. Kendisi sulandırılmamış Rom içerken, Napolyon ve Kolumbus’dan konuştuk. Hoca yirmi yıl önce de bir İngiliz’in Bitlis’e geldiğini ve onunla sohbet ettiğini aktardı. Bu kişi Macdonald Kinneir’den başkası olamazdı. Hoca daha sonra kalktı ve kalkarken bana dua etti. Ayrıca ikamet ettiği Muş’a birlikte içmeye davet etti beni.

Bitlis toprakları Siirt’e ve Muş’a doğru oniki, Diyarbekir ve Van’a  doğru dört saatlik mesafeye kadar uzanır. Saint Martin’in de Bitlis ile ilgili anlatımlarında ilgisini çeken ve bahsini ettiği tek şeyin, bu kentin hemen hemen her zaman Kürt Beyleri tarafından idare edildiği ve bu beylerin de hep ırklarının en uygar kişilerinden olduklarıdır.

27 Temmuz 1836 – İki rehberin eşliğinde, sabah saat 8’de Bitlis’ten yürüyerek ayrıldıkve buradakiler tarafından Bitlis Çay’ı olarak adlandırılan nehire indik. Önce nehrin sol yakasından geçtik ve sonra çok düzgün taş işçiliği ile yapılmış köprünün üzerinden nehrin diğer yakasına geçtik. Bu yol dere akıntısının oluşturduğu ve şimdiye kadar karşılaştığımız en dar ve kötü yoldu. Bu yol nehirden yüksekte ve oldukça dar bir yoldu. Öyle ki  sanki bazen atların toynaklarının dahi basacak yeri yok gibiydi. Bazende yol boyunca varolan taşlardan dolayı 2 kilometreyi bir saatte katediyorduk. Yolculuğumuzun 8. kilometresinde bir ucu nehirde olan yolun ortasında dev bir kaya ile karşı karşıya geldik. Yolu bu kayanın üzerinden geçirmek yerine, kayayı ortasından delerek yol açmışlardı. 5m genişliğinde, 5m yüksekliğinde ve 6m uzunluğunda bir kayaydı bu. Kaya üzerinde herhangi bir yazıt göremediğimden kaya hakkında bilgi almak için rehberlerime sordum ve her zamanki hazir cevabı verdiler: ‘Allah bilir’….

Yolculuğumuzun 16. kilometresinde hem artan yokuşaşağı inişlerden, hem sıcaktan, hemde yorgunluktan dolayı yolumuz üstünde bulunan birkaç ceviz ağacının altında mola verdik. Benimle birlikte seyahat eden Fars katırcı birden bire şansına ve onu bu ülkeye getiren kaderine beddua etmeye başladı. Tamam onun yolculuğumuz sırasında dört sığırı telef olmuştu, ancak benim de iki atım ölmüşlerdi.

Uçurumlar, özellikle sol tarafımızdaki uçurum yüksek dağlarla çevriliydi, ki büyük olasılıkla bu dağlar Erdoz dağlarının devamı olsalar gerek. Rehberlerimizin Türkçeye olan ilgisizlikleri ve vurdum duymazlıkları, onlardan  tabiat veya başka bir şey hakkında bilgi alabilmemizi imkansız kılıyordu.

Dağlarda meşe ağaçları vardı ve dere yatağı ceviz ağaçları , dut, ahududu, üzüm asmaları ve çeşit çeşit otlarlarla kaplıydı. Ancak tüm bu güzelliklerin tadını yorgunluk ve aşırı sıcaktan dolayı çıkaramadık. Seyahatimiz sırasında rehberlerimizi başka iki rehberle değiştirdik.  Seneler önce buraları ziyaret etmiş Macdonald Kinneir’in kullandığı ve haklarında şımarıklık ve kabalıklarından şikayet ettiği rehberlerinin aksine bizimkiler çok uyanık, sosyal ve uygar rehberlerdi. Aynı zamanda da silahlıydılar. Yanlarında tüfek, hançer, kılıç ve üzeri sivri çıkıntılarla işlemeli kalkanları vardı. Tüfekleri; üzerinde, emniyet kilidinin yanında 5 cm yüksekliğinde iyi nişan almalarını sağlayan çıkıntının olduğu, beş-altı delikli bir modeldendi. Ülkenin dağlık coğrafyasından dolayı düzensiz süvari birlikleri yok ancak hem bu hemde diğer parça (Doğu) Kürdistan’da hemen hemen herkesin silahlı olmasından dolayı düzensiz piyadeler çok. Yolda yükleri tuz olan ve sekiz saatlik mesafede bulunan Şirvan’dan gelip Bitlis’e gitmekte olan bir katır kervanı ile karşılaştık. Bize şaşkın gözlerle bakıyorlardı. Çünkü Kürdistan’ın bu parçasında Farslıları hiç görmemişlerdi nede olsa. E onlar da haklıydılar, çünkü benim üstümdeki elbiselerimin hepsi o tarzdaydı ki görenler ‘ hey Acem oğlu nereye gidiyorsun ?’ diye hep soruyorlardı.

Yolculuğumuzun 20. kilometresinde, yolun karşı tarafında, yanında kervansarayı da bulunan harabe bir kale gördük. Bu kale kesilmemiş taş ve harç ile inşa edilmiş ve aynı zamanda burçları da olan eski bir yapıydı. Kale hakkında bilinen tek bilgi, ismi Kai Fenduk olan biri tarafından yapılmış olmasıydı. Bu kişinin de kim olduğu ve ne zaman yaşadığı ise bilinmiyordu.

25. kilometrede, taştan bir köprünün üzerinden nehrin sol yakasına geçtik. Nehir hem gür akıyordu hem de derindi, ancak 10 metreden daha geniş değildi. 32. kilometrede ise nehir batıya doğru akarken biz güneye yönelip yüksek bir dağa tırmanmaya başladık. Bu tırmanma en çok zaten takatsiz kalmış olan hayvanlarımızı yordu. Daha sonra Varhan bölgesine inerek aynı isimdeki bir köye, tamamıyla bitkin bir halde, akşam 8’ de ulaştık.

At sırtında 10 saat yol kat etmemize rağmen mesafe olarak 40 kilometreden fazla yol aldığımızı sanmıyorum. Ama bu mesafe dahi bizleri öylesine bitkin kıldı ki atların kendilerini toparlayabilecekleri bile şüpheli.

Buradaki iklim değişikliği okadar muazzamdı ki, civarda Hint mısırına dahi rast geldik. Geceleri evlerde varolan sıcaktan dolayı kilimlerimizi dışarıdaki ağaçların altına sererek uyuduk. Yakınımızda Reşit Paşa’nın kampından yeni dönen Bitlis valisi Şerif Bey de vardı. Bana lor peynirli, üzümlü ve hazmı zor olan bulgur pilavlı bir akşam yemeği gönderdi ve daha sonra beni görmek için ziyaretime geldi. Ziyaretinden anladım ki Reşit Paşa’yı görünce kendisine ülkesinin huzurlu olduğu ve bana çok iyi davrandıklarını iletmemi istiyordu.

Şerif Bey yirmibeş yaşlarında cesur bir Kürd idi ve esas dikkat çekici şey ise giyimiydi. Kısa sarı çizmeler, olağanüstü genişlikteki pantolonlar, değişik renklerden oluşan üst üste giyilmiş üç ayrı ipek ceketler, ki bir tanesinin kolları iki metre civarındaydı, ipek bel kuşağı ve her renkten oluşan ipekten kocaman bir sarık. Ayrıca bu kıyafetleri ek olarak, bir beyaz arap pelerini, kemerinde bir hançer, uzun tabancalar ve bir kılıç ile tamamlıyordu. Kürdistan’da kılıç genellikle kenarı arka tarafa gelecek şekilde taşınır ki Kürdler silahın en iyi bu metod ile çekildiğine inanırlar.

Bu giyim tarzı çok hoştu, yalnız çok şaşalı ve hemen hemen gücü yeten herkes tarafından taklit ediliyordu. Alt sınıflar kendi köylerinde dokudukları daha kaba yün kumaşlardan yaptıkları kısa ceket ve pantolonları giyiniyorlardı.

Ermeni köylülerin doğru düzgün bir elbise giydikleri söylenemezdi. Çünkü genellikle parça kumaş ve yamalardan oluşan ve nasıl giyinip çıkardıkları bir muamma olan bir kıyafet kullanıyorlardı. Ermeni kadınlar pantolon yerine, Farslı kadınların değimiyle ‘tek bacak pantolon’ giyiyorlardı, ki petticoat deyimi de oradan gelir. Ayrıca beyaz büyük bir başörtüsü de taşıyorlar, ki bunu ağızlarını kısmi olarak kapatmada da kullanıyorlardı.

27 Temmuz 1836 – Sabah saat 7’de Varhan’dan ayrıldık ve kısa bir sure sonra sol tarafımıza düşen, isminin Siirt Suyu veya deresi olduğunu öğrendiğim küçük bir nehire ulaştık. Bu nehri birkaç kez geçtik ve yolculuğumuzun 18.kilometresinde genişliği 23 m olan bu su, Bitlis Çayı’nın aksine sığ ve sakindi.

Yolda Siirt’e buğday ve tütün taşıyan bir kervanı geçtik. Pamuk tarlalarını ve sıcak rüzgarların bu pamuk tarlalarına nasıl estiğini gördük, ki ozaman anladık ki buradaki iklim Van’dan çok daha farklı. Yokuş aşağı, sarp ancak zor olmayan yollardan, dağların daha da ufak olduğu, ormanların daha da seyrekleştiği düz bir yerden geçtik. Yaklaşık 32. kilometrede, Kuzey-Kuzeydoğu yönünden gelip Güney-Güneybatı istikametine gidenleri gördük. Bunlar bizden Güneydoğu yönünde ve çok uzaklıkdaydılar. Bu insanlar hakkında kimse bir şey bilmiyordu ve tek bilinen onların Botan bölgesi içinde olduklarıydı.

At sırtında onbir saatlik bir yolculuktan sonra Siirt’e vardık.

Kaynak: Londra Kraliyet Coğrafya Derneği Dergisi- sayfalar 70-76

Journal of the Royal Geographical Society of London

Coverage: 1831-1880 (Vols. 1-50)

Bitlisname.com kaynak gösterilmeden yayımlanamaz.